Cumhuriyet Dönemi Türkiye’sinde Resim-III

Yurda döndüklerinde, daha çok deneme yanılma yöntemiyle, Avrupa’da etkilendikleri tüm akımların izlerini taşıyan eserler üretmeye başlarlar

Cumhuriyet sonrası Türk resminin gelişimini izlemenin en iyi yolu sanatçı birliklerini tanımaktan geçiyor bence. Sanat konusunda benzer düşünceleri  taşıyan sanatçıların bir araya gelmesiyle oluşan bu türden topluluklar, Avrupa’da filiz veren İzlenimcilik, Dışavurumculuk, Dadaizm, Kübizm, Gerçeküstücülük gibi sanat akımları için kuluçka olmuşsa da aynı şey genç Türk resim sanatı için geçerli değildir. Oluşan sanatçı toplulukları, ortak bir anlayışın somutlaşmasından çok ressamların bir arada daha güçlü olabilecekleri ve seslerini daha çok duyurabilecekleri düşüncesinin bir sonucu.

Müstakiller

1929’da Cumhuriyet’in ilk sanatçı topluluğu olan ve kısaca “Müstakiller” olarak anılan Müstakil Ressamlar ve Heykeltraşlar Birliği kurulur. R. Fazıl Epikman, Cevat Hamit Dereli, Şeref Kamil Akdik, Mahmut Fehmi Cuda, Nurullah Cemal Berk, Hale Asaf, Ali Avni Çelebi, Ahmet Zeki Kocamemi, Muhittin Sebati, Ratip Aşir Acudoğlu ve Fahrettin Arkunlar gibi adları içinde barındıran topluluğun çoğunluğunu Fransa ve Almanya’da eğitim almış genç sanatçılar oluşturmaktadır. Bunlar, daha önce eğitim aldıkları hocaları İbrahim Çallı, Hikmet Onat, Nazmi Ziya ve Hüseyin Avni Lifij’den daha farklı bir kulvara yönelmiş olarak dönmüşlerdir yurda. Topluluğa üye ressamların eserlerine baktığımızda ilk göze çarpan biçemlerinin bir tür kolaj olmasıdır. Böyle olması da doğal çünkü Avrupa’da resim sanatının en canlı olduğu, neredeyse onar yıl ara ile yeni akımların ortaya çıktığı bir dönemde orada bulunmuşlardır ve oradaki akımlara can veren toplumsal/tarihsel gelişmeler Türkiye’dekinden çok daha farklıdır; yurda döndüklerinde, daha çok deneme yanılma yöntemiyle, Avrupa’da etkilendikleri tüm akımların izlerini taşıyan eserler üretmeye başlarlar.

Selma Gürbüz, Plaj, 2010

[Unutulmamalı ki, yüzyıllar boyunca Batı sanatına sırasıyla egemen olan, Rönesans, Barok, Rokoko, Neoklasisizm, Romantizm ve Gerçekçilik gibi akımlar, kimi idealize ederek, kimi süsleyerek kimi de olduğu gibi resmederek dış dünyayı konu edinmişlerdir. Sanatçının, dünyayı olduğu gibi değil de kendi gördüğü gibi resmettiği, ilk öznel akım olan İzlenimcilik’in, Batı’da bireyselliğin değer ve önem kazandığı bir dönemle örtüşmesi rastlantı değildir. Sonrasında onu izleyecek Dışavurumculuk’la daha da güçlenecek olan bu eğilim, bırakın bireyselleşmeyi henüz bir ulus kurma aşamasında olan Türkiye için fazlaca erken kalır elbette.]

