‘Derin Türkiye’ye ricat, Erdoğan’ı kurtardı

Türkiye’de sosyoekonomik hareketlilik, kırdan kente göç eden kitleleri, şehirlerde ürettikleri nüfus baskısı doğrultusunda Orhan Gencebay’ın “Ben Doğarken Ölmüşüm” kültürel-psikolojisinden İbrahim Tatlıses’in “Ben de İsterem”ci kültürel-psikolojisine taşıdığı noktada, bu psikolojinin siyasetteki karşılığı olarak da Tayyip Erdoğan’ın ortaya çıktığı söylenebilir. O yüzden kent yoksulluğunun palazlanmış karşılığı olan “varoş kültürü”ne hitap ederek 1990’larda yükselen RP’nin “gizli öznesi” de sonrasında doğuş bulan AKP’nin açık, hâkim ve giderek şimdilerde olduğu gibi yek ve tek öznesi de odur. Yine de son seçim zaferinde belirleyici, taşralaşmış büyük şehirlerden ziyade o taşranın kendisi ya da daha anlamlı bir ifadeyle “TOKİ’leşmiş taşra”dır ve bunun üzerinde durmak gerekir

Düne kadar, yani Mayıs 2023 seçimleri öncesi süreçte, 1990’lardan 2020’lere kadar aşağı yukarı 30 yıl boyunca Tayyip Erdoğan’ı siyaset sahnesinde halihazırda bulunduğu kült noktaya getiren ve orada tutan ne diye sorulacak olsa, verilebilecek en kestirme cevap, “kırın kenti fethi” olabilirdi. Fakat artık son seçimin göstergelerine bakıldığında bu tespiti sürdürmek o kadar kolay değil. Artık kentleşmiş (ama ne kadar “kentli”leştiği tartışmalı) kırsallığın hakimiyetindeki büyük şehirler, diğer deyişle “taşralaşmış metropoller” Erdoğan için eskisi gibi çantada keklik görünmüyor. Aksine, onun açısından bayağı tekinsiz yerler haline geldiler.

Erdoğan’ın son seçim zaferinde belirleyici olan, taşralaşmış metropollerden ziyade o taşranın anavatanı denilebilecek topraklar oldu. Erdoğan, müteveffa sosyal bilimci Prof. Nur Vergin’in Türkiye kamuoyunda çok aktif olduğu dönemde bol bol kullanıp popülerlik kazandırdığı tabirle “derin Türkiye”ye sıkı bir ricatla bu seçimi kendisine kazandıracak farkı yarattı. Elbette ceteris paribus kuralını işlerlikte tutarak söylüyoruz bunu; yani “3K” (Karalama-Korkutma-Kandırma) kampanyası, usulsüzlükler, çalmalar-çırpmalar, devşirme-göçmen oylar, vb. değişkenleri sabitleyip analiz dışı bırakmak kaydıyla-şartıyla…

Türkiye’nin hem bir olgu hem de büyük bir sorun olarak on yıllar boyunca en temel ekonomik, toplumsal ve kültürel dinamiği olan içgöçün getirdikleriyle, yani şehirlerdeki sonuçlarıyla değil, geride bıraktıklarıyla, “sıla”sıyla kazanılmış bu seçim zaferine imkân veren bir örgütsel ağın varlığını tabii hemen ilk elde kaydetmek gerekir. 1990’ların RP’li yerel yönetim pratik ve deneyimlerinden başlayarak ve AKP ile devam ederek 30 yıllık süreçte ülkenin hemen her yerinde adeta coğrafyanın kılcal damarlarına kadar yayılmış muazzam bir ağ bu… Ama elbette bu başarıda uzun yıllardır o taşranın büyük şehirlere akmış “gurbet kuşları”na olduğu kadar kök topraklarında baki kalanlarına da nüfuz edebilecek kültürel kapasiteye sahip bir siyasetçinin söylemiyle-pratiğiyle katkı payını görmezden gelmek de mümkün değil.

Bu çerçevede söz konusu siyasi şahsiyete odaklı kısa bir kültürel-tarihsel özeti paylaşıma ve tartışmaya açalım!..

Muhafazakâr siyasette Erdoğan farkı

Recep Tayyip Erdoğan’ın en önemli özelliği, nefret ettiği “kültürel lehçe”ye de hâkim, daha açık deyişle seküler-şehirli kesimlerin “habitus”una (yaşam alışkanlıkları, yatkınlıkları, yönelimlerine) aşina olmasıdır. O, mesela Süleyman Demirel gibi köyde doğup büyümüş, sonra okuyup mühendis olmuş ve Türkiye’de siyasetin zirvesine çıkmış olsa da “kültürel lehçe” olarak hep köylü kalmış bir figür değildir. Erdoğan şehirlidir, İstanbul’da doğmuş-büyümüş, İstanbul’un ekonomik ve kültürel (yaşam-biçimsel) bakımdan “merkez”ine ait olmayan ama bu merkezle teması, etkileşimi, geçişliliği olan bir kesiminde yetişmiştir. Dolayısıyla kültürel olarak ait olmadığı, aidiyet de hissetmediği o “merkezî İstanbul”u da gayet iyi tanımış; onu içselleştirmese bile “içerebilmiş”tir. Kısacası, doğup büyüyüp yetiştiği dönem itibarıyla şehrin “seküler merkez”inin hem dışında hem içindedir.

Diğer taraftan Karadenizli göçmen bir ailenin çocuğu olarak taşrayı da kültürel mahiyette tevarüs etmiş olması onu Türkiye’de içgöç sonucu toplumsal hareketliliğin hızla akışkanlık kazandığı süreçte kır kökenli göçmenlerin kente açılan yolunun önüne karşılayıcı çıkabilecek yetkinlikte bir şehirli kılmıştır. Kentin içinde bu göçmenleri hem anlayan hem de onların anlamadığı, kentin “merkezî” dünyasını bilip anlayan bir “İstanbullu”dur o…

Erdoğan sokağa uzak biri de değildir; aksine sokağın en dibinden, Kasımpaşa’nın “Çingene Mahallesi”nden ses verebilecek bir kültürel arka plâna sahiptir. Bu da onu siyasi-ideolojik süreklilik içinde değerlendirildiği Menderes ve Özal’dan ayırt eden ve elbette hitap ettiği kitleler nezdinde siyasi kariyerinde daha avantajlı kılacak bir başka önemli noktadır.

Nihayet Erdoğan, Erbakan’dan da çok farklıdır. Elbette o siyasi çizginin mirasçısıdır ama “Mücahit Erbakan”, İslamcı olsa da İslami eğitime sahip değildi; bir “Yasin” ya da aşr-ı şerîf okuyamazdı. Oysa kendisine meftun olanların nazarında “Reis” Erdoğan, gerektiğinde bir aşr-ı şerîf yahut Âyetü’l-Kürsî “patlatarak” çevresine toplananları etkileyecek, cezbedecek, büyüleyecek derecede hem kitabî dine hem “halk dini”ne hâkim bir siyasi figürdür.

Sadece bu da değil: “Profesör” Erbakan, İslamcı bir siyasi ajanda ile karşımızda olsa bile onu iyi tanıyanların ifadesiyle, halkla diyaloğu sınırlı, “avam”ı pek bilmeyen “havâs” (elit) bir şahsiyetti. Hayatta açlık çekmemiş, kahvehane nedir bilmemiş, tavla oynamamıştır. İmam-hatipli, Kasımpaşalı Erdoğan ise tavlayı da kahve kültürünü de bilen; meyhaneyi, kumarhaneyi, batakhaneyi, bunların bir parçası olmasa da yakından tanımış; yoksulluğu, kıyıya itilmişliği, küçümsenmişliği de iliklerine kadar deneyimlemiş bir karakterdir.

‘Kırın kenti fethi’nin sesi

Türkiye’de sosyoekonomik hareketlilik, kırdan kente göç eden kitleleri, şehirlerde ürettikleri nüfus baskısı doğrultusunda Orhan Gencebay’ın “Ben Doğarken Ölmüşüm” kültürel-psikolojisinden İbrahim Tatlıses’in “Ben de İsterem”ci kültürel-psikolojisine taşıdığı noktada, bu psikolojinin bir dereceye kadar siyasetteki karşılığı olarak da Tayyip Erdoğan’ın ortaya çıktığı söylenebilir. O yüzden kent yoksulluğunun palazlanmış sürümü “varoş kültürü”ne hitap ederek 1990’larda yükselişe geçen RP’nin başkanı Erbakan olsa da “gizli öznesi” Erdoğan’dır. Sonrasında doğuş bulan AKP’nin açık, hâkim ve giderek şimdilerde olduğu gibi yek ve tek öznesi de odur.

Erdoğan kırın kenti fethinin, varoşun iktidarının ve bir bakıma yeni “merkez” olarak kentleşmiş kırsallığın temsilcisi, sözcüsü olarak siyasi patlama yaptı. Şehirli “modern” (Batılılaşmaya açık) seküler kesimler karşısında kendini, ekonomik olmanın çok ötesinde “kültürel” olarak da uzun süre dezavantajlı hissetmiş ama artık çoğunluğu oluşturan kitlelerin hırs ve hıncına siyaseten tercüman oldu. Onların nefret duygularına ve intikam arzularına hem hitap etti hem de siyasi pratiğiyle bu duygu ve arzulara karşılık (tatmin) verdi.   

Böylesi hınçla bilenmiş bir kitlesel destek; ilk gençlik yıllarından bu yana, yani çekirdekten dindar-muhafazakâr kültür ve siyasetin içinde olmak; Kasımpaşalılık, bıçkınlık, kabadayılık… Bunların hepsi bir araya geldiğinde, bugünün Türkiye’sinde çökmüş bir eğitim sistemi, elit ve entelektüel düşmanlığı eşliğinde yaygınlaşmış lümpenliğin, milliyetçilikle takviyeli dindar-muhafazakârlık kisvesi altında kurumsallaşmasının kişilik bulmuş hali olarak Erdoğan’ın iktidarda kalıcılaştığı öne sürülebilir. Tabii bir de tüm dünyada küresel tekno-ekonomik dönüşümler ve iklim krizinin beraberinde giderek yaygınlaşmış gelecek umutsuzluğu, tehdit algısı, güvenlik kaygısına dayalı popülist-otoriter siyasi arayışların yükselişiyle bağlantılı genel insanlık halinin çarpan etkisini buna eklemek gerekir.

Yine de başta dediğimiz gibi son seçim zaferinde belirleyici olan, kırın kenti fethi ya da taşralaşmış büyük şehirlerden ziyade, o taşranın kendisi ya da daha anlamlı bir ifadeyle “TOKİ’leşmiş taşra”dır. Şimdi biraz da bunun üzerinde durarak tamamlayalım.

“TOKİ’leşen taşra”nın seçim zaferi

1980’lerden itibaren Özal’la önü açılan “alaturka neo-liberalizm” bir taraftan taşrayı metropollere taşımaya daha büyük bir hızla devam ederken, diğer taraftan kapitalizmi de elbette inşaat sektörü öncülüğünde taşraya taşımanın önünü açtı. Bunun hasadı da en bereketli şekilde Erdoğan’a nasip olmuştur. Dolayısıyla esas itibarıyla “çevre”den “merkez”e sosyo-ekonomik ve kültürel-demografik hareketliliğin sonucu olarak “metropollerdeki taşra” ile Erdoğan’a iktidar imkanının önü açılmış olsa da “çevre”ye de elbette kayıtsız kalınmamıştır. Anadolu taşrası “kentsel dönüşüm”ün, daha açık deyişle inşaat kapitalizminin “şefkatli kolları” ile sarılıp sarmalandı ve taşıyla-toprağıyla “değer”lendirilir oldu. “Ya Allah Bismillah” nidaları, “Allah beton makinelerini başımızdan eksik etmesin; bu beton makinelerinin pat pat sesi semalarımızdan hiç eksik olmasın” niyazları eşliğinde toprağı metaya dönüştürülerek taşra da himaye altına alındı. Bu doğrultuda taşralaşan şehirlerin dinbaz siyasette kitlesel karşılığı bulunduğu kadar, “TOKİ’leşen taşra”nın da aynı şekilde o siyasette kitlesel karşılığı bulunabilmiştir.

Tam da bu noktada 2019-sonrasında iktidarda yaşanan bocalamalar; yaşlılık, yıpranmışlık, yozlaşmışlık, yolsuzluklara batmışlık, yoksullukları derinleştirmişlik, pandemi, deprem ve korkunç ekonomik kriz; bunların hepsi ülkenin ekonomik yükünü en çok çeken, kültürel canlılığa en çok katkı sağlayan büyük şehirlerde muhalif kitlesel dinamizmi artırmışken bu defa taşra iktidarın imdadına yetişti. Krizin en çok vurduğu, ülkenin ekonomik kalbini oluşturan metropoller “değişme” çağrılarına kayıtsız kalmazken (burada da bir diğer önemli değişken, Güneydoğu coğrafyasında temel belirleyen olan Kürt siyasi hareketini ceteris paribus kılıyoruz), krizin etkisini çok fazla hissetmeyen “derin Türkiye”, o “TOKİ’leşmiş taşra”, değişmeye zaten her daim kuşkuyla-kaygıyla-korkuyla baka gelmiş taşra, Erdoğan’ı kurtardı.

Biliyorsunuz o her zaman kendisinin siyasetteki yükseliş tecrübesiyle de bağlantılı olarak, “İstanbul’u alan Türkiye’yi alır” diyordu. Heyhat, 20 yıllık icraatıyla Erdoğan’ın kendi ürettiği sonuç, kendi sözünü yanlışladı!.. İstanbul’u kaybetse de Türkiye’yi (taşra ile) kazandı.

Belki kendi kendine, “Yahu ne iş çıkarmışım be, hayret ki hayret” de diyordur, kim bilir?!..           

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi