Ayşe Naz Hazal Sezen

Ayşe Naz Hazal Sezen

Bedenim yerine giydirmeye çalıştığım kim?

Birey özünü arar. Bazen, aradığı özün pahalı markaların kataloğunda, mağazaların vitrininde, gardırobunun içinde, kıyafetlerin arasında olacağını yanılgısına kapılır. Giydiği kıyafet parçasının onu saygıdeğer yapacağına, sevilmesini sağlayacağına, otoriter kılacağına veya eşsiz yapacağına inanır. Benliğini sağlamlaştırmak, kimliğini tamamlamak yerine, kıyafetlerini değiştirmek insana daha kolay gelir. Sabah uyanıp, üstümüzü değiştirmek için dolabı açtığımızda ya da o akşam yemeğe giderken söylenen “giyecek hiçbir şeyim yok” cümlesi, aslında “ol’acak hiçbir şeyim yok” cümlesine eşdeğerdir. Bugün kim olacağımı bilmiyorum, demektir. Onlarca kıyafetin altında hala giyindiğimizi hissedemiyorsak, kim bilir belki de çıplak kalan kimliklerimizdir!..

Kaydını tutabildiğimiz geçmişimizden bildiğimiz kadarıyla, yaklaşık 500.000 yıl önce giyinmeye başlamışız. Tutumlu bir tavrın göstergesi olarak avladığımız hayvanların derilerini bizi soğuktan, böceklerden, güneşin yakıcı ışınlarından koruyan kıyafet parçalarına dönüştürerek, günümüzün müsrif tavrından kaçınmışız. Şu ana kadar topladığımız bilgilere göre, dış etkenlere karşı hayatta kalabilmek için giyinmeye başlamış olduğumuzu düşünüyoruz. Ancak bildiğimiz bir şey var ki, bir kez giyinmeye başladıktan sonra bir daha soyunmuyoruz.  

Başlarda hayatta kalmak için üzerimize geçirdiğimiz deri ve keten kumaş parçalarının, bugün koruyucu bir parçadan çok daha fazla anlam kazandığının farkındayız. Şu anda giydiklerimizi ne hayatta kalmak için giyiyoruz ne örtünmek ne de kamufle olmak için. Moda endüstrisi sadece örtünmek için fazlasıyla büyümüş bir alan. Artık bir kumaş parçası tahminimizden çok daha derin anlamlar barındırıyor ve bu anlamları temsil edebilir konumda. 

Benliğimizin oyuncağı giysilerimiz

Üzerimize geçirdiklerimiz sırlarımızı ortaya dökebilir, anne ve babamızın bize aktardıklarını gösterebilir, hatta toplumun içinde bulunduğu süreci dahi anlatabilir. Giydiğimiz kıyafetler, bireysel, mesleki, sosyal statü ve cinsel farklılaşma gibi bir dizi sosyal ve kültürel işlevi de yerine getirir. Pek çok toplumda, giyimle ilgili normlar tevazu, din, cinsiyet ve sosyal statü standartlarını yansıtmakta. Bunların yanı sıra kıyafet bir süslenme biçimi ve kişisel zevk veya tarzın bir ifadesi olarak da işlev görebilir. Giysiler bazen baştan çıkartma aracı, bazen kadınlık ve erkeklik gibi cinsiyet rollerinin sembolü, bazense kimliğin temsiline dönüşebilir.  Kısaca, dün hayatta kalmak için üzerimize geçirdiğimiz kumaş parçaları, bugün sadece bedeni değil, bir kimliği giydirme rolünü de üstlenmiş durumdalar.  

Giydiklerimiz, insanın ben’lik imajıyla oynamasına imkân tanıyan nadir araçlardan biridir. Bu araçları sıklıkla kullanan bazı bireyler, güçlerinin sembolü olarak kıyafet seçimi yaparken; bazıları fark edilmemek adına göze batmayan giysilerin içinde kalırlar. Böyle kişilere göre oyun gibi olan giyinme eyleminin algısı adım adım değişmektedir. Artık giyilen kıyafetler keyif unsuru olarak değil, giyinen kişiye, kim olduğunu, ne olduğunu hatırlatma çabasına dönebilir. Hatta bazen olduğu/olmak istediği kişiye dair kendini ikna çabası olarak da kullanılabilir. Gardıroplarımızı açtığımızda bir kıyafet yığınının içinde kalırken giyecek bir şey bulamamamız -başka bir deyişle üzerimize giyecek bir şeyin kalmaması- kendimizi ikna etmeye çalıştığımız kimliklerimizdeki açıklıkların baskın gelmesinden kaynaklanabilir. 