D Grubu

Eserlerinde Gerçekçilik dışında mutedil bir Dışavurumculuk, Fovizm ve Konstrüktivizm etkileri görülen “Müstakiller”i, 1993’te kurulan “D Grubu” izler. İzlenimcilik akımına karşı çıkan topluluk, Kübizm ve Konstrüktivizm akımlarından etkilenerek geometrik kompozisyon, sağlam desen, renk ve ritim gibi plastik unsurlara önem verir. Topluluğun kurucuları arasında Abidin Dino, Cemal Tollu, Elif Naci, Nurullah Berk, Zeki Faik İzer ve Zühtü Müridoğlu yer alır. İlerleyen yıllarda Bedri Rahmi Eyüboğlu, Turgut Zaim, Eren Eyüboğlu, Eşref Üren ve Fahrunnisa Zeid gibi önemli sanatçıları da bünyesine katan “D Grubu” 1947’de dağılır. Topluluk, geleneksel Türk sanatı, Anadolu kültürü, halk sanatı, mitoloji ve tarih gibi kaynaklardan beslenerek Türk resim sanatının kendi kimliğini bulmasına katkı sağlamıştır. En tanınmış eserler arasında Abidin Dino’nun “Açlık”, Cemal Tollu’nun “Yeldeğirmeni”, Elif Naci’nin “Kadın Yüzü”, Nurullah Berk’in “Kızılçullu Köprüsü”, Zeki Faik İzer’in “Köyde Düğün”, Zühtü Müridoğlu’nun “Atatürk Büstü”, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun “Kuş Evleri”, Turgut Zaim’in “Köyde Düğün”, Eren Eyüboğlu’nun “Köy Düğünü”, Eşref Üren’in “Köyde Çocuklar” ve Fahrunnisa Zeid’in “Soyut Kompozisyon”u sayılabilir.

[1940’lara dek resim sanatı devletin koruyucu kanatları altındadır dersek abartmış olmayız. Bu ilk dönemde sergilenen eserlerin neredeyse tek alıcısı, başta Milli Eğitim Bakanlığı olmak üzere, devlettir. Genç ressamların yarattıkları eserlerin asıldığı yerler, çoğunlukla okulların ve diğer devlet dairelerinin duvarlarıdır. Ancak 1950’lerden başlayarak bankaların da resim sipariş etmeye başlamaları ve özel sergi salonları açmalarıyla bu durum biraz değişecektir. Zengin Türklerin, daha doğrusu bunların Batı’yla yakın ilişki içindeki küçük bir bölümünün, resme merak sarması bunlardan sonradır.]

Yeniler Grubu

Sonra gelen “Yeniler Grubu” 1940’ta kurulur ve toplumsal gerçekçi bir anlayışla resim yapmayı amaçlayan sanatçılardan oluşur. Topluluğun kurucuları arasında Selim Turan, Nuri İyem, Ferruh Başağa, Agop Arad, Avni Arbaş, Mümtaz Yener ve Abidin Dino vardır. Topluluk üyeleri Türkiye’nin sosyal ve siyasi sorunlarını, halkın yaşamını, savaşın acılarını, emekçilerin mücadelesini, kent ve doğa manzaralarını resmederler çoğunlukla. En bilinen eserler arasında Selim Turan’ın “Köylü Kadınlar”, Nuri İyem’in “Ekmek Kavgası”, Ferruh Başağa’nın “Köyde Düğün”, Agop Arad’ın “Savaş Kurbanları”, Avni Arbaş’ın “İstanbul”, Mümtaz Yener’in “Köyde Çocuklar” ve Abidin Dino’nun “Açlık”ının sayılabileceği topluluk 1947’de dağılır.

Bedri Rahmi Eyüboğlu, At Üstünde Aşıklar, 1940

Onlar Grubu

1942’de kurulan ”Onlar Grubu” adını Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun on öğrencisi tarafından kurulmasından alır. Türk resminde soyutlama ve deneysellik arayışının öncülerinden olan topluluğun kurucuları ve sonradan katılanlar arasında, Osman Zeki Oral, Mustafa Esirkuş, Fikret Otyam, Nedim Günsür, Turan Erol, Leyla Gamsız, Hulusi Sarptürk, Fahrünisa Sönmez, İvy Stangali, Fikret Alpe, Saynur Kıyıcı, Hayrullah Tiner, Gönül Tiner, Mehmet Pesen ve Meryem Özacul gibi adlar bulunur. Batı sanat biçimleriyle Anadolu’nun geleneksel sanat unsurlarını harmanlamak ve Türk resmine özgün bir kimlik kazandırmak amacıyla çalışan topluluk, ortak bir sanat biçemi geliştirmek amacıyla bir araya gelmesiyle de öncekilerden ayrılır.

