Cumhuriyet Dönemi Türkiye’sinde Resim -I

Görüldüğü gibi, Osmanlı padişahları arasında, İslam’ın -daha doğrusu çoğu yorumunun- insanların  resmedilmesine yönelik engelleyici tutumuna uyma kaygısı görmüyoruz, hiçbir Sultan portresinin yapılmasında dinen bir sakınca görmüş değildir

Bugün, bilim ve teknolojide, üretim ve ticarette, toplum ve devlet örgütlenmesinde, genel olarak zihniyette çağının çok gerisinde kalarak gitgide küçülmüş; geriye kalanı yayılmacı Batı tarafından yok edilmek üzereyken yurtsever kadroların öncülüğünde Anadolu halkının olağanüstü bir mücadeleyle  bağımsızlık savaşını kazanmasının, köhnemiş Osmanlı yerine çağdaş bir Cumhuriyet kurulmasının 100. yıl dönümünü anıyoruz. Değerini bilemedik ama kutlu olsun!

Allah’a Şirk Koşma

Cumhuriyet dönemi resim sanatını anlatmak için önce biraz geriye gitmek gerekir, çünkü Osmanlı’da -Batıdaki anlamıyla- resim sanatına yöneliş 18. yüzyıla dek uzanıyor. Minyatürü ayrı bir sanat dalı olarak dışarıda tutarak, Fatih’in Venedikli ressam Bellini tarafından resmedilmesiyle başlayan padişah portreleri dışında resim sanatı örneklerine rastlamıyoruz Osmanlı’da. Başlıca nedeni, Osmanlı’da, daha doğrusu İslam kültürünün egemen olduğu tüm bir coğrafyada resim ya da heykel yapmanın, her an bir İslam aliminin yorumuyla “put yapma”, “Allah’a şirk koşma” suçu kapsamına sokulabilecek bir eylem olması.

[İslam’daki put takıntısı, dinin doğduğu koşullardan kaynaklanan bir olgu. Pek çok kişinin sandığının tersine Kureyş kavmi Allah’ı tanımaz değildir, ama Allah tek tanrı değildir, her kadar en güçlü tanrı olsa da(1) yanı sıra geçmişten taşınan, daha önemsiz yerel kavim tanrıları da vardır ve doğal olarak Allah’la birlikte onların da putu yapılır ve tapılır. Dikkatinizi çektiyse, Kuran’da suçlanan ve lanet yağdırılan asıl kitle inançsızlar değildir, kalabalık bir inançsız kitlesi yoktur çünkü, Kuran’ın hedefi “şirk koşanlar” yani Allah’a ortak koşanlar, onun yanında başka tanrılara da tapanlardır. O yüzden bir yüzü resmetmek ya da bir insanın ya da daha genel olarak bir canlının heykelini yapmak çoğu zaman put yapmakla bir tutulmuş ve  daha sonraki dönemlerde bu yasağa, “yaratmanın yalnızca Allah’a özgü olduğu” biçiminde bir gerekçe de uydurulmuştur.]

Osmanlı Devleti’nin yedinci hükümdarı olan Fatih Sultan Mehmed, portresini yaptıran ilk padişahtır. Eser, 1480'de Venedikli ressam Gentile Bellini tarafından, diplomatik bir görev için bulunduğu İstanbul'da yapılmıştır. Bu dönem ve sonrasında Batılı anlamıyla bir resim sanatı uç vermese de, saray atölyelerinde çalışan nakkaşların, yağlı boya değil ama minyatür formunda padişah portreleri yapmayı sürdürdüğünü ve Osmanlı padişah portreciliğinin, 20. yüzyılın başına dek -her ne kadar saray sınırlarını aşmasa da-  canlı bir tür olarak devam ettiğini biliyoruz.

[Anlatılanlardan Osmanlı’da daha önce hiç portre yapılmadığı anlamı çıkmasın. Nakkaşlık yani minyatürcülük, Türklerin daha Orta Asya’dayken bildiği bir sanattır. Özellikle, İran etkisiyle şekillenmiş olsa da özgün bir sanat biçemi yaratabilen Selçuklu sanatı Osmanlı sanatında yoğun bir etkiye sahiptir.]

Batıya Yöneliş

18. yüzyılın ikinci yarısında ve 19. yüzyılda padişah portrelerinin giderek yaygınlaşması, bu portrelerin çeşitli devlet erkânına ve yabancı temsilcilere sunulduğunu gösterir. Artık portreler diplomatik amaçla, hatta propaganda niyetiyle de kullanılmaktadır. Sultan III. Selim, Avrupalı hükümdarlar için portre yaptırmanın bir güç simgesi, portre armağan etmenin de gelenekten olduğunu fark etmiştir. Sultan II. Mahmud’un, kıyafet reformundan sonra yeni üniformasıyla atlı ya da ayakta çok sayıda portresi yapılmış ve bunlar askerî ve idari binalara asılmaya başlanmıştır. Osmanlı padişah portrelerinde daha Batılı bir yönelimin görülmesi bu dönemdedir.

Nakkaş Nigari, Şehzade Selim, c.1561

II. Abdülhamid dönemininse Osmanlı padişah portreciliği açısından önemi ayrıdır; Sultan, yerli ve yabancı ressamlara önceki padişahların yağlıboya portrelerini yaptırır. Bu gelenek Sultan V. Mehmed Reşad ve VI. Mehmed Vahdeddin dönemlerinde de devam eder(2).

Görüldüğü gibi, Osmanlı padişahları arasında, İslam’ın -daha doğrusu çoğu yorumunun- insanların  resmedilmesine yönelik engelleyici tutumuna uyma kaygısı görmüyoruz, hiçbir Sultan portresinin yapılmasında dinen bir sakınca görmüş değildir.  O halde neden Osmanlı’da, birkaç yüzyıl geriden de olsa, Batı’daki resim sanatının evrimine koşut bir gelişime tanıklık etmiyoruz? Bunun için Batı’da resim sanatının gelişimine -ve ona yön veren toplumsal dönüşümlere- kısaca bakmamız gerek.

Avrupa’da 15. yüzyıla dek resim sanatı, temelde Kilise’nin en büyük sipariş veren olduğu, kilise, katedral ve şapeller gibi dinsel alanların Hristiyanlıkla ilgili görsellerle süslenmesine yönelik bir zanaat dalıdır daha çok. Resmin daha seküler bir nitelik kazanması ve bir sanat dalına dönüşmesi ancak merkantalizm ve onu izleyen sömürgecilik döneminin etkisiyle gerçekleşir. Kilise ve aristokrat sınıfı arasında uzun zamandır süren güç çekişmesi ve denge durumu, bu kez Kilise aleyhine bozulmuştur. Özellikle yeni ele geçirilen sömürgelerden gelen mal akışı sayesinde ticaretin büyük bir hacim kazanması, soyluların zenginleşmesi yanında, yeni bir kentsoylu sınıfının da ortaya çıkmasına yol açar. Birbirleriyle güç savaşımı içinde olan bu toplumsal sınıflar için resim, güç ve zenginliklerinin sergilenmesinin bir aracı olmuştur ki bu da Avrupa sanatının gelişmesindeki asıl itici güçtür.

