“ERDOĞAN ARAPLAŞMAYI SAVUNUYOR ABDÜLHAMİD İSE ARAPÇA BİLE BİLMİYORDU”

Zülfü Livaneli’nin II. Abdülhamid’in Selanik’e sürgüne gönderildiği dönemi anlattığı ‘Kaplanın Sırtında’ kitabı yayımlandığı günden bugüne çok tartışıldı. Onu Jön Türkleri karalamakla suçlayanlar da oldu, ‘Kızıl Sultan’ lakaplı Abdülhamid’i övdüğünü söyleyenler de… Zülfü Livaneli tüm bu eleştirileri beklediğini, II. Abdülhamid üzerinden çok keskin şekilde ayrışan iki kamp olduğunu belirtiyor. “Bazı çevreler Abdülhamid’i kötü bir karikatüre indirmemi bekliyordu muhtemelen. Bazı çevreler ise Abdülhamid’in haklı olduğuna dair bir anlatı bekliyordu. Ben bir roman yazdım, tarihi bir roman yazdım ve o dönemin ruhunu hissettirmek istedim okura. Tarihi şahsiyetlerle bir kavgam yok. Kimseyi haklı ya da haksız çıkarmaya çalışmıyorum.”

Bugün AKP’nin kendisine referans aldığı Abdülhamid nasıl bir sultandı? TRT’de yayımlanan Osmanlı dizilerinde olduğu gibi elçileri tokatlayan, İslam için mücadele eden bir padişah mıydı?  Yüzünü doğuya mı dönmüştü? Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve Abdülhamid arasında ne tür benzerlikler yahut farklılıklar var?Osmanlı’ya sahip çıktığını söyleyen ve laik Cumhuriyet’i “100 yıllık bir parantez” olarak değerlendiren AKP yönetimiyle ilgili Livaneli, Osmanlı’nın son 150 yılı Batılılaşma gayretiyle geçmişti ve bu konuda çok ciddi de mesafe kaydedilmişti. Padişahlar ve hanedan üyeleri yüzünü Batı’ya dönmüştü. AKP ise yönünü Araplara çevirmiş durumda. Dolayısıyla Osmanlı’nın son 150 yılıyla AKP arasında bir benzerlik yok.” diyor. İktidarın bilinçli bir şekilde Araplaşmayı savunduğunu belirten Livaneli, Abdülhamid’in doğru dürüst Arapça bile bilmediğini söylüyor. “Hatta onu şeyhülislam fetvasıyla tahttan indiriyorlar. O fetvada sultan, İslam’a zarar vermekle hatta Kur’an’ı yasaklamakla suçlanıyordu. Neden böyle bir suçlama yapılmış olabilir? Çünkü ulema takımı Abdülhamid’in zevklerinin Batılı olduğunu görüyordu. Hilafeti de bir silah, politik bir araç olarak kullanıyor. Fakat AKP temsilcilerinin ve Tayyip Erdoğan’ın durumu böyle değil.”

Zülfü Livaneli ile çok tartışılan ‘Kaplanın Sırtında’ kitabını konuştuk.

‘Kaplanın Sırtında’ belgelere, anılara dayanan tarihi bir roman. Çok tartışılan ve bugün

siyasî iktidar tarafından referans alınan bir sultanın dönemini ele alıyorsunuz. Neden

Sultan Abdülhamid’i yazmak istediniz? Çıkış noktanız neydi?

Üç kıtaya hükmeden koca bir imparatorluğun başındaki padişah, aynı zamanda “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” diye bakılan bir İslam halifesi; 33 yıllık saltanatının sonunda bir gece yarısı apar topar tahttan hal’ edilip, yani indirilip sürgüne yollanıyor. Tabii bu, bir romancı için son derece ilginç bir hikâye ortaya çıkarıyor. II. Abdülhamid, o kudretli padişah; çoluğu çocuğu ve maiyetiyle birlikte bir trene bindirilip, Selanik’te boş bir köşke kapatılıyor resmen. Orada aç kalıyorlar, dış dünyayla irtibatları kesiliyor ve her an idam edilme korkusu altında çok sancılı günler geçiriyorlar. Ben bu ruh hâlini anlayabilmek, bu insanlarla empati kurabilmek istedim Kaplanın Sırtında’da.