İstanbul Grubu

1950’de Bedri Rahmi Eyüboğlu, Eren Eyüboğlu, Ferruh Başağa, Cihat Burak ve Elif Naci gibi önemli ressamlar tarafından kurulan İstanbul Grubu, Türk resmindeki modernleşme sürecine ve geleneksel Türk sanatının çağdaşlaşmasına katkıda bulunmuştur. Geleneksel Türk motiflerini modern sanat anlayışıyla birleştirmeye çalışan topluluk üyeleri, Osmanlı dönemi ve Türk geleneksel sanatına ait izler taşıyan eserler üretirler. Bunlar arasında Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun seramik, Elif Naci'nin minyatür gibi geleneksel sanat dallarını modern resimle birleştirme çalışmaları dikkat çekicidir.

Görüldüğü gibi kimi sanatçı adları birden fazla toplulukta yer alıyor; bunun temel nedeni bu sanatçıların hâlâ bir ölçüde biçem denemelerini sürdürüyor ve kendi özgün sanat anlayışlarını aramakta olmalarıyla açıklanabilir. Zaten Batı dünyasında da 1940’lardan başlayarak yeni sanatçı toplulukları neredeyse hiç görülmez. Soyut Dışavurumculuk, Pop-Sanat ve Minimalizm gibi 1940 sonrası sanat akımları bir sanatçı topluluğunun manifestosu olarak ortaya çıkmamıştır ve bireyseldir. Aynı eğilim Türkiye’de de görülür, yukarıda başlıcalarını saydığımız sanatçı topluluklarına benzer yapılanmalar 1960’lar sonrasında pek görülmez, görülenler de kapsam ve etki olarak sınırlıdır.

Fikret Mualla

Topluluklar dışında, önemli bazı ressamları da anmadan geçemeyiz. Soyut ve gerçekçi bir üslupla kent kültürünü yansıtan eserleriyle Burhan Doğançay, pek çok biçemi denese de insancıl bakış açısını hep koruyan Abidin Dino, mistik ve simgesel bir dil yaratan Erol Akyavaş, soyut sanatın önde gelen isimlerinden biri olan Nejad Melih Devrim, canlı ve zorlu yaşamını resmine yansıtan dışavurumcu Fikret Mualla, Nazım Hikmet’in “Köylü ressam” diye çağırdığı İbrahim Balaban, gerçeküstücü bir biçemle fantastik ve mitolojik temaları işleyen Komet, toplumcu gerçekçi eserleriyle Nuri İyem, Soyut Dışavurumculuk akımında eserler veren Ferruh Başağa, kadın bakış açısının temsilcisi Türkân Rado, karmaşık ve son derece ayrıntılı kompozisyonlarıyla Selma Gürbüz,   kullandığı farklı tekniklerle çağdaş sanatın bayraktarlarından Bedri Baykam bu sanatçılar arasında yer alır.

Türk resim sanatının gelişimini kabaca anlatmaya çalıştığım yazı dizisi bununla sona eriyor; çok üstünkörü olduğunu biliyorum, adı anılan kimi sanatçıları anlatmak için ayrı birer yazı gerekir. Ben Türk resim sanatının yolculuğunu başarılı bulanlar arasındayım; kalkıştıkları işin son derece zorlu olduğunun farkındayım çünkü. Japon resim sanatının kökleri üç bin yıl öncesine uzanıyor; neredeyse beş yüz yıl boyunca, sayıları yirmiyi bulan çırakların ustalarından sanatın inceliklerini bir meslek disipliniyle öğrendikleri, kendi de bir sanatçının yanında yetişen ustanın tüm birikimini çıraklarına devretmesiyle gelişen Batı sanatının başardıklarını Türk ressamların sıfırdan başlayarak yakalaması neredeyse olanaksız. Yalnızca o da değil, büyük kısmının evindeki tek resim “Geyikli duvar halısı”yla sınırlı bir toplumda resmin gelişmesi elbette zorlu bir süreç olacaktı ki öyle de oldu.