Markalar kimliği de satar

Giydiklerimiz bazen eksikliklerimizi örterken, bazen içsel onarımımıza yardım eder.  Kıyafetlerimiz, içinde bulunduğumuz ruh halimizi dış dünyaya karşı süslerken, saklamak istediğimiz duygularımızı da giydirenlerdir. Aynı kıyafetler dışlanma korkumuzun da çözümüdür. Bunun belirgin örneklerinden biri: bir gruba ait olmanın ve aileden özerkleşmenin en belirgin olduğu ergenlik yıllarında, genç yetişkin adaylarının kıyafetlerindeki değişimi gözle görülür hale gelmesidir. Bazı ergenlik dönemine gelmiş genç yetişkinler bedenlerini ön plana çıkarabilecek kıyafetleri tercih etmeye başlarken, bazıları uzun bol kazaklar, bol pantolonlar altına saklanmaya çalışabilirler. Bireyselleşme ve ayrışma yolundaki genç, çocukluktan yetişkinliğe geçen bedeniyle ne yapacağına karar vermeye çalışır. Kimliğini hangi yolla, hangi kıyafetle temsil edeceğini adım adım öğrenmeye başlar. Bu dönemlerde akran onayı ve takdir duygusu arayışı ile pahalı markalara hayranlığının başladığı dönem birbirine denk düşebilir. 

Pahalı markalar sadece ürünü değil, ürünün yanında bir kimliği de satar, kim olacağını belirler.  A markası ile sportif genç bir adama, B markasıyla şık bir hanımefendiye, C markasıyla sıra dışı birine dönüşmek vaat edilir. Oysa, sıra dışı olmak bile aynılaşma seçeneğiyle sunulmaktadır.  

Erkek gibi dolanma, kız gibi giyinme!

Kimlikteki boşlukları, benlik duygusundaki eksiklikleri, bize vaat edilenleri satın alarak doldurulmaya çalışılırız. Henüz seçim yapamayanlar içinse bazen rollerini belirlemek, bazen cinsiyetlerini belirtmek adına ilk seçimleri kendimiz yapar, toplumun da desteğini alırız. Çocuklar giydirilirken önce cinsiyetleri öğrenilir, sonra moda tercihlerini belirlenir. Kız çocuklarının kadın kimliğinden dışlanmamaları, oğlan çocuklarının erkek kimliğinden dışlanmamaları için onlara bir nevi kostüm atanır. Oduncu gömleği giymiş kız çocuğuna, erkek gibi dolanma; pembe giymiş bir erkek çocuğuna, kız gibi giyinme, denir. Böylece kıyafetleri örtünme işlevinden, kimliği oluşturma işlevine, oradan da cinsiyet etiketlerini temsil etme işlevine büründürürüz. Belki de içinde bulunduğumuz yüzyılda kıyafet alışverişi dendiğinde, kadın imgesi göz önüne gelmesinin sebebi: toplumlarda kadınlık etiketine bahşedilen(!) sayısız görüş olmasındandır. Anne olan kadın kıyafeti, baştan çıkarıcı kadın giysisi, mutaassıp aile kızı gömleği, iş kadını eteği, özgür kadın çantası… Kadınlık göstergesi olan etiketlerin karşısında erkekliğin temsili, kadının temsilinden göreceli olarak daha belirli olduğundan, kıyafetlerle bir kimliğe ikna çabası bu kadar sık karşımıza çıkmamaktadır. 