Kitaptan sonra pek çok eleştiri de aldınız. Tüm bu eleştirileri bekliyor muydunuz?

II. Abdülhamid üzerinden çok keskin şekilde ayrışan iki kamp olduğunu elbette biliyordum. Dolayısıyla bu eleştirileri bekliyordum tabii. Bazı çevreler Abdülhamid’i kötü bir karikatüre indirmemi bekliyordu muhtemelen. Bazı çevreler ise Abdülhamid’in haklı olduğuna dair bir anlatı bekliyordu. Ben bir roman yazdım, tarihi bir roman yazdım ve o dönemin ruhunu hissettirmek istedim okura. Tarihi şahsiyetlerle bir kavgam yok. Kimseyi haklı ya da haksız çıkarmaya çalışmıyorum. Romanımın eleştirilmesi beni mutlu eder, bundan yararlanırım da. Fakat kişisel saldırılara çok kulak asmıyorum. Bununla birlikte son derece olumlu yorumlar alıyorum genel olarak. Gerek okurlar gerekse kültür, tarih ve siyaset alanında önde gelen isimler beni son derece mutlu eden mesajlar iletiyorlar bu romanla ilgili. Kafalarında her konuya ilişkin basit klişeler bulunan insanlar ise beni ilgilendirmiyor.

ROMANIN HAZIRLIĞI BEŞ YIL SÜRDÜ

Tarihî bir roman olduğu için gerçeklikle roman öğeleri bir arada. İkisi nasıl ayrılıyor? Abdülhamid’in hikâyesini yazarken zorlandınız mı?

Bu tarz bir roman yazarken gerçekle kurguyu ayırt etmek önemli tabii. II. Abdülhamid de kitaptaki diğer karakterler de gerçek, bu yüzden temel doğruları özenle muhafaza etmeye gayret ettim. Buradaki maharet, karakterlerin psikolojilerini yansıtacak sahneleri başarıyla ortaya koyabilmekte yatıyor. Ben bunun için gayret ettim. Yaklaşık beş yıllık bir hazırlık sürecim oldu Kaplanın Sırtında için ve döneme hâkim oldum diyebilirim. Çok titiz ve uzun bir çalışma oldu, ancak yazarken zorlanmadım.

Kitabı yazarken pek çok kaynağın yanı sıra II. Abdülhamid ve ailesine bakan Askerî Hekim Atıf Hüseyin Bey’in anılarından yararlandığınızı yazıyorsunuz. Bu anıları okurken en çok ne dikkatinizi çekti?

II. Abdülhamid’le ilgili araştırma yaparken en çok dikkatimi çeken hususlardan biri sahte hatıratların ve söylentilerin bolluğu oldu. Ben gerçek ve güvenilir kaynaklara dayanmaya büyük özen gösterdim. Yerli ve yabancı birçok kaynağı inceledim. Abdülhamid’in Selanik sürgünü dönemiyle ilgili en önemli kaynakların başında da Hekim Yüzbaşı Atıf Hüseyin Bey’in hatıratı geliyor elbette. Ayrıca padişah ve maiyetinin Selanik’teki ilk aylarında muhafız komutanı olarak görev yapan Ali Fethi Okyar’ın hatıratı da zengin ve sahih bir kaynaktır bu döneme ilişkin. Abdülhamid’in kızları Ayşe ve Şadiye Sultan’ın yazdıkları ile o sırada çok küçük olan Şehzade Abid Bey’in daha sonra anlattıkları da var. Bunlar hiç kimsenin itiraz edemeyeceği kaynaklar. 

Hüseyin Atıf Bey’in anılarını okumak çok ilginçti gerçekten. Nefret ettiği padişahın sağlığını korumakla görevlendirilmesi, hemen her gün görüşüp bütün sırlarını öğrenmesi, korkularını görmesi ve zamanla ikisinin de birbirini dönüştürmeye başlaması romanın da ana gövdesini oluşturdu. Doktorun günlüklerinde, bugün hâlâ siyasi tartışma konusu olan padişahı da görüyorsunuz; evhamlı, ölüm korkusu ve kuşkular içinde yaşayan Abdülhamid’i de. Bunu izlemek ve roman kurgusu içerisinde ele almak çok keyifli oldu benim için.

