‘Faşizmin İlmihali’ 96 yaşında Yeni Hitler’leri anlama kılavuzu olarak ‘KAVGAM’

Hitler’in halkın büyük çoğunluğu sözün şiddetine boyun eğer sözü, yaşadığımız hayatın kahredici siyasi seyrine değgin de zihnimizde çağrışım ve anıştırmalar yapmıyor mu, yapıyor. Onun hayaleti, sadece üzerimizde kol gezmeyip bir siyasi söylem ve pratik olarak bugünümüzde ete-kemiğe bürünmüşçesine kendini hissettirmiyor mu, hissettiriyor. Ama bu çağrışımlar, anıştırmalar ve hissettirmeler, bir yandan da Hitler’in Berlin’de bir sığınağın odasında kendisine biçtiği sona ilişkin acımsı/acınası manzarayı akla getirmiyor mu, getiriyor.

Tam 96 yıl önce bugün, 18 Temmuz 1925’te Hitler’in kitabı Kavgam yayımlandı. Dolayısıyla bugün, modern dünya ve insanlık tarihi açısından, elbette hiç mi hiç “kutlu” olmamakla birlikte yine de çok önemli bir gün. Çünkü Kavgam, tam anlamıyla “geliyor gelmekte olan” mahiyetinde insanlığın önündeki 20 yılda, yani Hitler 30 Nisan 1945’te Berlin’deki sığınağında ağzına kurşun sıkarak intihar edene kadar sürecek bir utanç resmigeçidini önceden haber veren metindir.
Gerçekten Hitler, Kavgam’la göstere göstere gelmiştir. O yüzden Nazi Almanya’sını birinci elden yaşamış, gözlemlemiş, deneyimlemiş Amerikalı gazeteci William Shirer’in “Nazi İmparatorluğu” adlı abide eserinde kaydettiği gibi, “1933’ten önce Nazi olmayan Almanların çoğu ve dünyadaki devlet adamları, daha vakit varken bu kitabı okuyup incelemiş olsalardı, hem Almanya hem de bütün dünya bir felaketten kurtulmuş olurdu. Çünkü Adolf Hitler, ne kadar suçlanırsa suçlansın, iktidara geldiği zaman nasıl bir Almanya yaratacağını ve Alman ordularına dayanarak nasıl bir dünya kuracağını belirtmemiş olmakla suçlanamaz. Üçüncü Alman İmparatoğluğunun ve dahası Hitler’in 1939 ile 1945 yılları arasında Avrupa’da kurduğu barbar ‘Yeni Düzen’in plânı, bu açıklayıcı kitabın iki kapağı arasında, bütün korkunçluğuyla uzun uzun ve ayrıntılarıyla anlatılmıştır.”
Kitabının adını
Hitler koymadı
Kavgam, Hitler’in 1923 Kasım’ında Bavyera’da giriştiği ve fiyaskoyla sonuçlanan Birahane Darbesi’nin ardından yargılanıp beş yıl hapisle cezalandırıldığı ama sadece dokuz ay hapis yattığı Landsberg Kalesi’nde yazılmaya başlandı. “Yazılmaya başlandı” diyoruz çünkü kitap Hitler tarafından kaleme alınmamıştır. O söylemiş ve Birahane Darbesi’nde de yanı başında bulunup şimdi ona hapiste de eşlik eden yakın arkadaşı Rudolf Hess yazmıştır. Hess, hapisten sonra da Hitler’in söylediklerini yazmaya devam etmiş, müsveddeleri derleyip toplamış, kitaba çeki düzen vermiştir. Ayrıca Hitler’in bir başka yakın dostu, Yahudi düşmanı papaz Bernhard Stempfle dil yanlışlarını düzeltmekle kalmamış, Hitler’in bazı garip kelime ve cümlelerini atmış, yeni baskılarda da tashihler yapmıştır. Kavgam’da bu isimlerin emeğini-katkısını görmemek haksızlık olur. Hatta belirtmeden geçmemek gerekir ki hitabın adı bile Hitler’e ait değildir. O, kitabının adını “Yalanlara, Budalalığa ve Korkaklığa karşı Dört Buçuk Yıllık Savaş” koymak istemiştir. Bu kadar uzun, ağır, ürkütücü, stilistik açıdan itici ve elbette ticari açıdan da riskli bir başlığa itiraz eden yayım müdürü Max Amann, kitabın adını “Kavgam” (Mein Kampf) olarak kısalttı. Keşke hiç müdahale etmeseymiş demek geliyor insanın içinden değil mi?!..
