“LOUVRE MÜZESİ’NDEN ESER ALINSA ORTALIK YIKILIR”

İstanbul Resim Heykel Müzesi’ndeki 77 eser protokol bitmesine rağmen hâlâ Cumhurbaşkanlığı’nda

1937 yılında Dolmabahçe Veliaht Dairesi’nde kurulan İstanbul Resim Heykel Müzesi, 2012 yılında yerinden edilerek on yıl kapalı kaldı. Müze yakın zamanda Kabataş’ta oluşturulan Galataport projesinin içinde bir antrepoda açıldı.

Müzenin yeni teknolojiyle oluşturulması, depolama alanlarının çağa uygun olarak hazırlanması, sergi mekânlarının genişliği, mimari özelliklerinin olumlu yanlarının yanı sıra konuşulması gereken asıl mevzu kolektif hafızanın yok edilmesi. Sanatçıların yoğun emeğiyle varlık savaşı veren müze 2012 yılında yine sanatçıların çabası neticesinde restorasyona girmişti. 7 Ocak 2012 tarihinde basında “Dolmabahçe’ye Meclis Baskını” başlıklı haberler yayımlandı. Ne olduysa ondan sonra oldu. Müze yerinden edildi. Haberde Meclis Başkanlık Divanı’nın Veliaht Dairesi’ne bir baskın yaptığı ve gördükleri manzara karşısında bu mekânın İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’ne tahsis kararını iptal ettiği ve mekânı geri aldığı söyleniyordu. Oysa bu müzeyi ayakta tutmaya çalışan sanatçılar yıllarca yetkili kurumlara sıkıntıları aktarmış, çözüm üretmeye çalışmışlardı. Hatta hafızalara kazınan Müze Müdürü, Heykeltraş Hüseyin Gezer’in müzenin akan tavanına dikkat çekmek için yağmur yağarken şemsiyeyle yaptığı basın toplantısı zamanında çok konuşulmuş ancak yeterli kamuoyu oluşturulamamıştı. İstanbul Resim Heykel Müzesi kurulduğu mekândan uzaklaştırılınca çok kısa bir sürede yerine Cumhurbaşkanlığı Milli Saraylar Resim Müzesi açıldı. Resim Heykel Müzesi için sanatçıların yıllar süren yoğun çabalarına ses verilmeyip müze kurulduğu yerden gönderilince kolektif hafızamız da silinmiş oldu.

Mekân, bellek ve hafıza üzerine çalışmalar yapan akademisyen Ayşe H. Köksal Resim Heykel Müzesi’nin tarihini, geçirdiği zorlu süreci ‘Bir Varoluş Öyküsü’ adıyla okurlarıyla buluşturdu. Müzenin yeniden açılmasının önemi elbette yadsınamaz. Bu söyleşide odaklandığımız konu bir müzenin doğduğu yerden koparılması. Akla Louvre Müzesi, National Gallery, Metropolitan veya Berlin’deki Müzeler Adası gelebilir. Onlar için böyle bir şey düşünmek mümkün mü? Önemli bir başka konu da yeni açılan müzede Cumhurbaşkanlığı’na verilen 77 eserin protokol bitmiş olmasına rağmen müzeye iade edilmemesi. Resim Heykel Müzesi ‘Serginin Sergisi’ isimli geçmişe referans verdiği adeta saygı duruşu niteliğindeki ilk sergisinde eksik olan eserleri fotoğraflarıyla birlikte altlarında “Cumhurbaşkanlığı’na ödünç verilmiştir” ibaresiyle sergiliyor. Müzenin varoluş hikâyesini, mekân, hafıza ve bellek ilişkisini ve Cumhurbaşkanlığı’dan henüz geri alınamayan eserleri Ayşe H. Köksal’a sorduk.