Matrakçı Nasuh, Kanuni Sultan
Süleyman’ın İran Elçisini Kabulü, 1533-1536

Dört Cihanın Hükümdarları

Diğer yandan, en güçlü kralların bile otoritesini diğer soylularla paylaşmak zorunda kaldığı Avrupa’nın tersine Osmanlı hükümdarları tüm ülkenin tek sahibidir; tımar sistemi ile toprak bağışlanan aileler, savaş zamanlarında zenginlikleriyle orantılı sipahi asker verme zorunluluğu altındadır; üstelik bu sistemde verilen topraklar miras da bırakılamaz, padişah tımar sahibinin ölümünden sonra topraklarını yeniden birilerine verme hakkını saklı tutar. Bu yöntem, tımar sahiplerinin padişaha bağlılığını sağlarken bir yandan onun otoritesine başkaldırabilecek zengin bir sınıfın ortaya çıkmamasını da güvence altına alır. Geçmişte kimi araştırmacılar tarafından Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) olarak da adlandırılmış olan böylesi patrimonyalist(3) bir sistemde yeni toplumsal sınıfların ortaya çıkması, padişah otoritesine ortak olmaları olanaksızdır. Yine Avrupa’daki, bilim ve teknolojideki gelişmelerden yararlanarak kendi rekabet güçlerini arttıran güç odaklarının tersine, Osmanlı’da bilim ve teknolojiden, ileride başka ellere geçerek hanedana karşı kullanılabileceği korkusuyla adeta sakınılmıştır. İki yüzyıl boyunca yanı başındaki gelişmeleri doğru okuyamayan, toplumsal ve teknolojik olarak zamanda donup kalan Osmanlı, kendi sonunu böyle getirir.

Yaşanmaya başlanan toprak kayıpları yüzünden, Osmanlı 18. yüzyıldan başlayarak ne kadar geri kaldığını fark ederek Batı’nın kurum ve teknolojilerinin örnek alınmasına yönelik çabalar göstermeye başlar. Osmanlı’da Batılı anlamıyla resim sanatının ilk örnekleri bu yönelişten sonradır. Onu da haftaya anlatalım.

Son söz olarak, Cumhuriyet, gücün bir kişi ya da aileye değil tüm ulusa yayıldığı, yasalar önünde herkesin eşit haklara sahip olduğu yönetim biçimlerine verilen ad. Monarşiden Cumhuriyet’e geçişimizin bir yüzyıl sonrasında hala Cumhuriyet’le yönetildiğimizi düşünüyor musunuz? Cumhuriyet’i tanımlayan bütün kurumların yok edildiği ya da içi boş bir kabuğa dönüştürüldüğü; ulusu temsil etmesi gereken TBMM’nin göstermelik hale getirildiği; gücün tek elde toplandığı ve padişahları kıskandıracak ölçüde keyfileştiği; yer üstü ve altı her zenginliğimizin iktidar ve ona yakın olanlarca iştahla yağmalandığı; bırakın yasayı Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını bile tanımayan, anayasada yazılı en basit gösteri hakkını kullananın bile kodesi boyladığı; iktidar karşıtlarının, bırakın hukuk mezunu olmayı, kazara elinde herhangi bir “Hukuka Giriş” kitabı tutmuş birinin bile saçmalığını ilk bakışta anlayacağı uydurma kanıtlarla ömür boyu hapis cezasına çarptırıldığı bu yönetime hâlâ Cumhuriyet diyebilir miyiz sizce?

“Cumhuriyet Bayramınız kutlu olsun” ya da “İyi Bilirdik”, hangisini seçerseniz…

  1. “Allah” sözcüğü muhtemelen “El İlah” yani “asıl tanrı”, “baş tanrı”dan gelir; “İlah” sözcüğü de İbranice “Eloah” ve Aramice “Elah”tan gelir ki bunların ikisi de Kenan baş tanrısı “El”den köken bulur.
  2. Ümit Kılınç, Osmanlı Padişah Portrelerine Dair Bir Değerlendirme, Milli Saraylar Sanat Tarih Mimarlık Dergisi (2021):81-95.
  3. Tüm iktidarın tek elde toplandığı, kamusal ve özel alanlar arasında bir ayrımın olmadığı, gücün keyfi olduğu bir yönetim biçimi; Max Weber tarafından tanımlanmıştır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Oğuz Pancar Arşivi