Çok-satan az-okunan ‘Nazi İncili’
Kavgam’ın 1925’te yayımlanan ilk cildi 9473 adet sattıktan sonra düşüşe geçti. 1926’da 6913, 1927’de 5607, 1928’de iki cilt birden, hayal kırklığı yaratırcasına 3015 adet satmıştır. Bu şekilde ufak ufak sönümlenme yolundaki “şeamet bildirgesi”, gayet iyi tahmin edilebileceği üzere Nazi Partisi’nin yükselişe geçtiği 1930’larda adeta kanatlanıp uçmaya başladı. Önce 1930’dan itibaren partinin gelirleri arttığı için daha ucuza kitlelere sunulabilen kitabın satışı 50 binlere yükseldi. Ama elbette asıl patlama 1933’de Nazi Partisi’nin iktidara, Hitler’in de başbakanlığa gelmesinden sonra yaşandı. 1933’te 1 milyon satış rakamına ulaşıldı, Hitler’in de teliften cebi-cepkeni doldu taştı. Hitler telif hakkı yüzde 10’dan 15’e çıkan kitaptan 1 milyon markın üzerinde gelir elde ederek Almanya’nın en zengin ve milyoner “yazar”ı oldu!..
Kitabın Nazi Almanya’sındaki tek rakibi İncil’di ama Kavgam da aslında Naziliğin kutsal kitabı olarak İncil’le sadece maddi anlamda değil manevi anlamda da yarış ve rekabet içindeydi. Öyle ki evlenmelerde gelinle damada birer tane vermek (bereket-talih-mutluluk getirsin diye olsa gerek!) âdetten olmuştu. Evlerde de göze çarpan bir yerde bulundurulur, böylece o ev kendisini rahat, emin ve güvende hissederdi.
Bu bilgiler doğrultusunda Kavgam’ın bir “kitap” olmaktan çok bir “gösterge” olduğunu düşünmek de mümkündür. 1940’ta 6 milyon satış rakamına ulaşan bu “Nazi İncili”nin böyle çok satmakla birlikte ne kadar okunduğu hayli tartışmalıdır. Yukarıdaki bilgileri aktaran Shirer, pek çok Nazi’nin kendisine kitabın zor okunduğunu, hatta 782 sayfalık kitabı baştan sona okuyamadıklarını özel sohbetlerde söylediğini kaydeder. Dolayısıyla kuvvetle muhtemel ki Kavgam, bir “az okunan bestseller” olarak kalmıştır. Zaten bu doğrultuda bir değerlendirmeyle Kavgam’dan çarpıcı cümlelerin grafik sanatçısı Clément Moreau’nun desenleriyle ete-kemiğe büründürüldüğü seçki-kitapçığa önsözünde İsviçreli yazar Max Frisch, “Hitler’in kitabının okunması, kendisini seçen halkın (okumasını bilseydi eğer) bu sözde kurtarıcının maskesini alaşağı etmesine yetecekti” demektedir.
‘Efendi’ Alman ırkı ve öteki ‘ıvır-zıvırlar’
Peki bu çok-satan ama az-okunan “faşizmin ilmihali”nde karşımıza çıkan esas itibarıyla nedir?.. Öncelikle, Hitler 20’li yaşlardayken Viyana’da tohumlanıp pekişen ve onun

parçalanmakta olan çok-etnili/kimlikli bir imparatorluğun (Avusturya-Macaristan) topraklarındaki kaos, keşmekeş, altüst oluş karşısında duyduğu öfkeye eklemlenmiş, Alman etnik unsurunu eşsizleyip yücelten koyu milliyetçi Pan-Cermenik görüşler vardır. Hitler Viyana’da geçen o yıllardan sonra ne yeni bir şeyler öğrendiğini ne de fikirlerinde herhangi bir değişme olduğunu ifade eder.