Kitabınızda Resim Heykel Müzesi’nin varoluş hikâyesini ve bugüne nasıl bir mücadeleyle geldiğini anlatıyorsunuz. Resim Heykel Müzesi sanatçıların çabasıyla kurulan bir müze. Dolmabahçe Veliaht Dairesi’nde 1937 yılında kuruluyor. 75 yıl orada kaldıktan sonra bir gerekçeyle müze yerinden oluyor. Bir müzenin yerinden edilmesini nasıl açıklamak gerekir? Müzeler bu kadar kolay mekânlarını terk eder mi?
Bu müze Osman Hamdi Bey’den beri 1800’lerden beri hatta akademi dediğimiz Sanayi-i Nefise Mektebi kurulduğu günden bugüne çok istenmiş. İşlevi farklı düşünülmüş. Akademi École des Beaux-Arts ve Louvre Müzesi’nde de aslında o dönem varmış yani sanatçı eğitimini tamamlayacak etüd merkezi gibi düşünülmüş. Çeşitli koşullardan gerçekleşememiş. Osman Hamdi Bey kardeşi Halil Edhem’den miras olarak müzenin kurulmasını istiyor. Halil Edhem’in oluşturduğu koleksiyon sergilenmekle birlikte bir müzeye dönüşmüyor. Cumhuriyetin kuruluşuyla beraber devlet bir modernlik projesi başlatıyor ve birçok müze açıyor. Resim Heykel Müzesi de öyle düşünülüyor. Halbuki devlet o dönemde müzenin farkında değil. O sırada tarih tezi yazmak istiyor ve onunla ilgileniyor. Sizin de dediğiniz gibi bu müzeyi sanatçılar istiyor ve kuruyor. Bunu sivil bir çaba olarak görüyorum ve bu çok önemli. Akademi uğraşıyor, devlet erkânıyla görüşüyor. Atatürk sonunda bir emir veriyor ve müze kuruluyor ama bu akademinin yoğun çabasıyla gerçekleşiyor. Yer olarak da başta veliaht dairesi istenmiyor. Topkapı Sarayı çevresi olsun isteniyor. Bir müzeler adası düşüncesi var ama Atatürk veliaht dairesini istiyor. Bunun pragmatik bir sebebi de olabilir. Ikinci tarih tezi orada gerçekleşecek. Atatürk daha sonrasında ziyaretçilere müzeyi gezdirmek istiyor olabilir ama veliaht dairesi resim heykel müzesinde bir sorun haline geliyor ama bu bürokratik bir problem. Tadilatı yapılamıyor. 2012’de müze oradan atıldığında yaklaşık altı ay, bir yıl gibi kısa bir zamanda Milli Saraylar Resim Müzesi’ni açabilecek düzeyde tertemiz bir restorasyon yapılabildiğine göre demek ki olabilirmiş. 1937’den 2012 yılına kadar müzenin orada kaldığı yıl içerisinde restorasyon yapılabilirmiş.

“YERİNDEN EDİLMESİ MÜZENİN TARİHİNE BİR DARBE”
Oradan çıkarılması peki?
Kesinlikle doğru değil. Müzenin bir hafızası, belleği vardır bu bizim de belleğimiz. Her zaman söylüyorum; geçmişle gelecekle hesaplaşmak varsa hayatta bunu yok sayarak, üstünü kapatarak yapamayız. Diyelim ki bu bir hesaplaşmaysa, veliaht dairesinde modern sanat müzesi açılmasına ilişkin bir hesaplaşmaysa müze oradayken de yapılabilirdi. Müzenin hafızası koparıldı aslında. Müzenin tarihine bir darbe. 2012’de bu iş olduğu zaman tepki gösterilmeliydi. Hiçbir tepki gösterilmedi. Bugünkü antrepodaki binaya taşındı. Sürekli geçmişe ağıt da yakmamız doğru olmaz. Göç ettirilmiş bir müze. Bu bir zorunlu göç. Bir sıkıntısı olabilir ama doğduğun yerdir orası. Göç ettiği yeri, müzenin yuvası hep birlikte yapacağız.

Müzeyi yeni yerinde ziyaret ettiniz mi? Nasıl buldunuz?
Evet gittim. Şu andaki sergi açılış sergisi gibi gözükmekle birlikte değil. Açılış sergisi üç kata yayılacak. Ben de bu sergi için aktif çalışıyorum. Kapalı müze sendromu diye bir söz vardır. 2012’den beri öncesinde de kapalı olan bir kurumda ve koleksiyonun meraklısında tedirginlik yaşanıyordu. Şimdiki sergi 1937’de açılan ilk açılış sergisi. O nedenle adı ‘Serginin Sergisi’. Benim gördüğüm; biz buradayız, koleksiyona bir şey olmadı ama bize biraz zaman tanıyın deniyor. Kalıcı koleksiyon sergilenmeden bir şey söylemek çok zor. Mekânın daha ezici olacağını düşünmüştüm ama odalar işe yaramış, sergileme sistemi başarılı. Eserler yutulmamış. Çok eser sergilenebiliyor. Veliaht dairesinde öyle bir imkân yoktu. Öbür taraftan tabi kokusu, küfüyle, gıcırtısıyla içeri girdiğin anda hissettiğin duyguyla bambaşka bir şeydi müzenin ilk kurulduğu yerde Veliaht Dairesi’nde olmak. Yeni mekânda o yok.