Alışveriş bağımlılığı, kıyafet ‘bulimiası’

Bu ikna çabasının en somut görünen sonuçlarından biri de alışveriş bağımlılığı olabilir. Alışveriş, kokain, opiatlar ve nikotin gibi bağımlılık yapıcı uyuşturucular gibi, dolaylı veya doğrudan dopamin ödül sistemini uyarır. Bu his zamanla bağımlılığa dönüşebilir. Birçok kişi alışverişi sever ve belki kıyafetleri için fazlasıyla para harcar. Ancak bunlar her alışveriş yapanın bağımlı olacağı anlamına gelmez. Alışverişte kontrolü kaybetme, ödeyebileceğinden fazla harcama yapma, duyguların bir bastırma biçimi olarak alışverişe gitme gibi hisler bağımlılığa işaret olabilir. Özellikle çevrimiçi alışverişin kolaylaştığı koşullarda, alışveriş bağımlılığın kısa vadeli olumlu etkilerini görebiliriz. Yeni alınan beşinci forma ya da üçüncü spor ayakkabı bizi bir süre mutlu hissettirebilir. Dış ve iç dünyanın kaygılarından kısa sürekli uzaklaştırabilir. Ancak kaçınmak için alışverişle bastırdığımız duygular, suçluluk ve kaygıyla harmanlanarak yeniden gelebilir ve bu da tekrar alışveriş yapma arzusuna neden olabilir. 

Tıkınırcasına yeme davranışı gibi, tıkınırcasına alışveriş yapan, kıyafet bulimiasından mustarip kişi duygusal bir boşluğu doldurmaya, travmasına tepki vermeye, canını yakan duygulardan ve durumlardan kaçabilmek veya kontrolü yeniden ele alabilmek için satın almaya devam ediyor olabilir. Alışveriş bağımlılığı, kıyafetlere gereğinden fazla anlam yükleyerek onları bir sığınağa dönüştüren, çıkış yolunu arayan, acı içinde bir ruhun yardım çağrısı olarak duyulabilir. 

Esas mesele varlığımızı giydirebilmek! 

Birey özünü arar. Bazen, aradığı özün pahalı markaların kataloğunda, mağazaların vitrininde, gardırobunun içinde, kıyafetlerin arasında olacağını yanılgısına kapılır. Giydiği kıyafet parçasının onu saygıdeğer yapacağına, sevilmesini sağlayacağına, otoriter kılacağına veya eşsiz yapacağına inanır. Benliğini sağlamlaştırmak, kimliğini tamamlamak yerine, kıyafetlerini değiştirmek insana daha kolay gelir. Sabah uyanıp, üstümüzü değiştirmek için dolabı açtığımızda ya da o akşam yemeğe giderken söylenen “giyecek hiçbir şeyim yok” cümlesi, aslında “ol’acak hiçbir şeyim yok” cümlesine eşdeğerdir*. Bugün dönüşebileceğim, bugün oynayabileceğim bir özne yok; kim olacağımı bilmiyorum, demektir. Onlarca kıyafetin altında hala giyindiğimizi hissedemiyorsak, kim bilir belki de çıplak kalan kimliklerimizdir!..

Yeni kıyafet alırken sorulması gerekenler

Varlığımızı giydirebildiğimiz zaman, giysilerimizin yedek derimiz haline geleceğini görebiliriz. Bize destek, dış etkenlere karşı koruyucu, kimliğimizi yansıtmaya yardımcı olan ama boşlukları örtmek için giyilmeyen bir deri. Kendimize ait kimliğin inşası tamamlandığında, satın aldığımız kıyafetler satın aldığımız etiketlere veya rollere dönüşmekten ziyade benliğe destek ve ben olmaya süreklilik katabilecektir.  

Ben’e yedek derilerimizle destek olmaya çalışırken, satın alma duygumuzu her gün perçinleyen, bunu sistematik bir ihtiyaç gibi hissettiren sektöre rağmen yeni kıyafetler satın alırken kendimize sormamız gerekir: 

Kıyafetlerim dolaplarımdan taşarken, neden yenilerini satın almaya devam ediyorum?

Satın aldığım bir giysiyi ortalama yedi kez giyip, neden hemen yenisini alıyorum?

Satın almaya çalıştığım, aslında kimin ve neyin temsili? 

Satın aldığım imajlar, hangi kimliğinin yansıması? 

Bedenim yerine giydirmeye çalıştığım kim?.. 

* É Ricadat & L. Taïeb (2012). Rien à me mettre!: Le vêtement plaisir et supplice. Albin Michel.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ayşe Naz Hazal Sezen Arşivi