Çığlık

Bugün son derece iyi eğitimli ve yetenekli genç ressamlarımız var; geride beslenebilecekleri bir Türk resim sanatı geleneği de oluştu. Bana göre, onların şanssızlığı resim sanatının topluma etki etme özelliğini geçmişe oranla  büyük ölçüde yitirmesi. Bununla ne demek istediğimi bir örnekle açıklamama izin verin. Edvard Munch’ün 1893 tarihli “Çığlık”ını bilirsiniz, resimde tahta bir gezinti iskelesi üstündeki ana karakterin attığı çığlığı görürüz (aslında Munch çığlık atanın karakter değil tüm dış dünya olduğunu söyler sonradan); resimdeki çığlığın, öncesinde hiç yaşanmamış bir hızla gelişen ve değişen uygarlığın birey üzerinde yarattığı baskı, endişe ve tepkiyi yansıttığı düşünülür. O dönem izleyicileri resmi ilk gördüklerinde ne anlatmak istediğini anlamış olmalı, çünkü onların da deneyimlediği bir durum anlatılmaktadır. Eserin Norveç dışında diğer Avrupa ülkelerinde algılanışı da benzer olmalı diye düşünüyorum, içinden geçtikleri dönem, yaşadıkları benzerdir çünkü. Bu şekilde sanatçı son derece bireysel çalışmasıyla toplumsal bir yansıtma görevini yerine getirmektedir. Günümüzde eksik olanın bu türden bir toplumsal karşılık olduğunu düşünüyorum. Neoliberalizmin özellikle 1980’lerden sonra gemi iyice azıya almasıyla, mikro kültürel-etnik-dinsel-cinsel kimliklere parçalanan ortak algının, ortak bir toplumsal sanat beğenisini de olanaksız kıldığını ve sanatçıyı yalnızlaştırdığını düşünüyorum.

Önceki yazılardan hatırlayabilirsiniz, fotoğrafın icadının, yeni sanat akımlarının doğumuna büyük etkisi olduğunu söylemiştik; öyle ya, fotoğraf denilen şey varken dış dünyayı olduğu gibi resmetmeye çalışmanın ne anlamı vardı. Oysa şimdi, özellikle dijital sanatın yaşamımıza girmesiyle birlikte, bildiğimiz resim  sanatının endüstriyel gıda ürünlerine karşı ev yapımı gıda konumuna düştüğü açık; hâlâ değerli ancak biricik değil. Eskiden üstünde aylarca çalışılan bir resmin bir bilgisayar yazılımıyla saatler içinde yaratılabildiği günler bile geride kaldı. Artık programı kullanmayı bilmeniz bile gerekmiyor; ekran başında “Viktoryen tarzı bir bahçe içinde arkası dönük bir kadın, Delvaux ve Hammershøi tarzı, bitki örtüsü mavi-yeşil, gri tonlar baskın, yalnızlık ve kasvet” yazdığınızda, yapay zeka yazılımı saniyeler içinde tam da tarif ettiğiniz özelliklere sahip bir resmi ekranınıza getiriveriyor. Peki bu bir sanat eseri mi, yanıtınız “evet”se komutu yazmak dışında bir şey yapmayan kişi bir sanatçı mı? Günümüzün, sanatın ne olduğu konusunda kafası karışmış dünyasında genç sanatçılarımızın öne çıkabilmesi ancak çok çarpıcı ve yenilikçi bir anlayış geliştirmeleriyle olanaklı görülüyor. Yolları açık olsun.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Oğuz Pancar Arşivi