“ABDÜLHAMİD ÇELİŞKİLERLE DOLU”

II. Abdülhamid; basına uyguladığı sansürle, Mithat Paşa’yı sürmesi ve sürgündeyken öldürtmesiyle tanınan ve herkesin peşine bir zaptiye memuru diken, her yerde kulağı olduğu bilinen bir sultan. Kitabınızda doktorla olan konuşmasında da sanki hiç öyle değilmiş gibi bir portre çiziyor. Bunu söylerken bir yandan da okur olarak aslında politik manevralarla işini gördüğünü anlıyoruz.  Onunla ve ailesiyle ilgilenen doktor da tanıştığı Abdülhamid’i farklı buluyor. Yazmaya başlamadan kafanızda nasıl bir Abdülhamid vardı? Tüm bu kaynakçaları okuyup kitabı tamamladığınızda nasıl bir Abdülhamid’le karşılaştınız?

Abdülhamid çelişkilerle dolu bir insan. Ve benim gördüğüm en az iki Abdülhamid var. Bugün de siyasi tartışmalarda sıkça anılan, ya yerin dibine sokulan ya da göklere çıkarılan bir Abdülhamid’le birlikte bir de ölümden inanılmaz derece korkan bir insan var. Romanda Ali Fethi Bey’in ağzından ifade ettiğim gibi, ölüm korkusundan kurtulmasının tek yolu var; o da ölmesi neredeyse. Elbette imparatorluğun siyasi durumu ve padişahın vehimli kişiliği, üzerindeki baskıyı artırıyor. Hafiye düzeninin inanılmaz baskıları da tebaayı ve devlet insanlarını paranoyaya varan bir korkuya sürüklüyor. Kitapta bu konuda akıl dışı örnekler mevcut. Abdülhamid’le ilgili esas tartışılması gereken şey, onun bu şekilde ülkenin sosyal sermayesini, aydınını tüketmiş olması bence. Toprak kaybından çok daha önemli bir konu bu. 

Bir romancı olarak padişahlık ve halifelik gibi yüce makamların ardındaki “insan”ı görmeye ve okura sunmaya gayret ettim. Abdülhamid’in en iyi bildiği şeylerin başında siyasî manevra yapmak ve entrika geliyor. Mesela harpten hiç hazzetmiyor, her konuda diplomasiye başvurmaya meylediyor. Fakat tabii arka planda entrikalar çevirmekten de geri durmuyor. Ülkeleri, farklı grupları ve insanları bu şekilde birbirine düşürmeyi başarıyor.

“PADİŞAHLAR, HANEDAN ÜYELERİ

YÜZÜNÜ BATIYA DÖNMÜŞTÜ”

AKP’nin Sultan Abdülhamid’i bu kadar sahiplenmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? İstanbul’un fethiyle ilgili sultanın tutumu bile AKP iktidarıyla benzeşmiyor. Sadece din olgusu mudur onları birleştiren. Ne dersiniz?

Tarihsel kişilikler üzerinden bugün siyaset yapmak hem yanlış hem de yakışıksız bir durum bana kalırsa. Modern dünyaya ayak uydurmaya gayret edeceğimize bir asır önce kim haklıydı kim haksızdı gibi kısır tartışmalara girmek toplumsal olarak da sıkıntılı bir durum yaratıyor. Ülkemizdeki 20 yıllık iktidarın bir iddiası var: “Osmanlı şeriat devletiydi, büyük atalarımız vardı. Sonra birileri geldiler, dinimizi ve dilimizi değiştirdiler. Şimdi biz tekrar o geçmişe döneceğiz ve 100 yıllık parantezi bitireceğiz.” Ben, Osmanlı’nın AKP’nin anlattığı gibi bir yapı olmadığını da ortaya koymak istedim bu romanla. Osmanlı’nın son 150 yılı Batılılaşma gayretiyle geçmişti ve bu konuda çok ciddi de mesafe kaydedilmişti. Padişahlar ve hanedan üyeleri yüzünü Batı’ya dönmüştü. AKP ise yönünü Araplara çevirmiş durumda. Dolayısıyla Osmanlı’nın son 150 yılıyla AKP arasında bir benzerlik yok. Buna din olgusu da dahil.