İkinci olarak, Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı yenilgisiyle içine düştüğü utanç ve aşağılık kompleksinin yarattığı yaygın toplumsal-kültürel ruh halinin istismarı söz konusudur. Savaş-sonrasında ortaya çıkan Weimar Cumhuriyeti’nin şiddetle-tiksintiyle reddi ve savaştaki kayıpları telafi ederek yeniden tüm Almanları ve Almanca konuşan halkları çatısı altında toplayacak bir “İmparatorluk” olma idealinin hayata geçirilmesi yolunda kitlesel-politik manipülasyon Kavgam’ın diğer ayırt edici karakteristiğidir. Bu, son derece popülist ve saldırgan bir üslupla, nefret duygusu hiç sakınılmaksızın ve her konuda gelişigüzel görüşlerin daldan dala sıçramalarla sayfalanmasıyla karşımıza çıkar. Söz gelimi Fransa, Alman halkının en büyük düşmanıdır, bu hale gelmesinden sorumludur ve mahvedilmelidir. Ama daha önemli bir amaç, Avrupa’nın doğusuna, Rusya’ya doğru Alman halkının “yaşama alanı”nın genişletilmesidir (“yaşama alanı” anlamına gelen ve kitapta sıklıkla geçen lebensraum tabirini Hitler antropolojide difüzyonist kuramın öncüsü sayılan, Alman antropocoğrafya okulunun kurucusu Friedrich Ratzel’den almıştır). “Bugün Avrupa’da toprak dediğimiz zaman ilk aklımıza gelen yer Rusya ve sınırlarındaki uşak devletlerdir” demektedir. Bolşevizm’i ise Rusya’nın Yahudi eline geçmesi olarak değerlendirir.
Üçüncü olarak, 19’uncu yüzyıl sonu ve 20’nci yüzyıl başı Batı dünyasında hemen her yerde kendini gösteren ırksal açıklamaya, yani bir ulus, eşittir tarih, artı kültür, artı kan (daha doğru deyişle genetik) anlayışına dayalı “ırk devleti” hedefi bariz şekilde vurgulanır. Yine coğrafyacı-antropolog Ratzel’den çıkış bulan “efendi ırk” (herrenrasse) kavramı, Ârilik üzerinden işlenir:
“İlk kültürlerin, aşağı insanlarla karşılaştıkları zaman onları esir eden ve iradelerine boyun eğdiren Ârilerin yaşadığı yerlerde çıkmış olması bir rastlantı değildir. Âriler efendi davranışlarını merhametsizce sürdürdükleri süre yalnız efendi olarak kalmamışlar, aynı zamanda kültürün tutucusu ve çoğaltıcısı olmuşlardır. Kan karışımı ve bunun sonucu olarak ırk seviyesinin alçalışı eski kültürlerdeki yıkılışın tek nedenidir. Bu dünyada iyi ırktan olmayan bütün insanlar ıvır zıvırdır.”
Demokrasi saçmalığı
ve ‘Reislik’ prensibi
Hitler, bugün herkese küfür/hakaret gibi gelen “diktatörlük” tabirini gayet normal ve rahat şekilde kullanır. “Irk devleti”ne diktatörce liderlikle varılacaktı. Lider, mutlak diktatör olacak, çevresindeki daha küçük liderler yukarıdan emir alacaklar ve onlar da kendi altlarına emir vereceklerdi. Demokrasi saçmalıktı. En nihayetinde “dünyanın efendisi” olacak Almanya, Führerprinsip (“Reislik pransibi”) ile yönetilecekti. Şunları kaydetmiştir: “Elbette ki her adamın yanında danışmanları olacaktır ama kararı yalnız bir tek adam alacaktır. Danışılan üyelerin mutlaka fikirlerini alacaktır. Ama hiçbir toplantıda oylamaya geçilmeyecektir.”