“MÜZE DEPO DEĞİLDİR”
Kitabınızda Resim Heykel Müzesi için sanatçıların mücadelesini okuyoruz. Müze bazen sürgün yeri bazen de bir depo gibi görülüyor. Soruyu tersten sorayım. Müze ne değildir?
Müze depo değildir. Kültürel varlık ve muhafaza etme geleneğimiz çok farklı. Neyi neye göre muhafa etmek istiyoruz. Muhafaza etmek ne demektir? Bunlarda sıkıntılarımız var. Batı tarzı sanat diye adlandırılan modern çağdaş sanata giden sanatın hiçbir zaman tam anlamıyla korunması gereken bir kültürel varlık olarak görülmediğini düşünüyorum. Bir sergileme hatta dekorasyon olarak düşünülmüş ama bu kültürün, bu toplumun, bu zamanın ürettiği, korunması gereken bir varlık olarak bir şekilde sanat görülmemiş görülmüyor. Müze nedir dediğimizde; müze işte bunu korur. Müze der ki ben daha sonraki nesiller de görebilsin diye koruyorum, onun için saklıyorum der. Müze her şeyi saklamaz. Saklaması gereken şeyler müzeden çıktığında bu kültürü eksiltiyorum, geleceğe aktaracağı varlıktan parça alıyorum, başka yere götürüyorum demektir. Bu hakikaten çok doğru bir soru ve büyük bir sorun. Özel müzelerin de idrak edemediği ve çözemediği şey bu. Müze farklı, galeri başka bir şey.

Müzecilik eğitimleri veriliyor mu?
Mimar Sinan ve Yıldız Teknik Ünivesitesi’nde var. Daha çok arkeoloji üzerine ama ona da ihtiyaç var. Sanat müzeciliğine baktığımızda iş küratörlükle sınırlı. Sadece küratörlük değil o da çağdaş dönem küratörlüğü gibi. Eğitimleri var ama şu anda Resim Heykel Müzesi’nin başında bulunan Hasan Karakaya arkeoloji üzerine çalışmış olmakla birlikte müzecilik işini biliyor. Açıkçası müzenin şansı olduğunu düşünüyorum.

“MÜZEYİ YOK Zannedenler İÇİN BU ÇALIŞMAYI YAPTIM”

Müzeyi var eden sanatçılar demiştik. Onları da analım. Burhan Toprak 1936 yılında öyle bir sergi açalım ki Atamız artık bir müzenin açılmasının zamanı gelmiştir desin diyor. Latife Hanım’a ulaşıyor. Sergiye Latife Hanım sayesinde Mustafa Kemal geliyor ve müzenin kuruluş kararı veriliyor. Sanatçının çabası ve isteğiyle kurulan Resim Heykel Müzesi 1980’e kadar da ilk sanat müzesi olarak kalıyor. Müzenin ilk müdürü Halil Dikmen. Dikmen, müzeyi adeta sanat kulübüne dönüştürüyor. Ahmet Hamdi Tanpınar ve dönemin ileri gelen edebiyatçıları, sanat eleştirmenleri müzeye onu ziyarete geliyorlar. Kendisi neyzen aynı zamanda. Daha sonra müze müdürü olan aynı zamanda da heykeltraş Hüseyin Gezer tavan aktığı için şemsiyeli basın toplantısı düzenliyor, gazetecilerle röportaj yapıyor ama beklediği kamuoyunu yaratamıyor. Sonra 1981’de yeni bir dönem başlıyor. Müze bahçesinde sergiler oluyor, bale gösterileri yapılıyor.

Akademi müzeye sahip çıkıyor ama sanat çevresi müzeyi terk ediyor. Sanatsever diyeceğimiz grup zaten çok ilgilenmiyor. Neden ilgilenmediği apayrı bir tartışma konusu. Müzeyi yok zannedenler için de bu çalışmayı yaptım. 1990’ların ikinci yarısına kadar müze bilfiil çalışıyor ama habire yeniden doğuyor. O yüzden Türkiye’nin modernlik tarihidir aslında. Müze sırf koleksiyon gibi düşünülemez dememin sebebi de bu. Şemsiyesiyle basın toplantısı yapan Müze Müdürü, Heykeltraş Hüseyin Gezer’in hatırlanması, tartışılması gerekir. Bütün bunlarla bakabilirsek kültürel varlık gibi görmeye başlarız.

“BİZ HESAPLAŞMIYORUZ, ÜSTÜNÜ KAPATIYORUZ”

Kitabınızda dünyadaki müzelerden de örnekler veriyorsunuz. Louvre Müzesi başı çekiyor. İhtişamlı, insanı içine alan bir mimarisi var. Binanın mimari özellikleri, görkemi algımızı da etkiliyor. Örneğin Louvre Müzesi’nde Apollo Galerisi var. Bu salon 14. Louis’nin misafirlerini karşılama salonu. Savaşmayı sevmeyen bir kral 14. Louis. Kendini Apollo gibi görüyor. Bütün o mekân bir güneş kralı simgeliyor. Louvre Müzesi halka açılacağı zaman o bölüme Galeri Apollon adını veriyorlar. Geçmişlerine de sahip çıkıyorlar. Tarihsel belleğe sahip çıkılıyor aslında. Siz Resim Heykel Müzesi için Türkiye’nin Louvre’udur diyorsunuz. O halde böyle tanımlanabilecek bir müzeye sahip çıkamadık.

Orada da cumhuriyetin geçişi, belleği söz konusu. Cumhuriyet dönemine ve o dönemin dinamiklerine ait bir yer. Mehmet Reşat’ın bir süre kapatıldığı bir mekân. Süslemeler orada da var. Veliaht orada yetiştirilip hazırlanıyormuş. Padişahtan sonra gelecek veliaht orada büyütülüyor, sembolizm var. Padişahın stüdyosu var. Şimdi güzel bir yer yapılmış; Şeker Ahmet Paşa Kahvesi. Bütün o süslemeler Osmanlı’dan kalma. Bu şu demek değil. Onu oradan atalım sadece Osmanlı resmi orada olsun demek değil! Cumhuriyet dönüşümü kimi için güzel kimi için problemli bir dönüşüm. Louvre Müzesi’ne ziyaretçiler her gittiğinde Fransız Devrimi’ni veya Maria Antoinette’nin kafası kesilmişti diye düşünmüyorlar. Tarihi biliyorlar bu bellekle geziyorlar. Bizim kültürümüz amnezik bir kültür. Hesaplaşmak yerine üstünü kapamayı, sıfırlamayı, ileriye bakmayı tercih eden bir toplumuz. O yüzden de bir sürü şey başımıza geliyor.

LOUVRE’UN MONA LİSA’SI

Louvre Müzesi’nde Mona Lisa tablosu da sergileniyor. Siz bir sunumunuzda bu tablo için ‘Louvre’un Mona Lisa’sı’ diyorsunuz. Çünkü tablonun müzenin bir parçası haline geldiğinden söz ediyorsunuz. Bu kadar ikonikleşen bir eseri Louvre’un bir parçası olarak nasıl düşünebiliriz?
Bizde de mesela Osman Hamdi’nin, Şeker Ahmet’in şu anda müzede olmayan, ödünç verilmiş tabloları var. O mekânda 1937’den beri sergilenmiş. Mekânla birlikte yaşanmışlıkları var. Yer değiştirildiği için müze açısından başka bir tarih başlıyor aslında. Müze dediğin şey bir sahne. Sadece bir koleksiyon demek değil! Koleksiyon bellek, mekân demek. O yüzden nasıl bir mekân yapalım diye çok dertlenilir. Sadece eser önemli değil. Bu bir sahne, o sahnede var oluyor anlatılar, bütün bu duygular. Modern yakın bir dönem bile olsa o dönemki eserler bu tür eşleştirmelerle yapılıyor çünkü tarihle bütünleşiyor. Şu anda dil problemi var yeni mekânda. Koleksiyon ve yer arasında bir uyuşma problemi var. Ancak şu açıdan memnunum. Koleksiyon duruyor ve görebileceğiz.

Müzede eserlerin orijinallerinin olmaması prestij kaybı

Müzeler kamusal alanlardır. Resim Heykel Müzesi’nde 77 eser yok. Onun yerine fotoğrafları asılı ve altlarında “Cumhurbaşkanlığına ödünç verilmiştir” notu var. Louvre Müzesi’ne veya National Gallery’e gittiğimizde eser yerine fotoğrafıyla karşılaşsak ne düşünürüz? Türkiye’ye gelen turistler için de bu bir prestij kaybı değil mi?

Büyük bir prestij kaybı fakat eserlerin fotoğraflarının sergilenmesi önemli. Normalde bunun da üstü kapatılabilirdi. Cumhurbaşkanlığına verildi denmemiş olsa koleksiyonu bilmiyorsanız fark etmezsiniz. Çok akıllıca düşünülmüş, pasif bir protesto. Müze eserlerimizin arkasındayız ve geri almak istiyoruz diyor. Yerimiz var diyor. Bu müzenin prestij kaybı değil, protokol bitmesine rağmen geri getirilmemesindeki sürecin sıkıntısı. Resim Heykel Müzesi’nin kayıp eser sayısı çok fazla değildir. Devlet tarafından talep edilip geri verilmemiş eseri çoktur. Kayıp mıdır değil midir sorusu boşlukta. Müze envanterinde yok ama bir müzayede de görme olasılığınız yok! Özel müzeler kamusal olmaya çalışırlar ama çok da değildir. Ankara Resim Heykel ve İstanbul Resim Heykel kamusaldır. Fakat başta kurulurken şöyle bir şey oluyor: Koleksiyon toplanıyor. Nasyonel galeri gibidir kuruluşu da. Türkiye’de ne kadar eser varsa hepsi toplanıyor. Eserleri koruyabilmek için kendi satın alıyor devlet. Böyle olunca müzeye önce onlar geliyor bazıları gelmiyor. Ondan sonra devlet resim heykel sergilerinden ödül almış ve satın alınmış eserleri müzeye gönderiyor. Devlet ne alırsam alırım buraya gönderebilirim mantığıyla müzeyi bir depo gibi düşünüyor. Müze diyor ki “Ben seçmek istiyorum. Her eser benim koleksiyonuma uygun değil.” Bir de devlet kendi aldığı için istediğim zaman geri alırım diyor. Bu mantık bugün hâlâ devam ediyor. Cumhurbaşkanlığı ofisine gitmiş eserler. Cumhurbaşkanı “Ben cumhurun başkanıyım” diyor. “Devletimin parasıyla alındı” diyor. Ama böyle bir şey Louvre Müzesi’nde olsa ortalık yıkılır.

ÇOK SATANLAR

1. Tiamat, İhsan Oktay Anar

2. Gece Yarısı Kütüphanesi, Matt Haig

3. Suç ve Ceza, Dostoyevski

4. Üç Kız Kardeş, İclal Aydın

5. Hayatın Sesi, Gülseren Budayıcıoğlu

HAFTANIN KİTAPLARI

GÖLGE KRAL                                                                                                         Maaza Mengiste                                                                                                         Timaş Yayınları

Booker Ödüllü 2020 Finalisti ‘Gölge Kral’ kitabı Timaş Yayınları tarafından basıldı. Esma Fethiye Güçlü’nün çevirdiği kitapta Mussolini ordusunun savaş tehdidi yaklaşırken yetim kalan Hirut, Kidane ve karısı Aster’in evinde hizmetçi olarak yeni bir hayata başlar. Mussolini’nin 1935’te Etitopya’yı işgali sırasında geçen Gölge Kral, okuru II.Dünya Savaşı’nın ilk çatışmasına götürüyor ve tarihi kayıtların dışında kalan kadın askerler hakkında bilgi veriyor.

İYİ Kİ                                                                                                                              BİR GÖNÜL İNSANI DOĞAN CÜCELOĞLU İLE ANILAR                              Yıldız Hacıevliyagil Cüceloğlu                                                                                Kronik Kitap

Yıldız Hacıevliyagil Cüceloğlu, ‘İyi ki’ kitabında Doğan Cüceloğlu’nun yaşamında bıraktığı izlere, bizi bize anlatan sevgiyle özdeş bir insanın ardından bıraktıklarına, anılarına odaklanıyor. Kitap Kronik Yayınları etiketiyle raflarda.

KADINLAR OKULU                                                                                               Andre Gide                                                                                                                    Can Yayınları

Kadınlar Okulu, toplumsal ve bireysel ahlâkın en önemli ölçütü olarak bireyin içtenliğini ve kendini tanıması gerekliliğini vurgulayan André Gide’in bu görüşünü en açık biçimde ortaya koyduğu eserlerinden biridir. Burjuva bir ailenin 1894-1936 yılları arasında üç ayrı bireyi tarafından kendi bakış açılarından anlatılan hikâyesi, dünyayı kendini var etme aracı olarak gören bir adamın ve kendini onun üzerinden yeniden tanımlamaya çalışan bir kadının yirmi yıllık beraberliğinin güncesi gibidir.

MEYHANEDE HANIMLAR

Hüseyin Rahmi Gürpınar

İş Bankası Yayınları

Hüseyin Rahmi Gürpınar ‘Meyhanede Hanımlar’ kitabında Cumhuriyet sayesinde kadınların kazandığı özgürlüğün sosyal hayata yansımasını, çerçevesini kimsenin tam olarak bilmediği içki yasaklarını, sanatta taklitçiliği mizahi bir dille hikâye eder. İş Bankası Yayınları Mazhar Osman, Turşucu Cemal, Şehir Tiyatroları gibi dönemin popüler kişi ve konularına da değinilen Meyhanede Hanımlar’ı, Son Telgraf gazetesinde yayımlanmadan hemen önce yazarıyla yapılan röportajla okurla buluşturuyor.

KİTAP KURTLARI

YABANCI DİL PERİSİ

Cem Balçıkanlı

Altın Kitaplar

Uzun zamandır dil öğrenimi ve öğretmen eğitimi alanında yazılar yazan, akademik çalışmalar yapan Cem Balçıkanlı şimdi de çocuklar için bir kitap kaleme aldı. Elif, başta annesi olmak üzere yetişkinlerin dil öğrenme konusunda ona yaptıkları baskıdan hoşlanmıyordu. İngilizceyi sevmiyor, arkadaşlarının sürekli kelimelerin son hecelerini uzatmalarına da sinir oluyordu. “Keşke İngilizce öğrenmek zorunda olmasaydım” diyen minik kahramanımız için bakalım yazar neler öneriyor? ‘Yabancı Dil Perisi’ Altın Kitaplar etiketiyle raflarda.

MARSIK VE BEN

Martine Murray

Çeviren: Tuğçe Özdeniz

Can Çocuk

Joey’nin evinin yakınlarında bir tepe vardır. Kimsenin gitmediği, bakımsız, üzeri toprakla kaplı, eski bir çöplükten ibarettir burası. Yine de Joey burayı sever, burası onun tepesidir. Düşünmek ve hayal kurmak için gittiği yerdir. Bir konuda herkesten iyi olmak, gelecekte ünlü bir astronot ya da dağcı olmak için can atar Joey. Bir gün, tepede bir ağaç ev keşfettiğinde, birinin onun özel yerini işgal etmiş olmasına çok öfkelenir fakat bu davetsiz misafirin kim olabileceğini de merak eder. Ağaç evdeki kız vahşi, sırlarla dolu biridir ve J hiç dostane davranmaz. ‘Marsık ve Ben’ dostluk, güven, kendimize inanmayı öğrenmek ve bizi özel kılan şeyin ne olduğunu keşfetmek üzerine bir hikâye.

OSMAN HAMDİ BEY’DEN PICASSO’YA ÇOCUKLAR İÇİN SANAT

Süreyya Evren

Pan Yayıncılık


Başyapıtlar, deneysel eserler, yenilikler, kübizm, dadaizm, soyut dışavurumculuk, kavramsal sanat, ilişkisel sanat, Genç Britanyalı Sanatçılar ve diğer sanatçılar… Galeri nedir, müzayedede ne olur, müze nasıl gezilir, bienallerin özelliği nedir? Resim, heykel, fotoğraf, video art, yerleştirme, performans nasıl yapılır? ‘Osman Hamdi Bey’den Picasso’ya Çocuklar İçin Sanat’ kitabında sanata ilişkin pek çok bilginin yanı sıra çocukları sanata yakınlaştırmak için tasarlanmış onlarca etkinlik de bulunuyor.

ARKADAŞIM İÇİN

Irmak Zileli

Günışığı Kitaplığı

Editörlüğünü Semih Gümüş’ün üstlendiği Köprü Kitaplar koleksiyonunun 26. kitabını, Yunus Nadi ve Duygu Asena Roman Ödülleri sahibi Irmak Zileli yazdı. Yaralı bir gencin hayata tutunma ve ailesini arama serüvenini iki arkadaşın ağzından anlatan roman, birbirini dinlemenin ve anlamaya çalışmanın değerini duyumsatıyor, büyüme sancılarını dillendiriyor. Önyargıların ve kuşkuların dünyasında, gençliği ayakta tutan en güçlü dayanak olan arkadaşlığı, bambaşka yaşamlardan çıkıp gelen iki gencin bakış açısından yorumluyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Eda Yılmayan Arşivi