O dönemin siyasi geleneğiyle bugünü kıyasladığınızda ne tür farklılıklar görüyorsunuz? AKP’nin Osmanlı hayranlığı ve onu yeniden yaşatma çabası (diziler, filmler, mehteran takımı, huzurdan çekilme, görevden affını isteme gibi ifadeler vb.) sadece İslamcı bir politikanın sonucu olabilir mi?

İktidar, bilinçli bir politika ile Doğu’ya kaymayı hatta Araplaşmayı savunuyor. Burada kendilerince referans aldıkları şahsiyetlerin başında da II. Abdülhamid geliyor. Fakat çok ilginç bir şey söyleyeyim: Abdülhamid doğru dürüst Arapça bile bilmiyordu. Hatta onu şeyhülislam fetvasıyla tahttan indiriyorlar. O fetvada sultan, İslam’a zarar vermekle hatta Kur’an’ı yasaklamakla suçlanıyordu. Neden böyle bir suçlama yapılmış olabilir? Çünkü ulema takımı Abdülhamid’in zevklerinin Batılı olduğunu görüyordu. Onun çelişkili kişiliğine uygun olacak şekilde özel hayatında Avrupalı bir insan görüyoruz. Ama hilafeti de bir silah, politik bir araç olarak kullanıyor. Fakat AKP temsilcilerinin ve Tayyip Erdoğan’ın durumu böyle değil. Onlar bu ülkede Arap kültürünü hâkim kılmak istiyorlar. Abdülhamid’in asla öyle bir emeli olmamış.

“ABDÜLHAMİD HİLAFETE SARILIYOR”

Kitabın bir bölümünde doktor önemli bir soru soruyor kendi kendine. “Kalkınmak için Avrupa yoluna girilmesi şart diyordu, İslamcılık politikasını niçin yıllar boyu sürdürdü?” Abdülhamid bu politikayı neden sürdürüyor?

Abdülhamid’in kendisi Avrupai ama siyaseti İslamî idi. Bunun tarihsel bir arka planı da var elbette. III. Selim’den itibaren bir Batılılaşma çabası görülüyor imparatorlukta. Fakat bu çabanın karşısında iki büyük engel var: Bunlardan biri içerideki “ulema” takımı, diğeri de bizzat “Batı”. Batı neden Osmanlı’nın medeni dünyaya yaklaşmasının karşısında peki? O dönem bilinen petrolün yüzde 55’i imparatorluk sınırları içerisinde de ondan. Bu kaynakları ele geçirmek istiyorlar. Zaten sonunda da istediklerini alıyorlar.

Abdülhamid de bir Batılı gibi yaşamasına ve imparatorluğun medeni dünyaya yakınlaşması gerektiğini görmesine rağmen elinde kalan son silaha, yani hilafete sarılıyor. Fakat halife olarak İslamcı bir politika güderken; eğitim sisteminde reform yapmak, demiryolları inşa ettirmek ve telgraf sistemini geliştirmek gibi birçok yeniliğe de imza atıyor. Zaten amcası Abdülaziz’in padişah olarak yaptığı Avrupa gezisine de bizzat katılmış Abdülhamid. Orada farkın ne kadar açıldığını da net olarak görmüşler. Bunları görünce biz nerede hata yaptık diye kendilerini sorgulamaya başlıyorlar. II. Mahmut döneminden itibaren bu konuda bir çaba var zaten. Fakat gelip kayaya tosluyor her seferinde.

Sultan Abdülhamid “Benim gibi harpten, adam öldürmekten çekinen bir adamı Kızıl Sultan ilan ederken Leopold’a medeni dediler. Ya Rus Çarı’na ne demeli? O da Hristiyan olduğu için hoş görüldü.” diyor. “Bu asrın tek suçlusu ben miyim?” diye soruyor.  Kendisiyle bir hesaplaşması yok değil mi? Doktorla olan sohbetinde de bu dikkat çekiyor.

II. Abdülhamid her şeyi çok sinsice ve el altından yapan bir insan. Dolayısıyla yaptıkları konusunda kendisini temize çıkarmaya da çok gayret ediyor. Mithat Paşa’nın ölümüyle ilgili de sorumluluk kabul etmiyor hiçbir zaman. Fakat Sadrazam Mithat Paşa’yı gözlerden uzak bir yere sürüp, bir süre sonra da öldürttüğünü hepimiz biliyoruz.

Aslında savaş insanı da değil. Harpten nefret ederim diyor. Fakat tahta çıktığında 93 Harbi’ni kucağında buluyor deyim yerindeyse. 93 Harbi de o kadar feci bir duruma soktu ki imparatorluğu… Yıkım orada başladı. Bu arada dünya düzeni de değişmekte, imparatorluklar çağı kapanırken ulus devletler çağı başlamakta bir yandan. Dolayısıyla ben ne yaptıysam imparatorluğun selameti için yaptım diyor. Dediğim gibi kendisini temize çıkarmaya gayret ediyor.

20 yıldır süren iktidarın ana referansı Abdülhamid olmasaydı bu romanı yazar mıydınız?

Elbette. Beni insan hikâyesi ilgilendirdi daha çok.

OSMANLI AİLESİ DİŞLERİNİ KENDİLERİ ÇEKERDİ”

Romanınızda sultanın kendi kendisini tedavi ettiğine dikkat çekiyorsunuz. Araştırmanız sırasında  farklı bilgiler edindiniz mi?

Tuhaf bir şey ama dağlama dışında kendi kendine bulduğu bazı yöntemler var. Aslında Osmanlı ailesi, hiçbir dişçi elinin ağızlarının içine değmesine izin vermemiştir. Gerektiğinde dişlerini kendileri çekerler.

Kendisine Sultan Abdülhamid’i referans alan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile II. Abdülhamid arasında ne tür benzerlikler/farklılıklar var?

Devir başka, koşullar başka, kişilerin yetişme tarzı başka. Ve tabii politikaları farklı.  Bence hiçbir benzerlik yok.

II. Abdülhamid’in Arthur Conan Doyle’nin Sherlock Holmes karakterine bu kadar düşkün olmasını nasıl yorumluyorsunuz?

Polisiye roman seviyor, operaya meraklı, kaliteli içkiler içiyor, değişik zevkleri olan bir insan.

ÇOK SATAN KİTAPLAR

1. Kaplanın Sırtında, Zülfü Livaneli

2. Gece Yarısı Kütüphanesi, Matt Haig

3. Melek, Terörist, Fahişe, Osman Balcıgil

4. İnsan Geleceğini Nasıl Kurar? İlber Ortaylı

5. Anne Beni İyileştir, M. Barış Muslu

Çocuk Kitapları

ÇALINAN TAÇ

Mark Twain

Mundi Kitap

Dilencilik yaparak hayatını kazanmaya çalışan Tom, yoksul bir ailenin çocuğudur. Ona ikizi kadar benzeyen ve aynı gün doğan Edward ise İngiltere’nin biricik veliaht prensidir. Birbirinden ayırmanın imkânsız olduğu bu iki çocuk bir gün karşılaşırlar ve sırf eğlence için elbiselerini değiş tokuş ederler. Prens olur dilenci, dilenci ise asil bir prens. İşte hikâye böyle başlar... İkisi de kurallarını hiç bilmedikleri yeni hayatlarında türlü macera yaşar. Dilenci Tom bir prens olmanın, sorumluluklar ve görevler altında ezilmenin ne demek olduğunu, Prens Edward ise yoksulluğun ve sefaletin zorluklarını deneyimler.

DEFİNE ADASI

Robert Louis Stevenson

Yapı Kredi Yayınları

Ailesinin işlettiği handa çalışan genç Jim Hawkins’in hayatı, eski bir denizcinin hana gelmesiyle değişir. Denizcinin ölümünün ardından Jim gizemli bir adada bulunan, korsanlara ait definenin yerini gösteren bir harita bulur ve arkadaşlarıyla defineyi bulmak için maceralı bir yolculuğa çıkar. Ancak alelacele bir araya getirilmiş tayfanın defineden haberdar olmasıyla işler çığırından çıkacak ve Jim kendini gemicilerin isyanından cinayetlere, güvenilmez arkadaşlardan deniz yolculuğunun talihsizliklerine, türlü türlü tehlikeyle sarılmış halde bulur.

HAVAYA BAK                                                                                                           

Hacer Kılcıoğlu

Günışığı Yayınları

Filipinler’den Çeşme’ye tatile gelen Eren’in karanlık korkusu… Yıldızlı bir gecede, gemi güvertesinde başlayan dostluğun telaşlı coşkusu… Göztepe-Karşıyaka otobüsünde kutlanan, lokma kokulu doğum gününün unutulmaz tadı… Uzun bir aradan sonra Berlin’den Alaşehir’e gelecek teyyareyi özlemle beklemenin hüznü… Güneşten yıldıza, buluttan gökkuşağına, yağmurdan fırtınaya sıçrayan öyküler, kuş kanadına takılıp gökyüzünde buluşuyor… Hacer KılcıoğluAydede Her Yerde’nin ardından yazdığı ikinci öykü kitabında bu kez hava koşullarıyla insanın duygu durumlarını buluşturuyor. Farklı yerlerden ve yaşamlardan çocukların başından geçen sıradan olayları, maceraları, olan bitenin onlara hissettirdiklerini muzip bir dille anlatıyor.

Haftanın Kitapları

BABAM SULTAN ABDÜLHAMİD

Ayşe Osmanoğlu

Timaş Yayınları

Zülfü Livaneli’nin Kaplanın Sırtında kitabında referans aldığı kaynaklardan birini listemize ekliyoruz. Abdülhamid’in kızı Ayşe Osmanoğlu’nun yazdığı ‘Babam Sultan Abdülhamid’. Meşrutiyet'le başlayan, 31 Mart ile devam eden ve tahttan azille son bulan çalkantılı bir devrin padişahı: Sultan II. Abdülhamid. İstanbul'da Yıldız Sarayı'nda başlayan, Selânik'te Alâtini Köşkü'ne uzanan ve yine İstanbul'da Beylerbeyi Sarayı'nda sona eren bir ömrün hikâyesi...
Kitapta unutulmuş saray âdetlerini, bayram sofralarını, Abdülhamid'in kişisel yaşamını ve döneme ilişkin pek çok ayrıntıyı okuyabilirsiniz.

EMİNE

Bir Göç Hikâyesi

Ülker Banguoğlu Bilgin

Yaşadığımız coğrafyada kiminin babası Rodos’tan, Girit’ten, kiminin annesi Makedonya’dan, Batı Trakya’dan koparılıp gelmiştir bu topraklara. Hepsinin gözleri nemlenir, uzaklara dalar zorla ayrıldıkları toprakların adı anıldığında. Dünyaya geldikleri, ilk nefeslerini aldıkları yerde olmamanın ince hüznünü taşır hepsi… Ve geride bıraktıklarının özlemini… Ülker Banguoğlu Bilgin, bu romanda savaşların sebep olduğu ayrılıkların, acıların, kapanmayan yaraların, dinmeyen özlemlerin hikâyelerini anlatıyor. Bütün bu dramatik olayların ortasında kalan insanların şaşkınlığına, çaresizliğine ve her şeye karşın dayanma gücüne tanık oluyoruz.

JAKOB’UN ODASI

Virginia Woolf

‘Jakob’un Odası’ Virginia Woolf'un gerçek anlamda ilk deneysel romanıdır. Roman, Kral Edward dönemi İngiliz toplumunu Birinci Dünya Savaşı'na bağlayan toplumsal değerlerin hem temsilcisi hem de kurbanı olan bir genç erkeğin portresidir. Jacob'un yaşamının seyrini izlerken çocukluğundan, Cambridge yıllarından, Londra'nın bohem çevrelerinden, Paris'ten, Yunanistan'a yaptığı bir geziden sona varırız. Woolf, karakter ve çevre yaratma konusundaki geleneksel yöntemleri kırılmalara uğratır, bozar. Jacob'un Odası, yazarın bir yapı, mimari bir uzman olarak tasarladığı bir romandır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Eda Yılmayan Arşivi