Kavgam’da ekonomi hiç mi hiç önemsenmeyen bir teferruat olarak kalır; asıl olan devlettir ve devlet de “ırka dayanan bir organizmadır”. Hatta Hitler, ekonomik refahın birçok durumda devletin çökmeye yüz tuttuğunu gösterdiğini ileri sürer: “Ekonomik erdemler halkımızın tek amacı olduğu ve ülküsel erdemler bulunmadığı zamanlar devlet çökmüş ve ekonomik hayatı da kendisiyle birlikte felakete sürüklemiştir. Şimdiye kadar hiçbir devlet, barışçı ve ekonomik yollarla kurulmamıştır.”
Bu görüşlerle uyarlı olarak savaş da adeta “insanın özü” ve gelişimin kaynağı sayılmaktadır: “İnsanlık yalnız sonsuz savaşlarla gelişmiştir. Sonsuz barışta insanlık sadece çöker. Tabiat canlıları yeryüzüne salar ve onların serbest didişmelerini seyreder. En güçlü olan hâkim olmalıdır. Zayıfla karışıp kurban olmamalıdır.” (Bu düşüncelerde kimilerince Darwinist evrim düşüncesinin vülgarize edilmiş izleri olduğu söylense de Shirer, asıl kaynağın Alman tarihinde ve düşüncesinde aranıp bulunabileceğini kaydetmektedir.)
“En güçlü olan” elbette, daha önce de kaydettiğimiz üzere Âri ırktır ve onun başarısı, “başkalarının üzerine basarak” gerçekleşmiştir. Âriler, “insan” kelimesiyle anlaşılan örnektirler! Dolayısıyla ırk, bütün hayatın merkezidir ve onun saf kalmasına dikkat edilmelidir. Yalnız sağlığı yerinde olanlar çocuk yapmalıdır. En büyük kötülük, bir insanın sağlıksız olmasına rağmen dünyaya çocuk getirmesidir.
Hitler’in hayaleti üzerimizde mi
aramızda mı?
Bütün bu deli saçması görüşler, “bir “siyasi deha”nın ürünleri olarak yüceltildi, devlet politikası ve toplumsal erek yapıldı. Bu sürecin itici gücü de bir söylem ve strateji olarak şiddetti. Hitler, aynen savaş bahsinde olduğu gibi, şiddeti de kutsamakta, ona “inanmaktadır”. Şunları okuruz:
“Bir halkın büyük çoğunluğu yalnızca sözün şiddetine boyun eğer. (…) Başarının ilk koşulu, sürekli olarak şiddete başvurmakta yatar. (…) Şiddet, bireyin enerjisinin ve hayvani inançlarının zincirinden boşanışıdır. (…) Şiddet silahı yalnızca iki dünya kavrayışı arasındaki mücadele inatla ve insafsızca kullanılırsa savunulan tarafı zafere ulaştırabilir.”
Hitler’in halkın büyük çoğunluğu sözün şiddetine boyun eğer ifadesi, yaşadığımız hayatın kahredici siyasi seyrine değgin zihnimizde çağrışım ve anıştırmalar yapmıyor mu, yapıyor. Onun hayaleti, sadece üzerimizde kol gezmeyip bir siyasi söylem ve pratik olarak bugünümüzde ete-kemiğe bürünmüşçesine kendini hissettirmiyor mu, hissettiriyor.
Ama bu çağrışımlar, anıştırmalar, hissettirmeler bir yandan da Hitler’in Berlin’de bir sığınağın odasında kendisine biçtiği sona ilişkin acımsı/acınası manzarayı akla getirmiyor mu, getiriyor.
Kavgam’a son noktanın, namlusu kendisinin ağzına girmiş silahtan çıkan kurşunla konduğunu unutturuyor mu?.. Unutturmuyor.

(KAYNAKLAR: William L. Shirer, Nazi İmparatorluğu: Doğuşu-Yükselişi-Çöküşü (Çev. R. Güran), Cilt: 1, Ağaoğlu Yayınevi, 1968; Clément Moreau’nun desenleriyle Kavgam (Çev. S. Özbudun), Ütopya Yayınevi, 2000; “Adolf Hitler – 1889-1945”, Çağdaş Liderler Ansiklopedisi, Cilt 3, İletişim Yayınları, 1986.)

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi