Netflix olsa, Şehrâzad ne yapardı?

Dizi üretiminin alabildiğine artışı ve yeni medya teknolojilerinin eşliğinde gelen “dijital yeni normal”in avantajı, seyirciyi bol seçenek içerisinde başına buyruk şekilde, bir dizinin yeni bölümünü merakla beklemektense, her hafta bir ya da birkaç diziyi topluca izleyip, diğer dizileri de sonraki haftalarda bölümleri tamamlanmış halde tüketmeye sevk etti. Bu seyirci eğilimini en iyi okuyan Netflix, bugün artık bir ticari etiket, bir firma adı olmanın ötesinde, bir kültürel referans olmaya evrilmiş durumda. Artık bir “Netflix kültürü”nden söz edebilir noktadayız.

Dokuzuncu yüzyılda Bağdat’ta derlenmiş Doğu-İslâm dünyasının büyük edebi şaheseri 1001 Gece Masalları’nın kotarılış öyküsü, insanlığımızın ayırt edici bir özelliği hakkında bize çok çarpıcı ip uçları sunar.

Her şey hükümdar Şehriyâr’ın, karısının kendisini aldattığını öğrenip, onu öldürtmesiyle başlar. O artık tüm kadınların nankör ve sadakatsiz olduğuna inanmaktadır. Bu yüzden evlendiği her kadını yalnızca bir geceliğine eş olarak yatağına almakta, tan yeri ağarırken de cellada teslim etmektedir. Durum fecidir ve ortalıkta neredeyse asil aile kızı kalmamış, evleri matem sarmıştır.

Bu feci duruma çare bulmak için Şehriyâr’ın vezirinin büyük kızı; güzel, akıllı ve zeki Şehrâzâd –ki ne okusa-işitse bunları aklında tutar ve kendi hayalinden birçok renkli şey katıp süsleyerek insanı hayran edecek bir dille anlatırmış- hükümdarla evlenip bu işe çare bulmaya karar verir. Babası, “Aman evlâdım, sana nasıl kıyarım” dese de Şehrâzâd hiçbir şey olmayacağı teminatında bulunarak babasını ikna eder.

Sonrasını kitaptan okuyalım:

“Düğün gecesi, Şehrâzâd, Şehriyâr’dan bir ricada bulunmuş:

-Mademki, demiş, yarın sabah şafak sökerken âdet üzere benim de kafam kesilecek, bari müsaade edin de kız kardeşim Dinârzâd bu gece bizim yanımızda bulunsun. Sabahleyin beni öpüp benimle vedalaşsın. Böylelikle celladın satırına daha az acı duyarak gideyim.

Şehriyâr, gelinin bu isteğini kabul etmiş ve Dinârzâd daha evvelden tasavvurunu ve hilesini kendisine çıtlatmış olan ablasının yanında kalmış. Bir müddet kendisini uyuyor gibi göstermiş, sonra sabaha bir saat kala birdenbire uyanmış gibi yaparak, ablasından, kendisine o kadar tatlı tatlı anlattığı masallarından birini son bir defa anlatmasını rica etmiş. Padişahın da rızasını almışlar ve Şehrâzâd başlamış masalını anlatmaya… O kadar hoş anlatıyormuş ki, Şehriyâr da kulak kesilmiş ve yavaş yavaş masalın sihrine kapılmış.

Derken sabah olmuş, güneş doğmuş, fakat Şehrâzâd henüz masalın yarısında imiş. Şehriyâr’da merak fazla!.. Masalın sonu nasıl acaba? Bunu anlamak, daha dinlemek istiyor. Ancak bir sürü devlet işleri var, onlarla uğraşacak. Şimdi vakti kalmadı. O halde masalın devamı ertesi akşama kalsın, Şehrâzâd’ın başı da bugün kesilmesin!

Şehrâzâd da bunu istiyordu zaten. O gün ölümden kurtuldu ya, ötesi kolay!.. İşte bu suretle masallarını daima en meraklı yerinde keserek tam binbir gece anlatmakta ve yaşamakta devam etmiş. Şehriyâr, Şehrâzâd’ın bu masallarını dinlemekten bıkıp usanmıyor ve gittikçe bunların daha tiryakisi oluyormuş. En sonunda binbir gecenin sabahı gelmiş ve padişah karısını dinlerken duyduğu zevkten bir daha bütün ömrünce ayrılamayacağını anlamış. Karısının zekâsına ve meziyetine de kanaat getirdikten sonra hayatını bağışlamış ve bütün memleketinde kadınlara karşı beslediği budalaca intikam duygusundan vazgeçtiğini ilan etmiş.” (1)

Binbir Gece Masalları da böylece tamamlanmış!..

Homo Demens

Şehrâzâd’ın fendi Şehriyâr’ı birbiriyle bağlantılı iki noktada yenmiştir. Birincisi insanın hayal ihtiyacının olmazsa olmazlığı, doyumsuzluğu ve sonsuzluğudur. İnsan Homo demens’tir, yani düşleyen/hayal eden varlık… Ve insan, hayal ettiği müddetçe sadece yaşamaz, aynı zamanda yaratır da. Bu, Einstein’ın hayal gücünü neden bilgiden daha önemli gördüğünü anlamamızı da sağlayacak noktadır.

İkincisi, en heyecanlı yerinde kesilmiş bir hayal kurgusuna tekrar bağlanma yolunda insanda mevcut dayanılmaz merak ve arzudur. Hayali tüketendeki merak, onu üreten açısından hayatî öneme sahiptir. Şehrâzâd açısından bu hayatî önem, doğrudan doğruya hem kendisinin hem de diğer bütün kadınların can derdiydi. Kırsal-folk kültürün ayrılmaz parçası olan hikâyeci âşıklar açısından ise, geçim derdidir.

Hayatın nabzının kırda-köyde attığı folk kültür aşamasında da bir köye giden âşık, sazıyla-sözüyle maniler, türküler, tekerlemeler eşliğinde anlattığı hikâyeyi öyle bir gecede bitirmezdi. Hem bilerek uzatır hem de en heyecanlı yerinde keserek günlere bölerdi. Anlatıya sazın ve ezginin eşlik etmesi, mimik ve ses taklitlerinin önemli yer tutması, hikâyelerin 3, 5, 7 gece sürmesi ve dahası, mesela Köroğlu hikâyelerinde pek çok “kol”un, yani bugünkü dile tercüme edersek “epizod” ya da bölümün bulunması, aslında çağlar öncesinden bugüne aynı işleyişin nasıl karşımızda olduğuna açık delil oluşturur. (2)

Dahası âşık, hikâyede nerede kaldığını dinleyenlere sorar, “Şurada kaldı” diyenden de bahşiş alırmış. O yüzden bahşiş alabilmek için hikâyeye devam etmeden önce bu sorunun içinde yer aldığı türküyü uzatır da uzatırmış. (3)

‘Devamı var’ çağı

Hikayeci âşıkların aldıkları bahşişler ne ise bugün hayallerimizin seyrine damgasını vuran televizyon dizilerinin aralarındaki reklamlar da bir bakıma odur. Fark, birincilerin daha zanaatkârane ve geçimlik, ikincilerin ise alabildiğine endüstriyel ve ticari bir pratikten çıkış buluyor olmalarıdır.

Sözlü kültürden yazılı kültüre ve elektro-dijital kültüre kadar, hayal dünyamızı renklendiren, zenginleştiren ve besleyen tüm kurgusal anlatılarda yukarıda sıralanan strateji hep sürdürüldü. Klasikler bile, mesela Charles Dickens’ın abide romanları, ilk nüshaları itibarıyla hep en heyecanlı yerinde kesilecek şekilde haftalık, aylık dergilerde tefrika halinde çıkmıştır. Yaşar Kemal’in Deniz Küstü’sünü de ilkin gazetede tefrika olarak okuduğumu hatırlıyorum. Daha küçükken gazetelerde Tarkan, Karaoğlan, Dedektif Nik gibi çizgi romanları da hep en heyecanlı yerinde kesilmiş halde “Devamı var” ibaresi ile sonlanmış olarak okuduğumu…  Radyoda “Arkası Yarın”larda anlatılan öyküleri, roman-tiyatro uyarlamalarını dinleyip yine kaldığı en heyecanlı yerden takip etmek için ertesi günü iple çektiğimizi de… Sonrasında, aynı şekilde televizyon dizilerinde olduğu gibi…

Dijital yeni-normal ve Netflix

Bugüne gelelim!.. Artık yukarıda yazdıklarımızı geçersiz kılacak mahiyette hayatımızda Netflix var.

Ve hükümdar Şehriyâr zamanında da Netflix olsaydı, Şehrâzâd’ın işi bir hayli zor olacaktı.

Şehriyâr, masalların hepsini art arda içinde barındıran bir metni ya da kaydı elinin altında bulsa Şehrâzâd’la ilk geceyi geçirdikten sonra onu cellada teslim eder miydi, eğer başka bir çıkış yolu olmazsa kuvvetle muhtemel ki ederdi!..

Yüzyıllar önce olsaydı Şehrâzâd’ı canından edebilecek bu durum, bugün televizyon dünyasını ve onunla karşılıklı bağ içindeki reklam endüstrisini can evinden vurabilecek bir dinamik olarak karşımızda.

1997 yılında mütevazı bir online DVD satış şirketi olarak doğuş bulmuş Netflix, daha sonra doğrudan internet üzerinden abonelik bazında film ve dizi akışı sağlayıp ardından kendisi orijinal içerik yayınlar, giderek de kendisi üretir olduğu noktada televizyon seyir alışkanlığının radikal şekilde değişmesine öncülük etti.

Netflix bunu insanlığın yeni tekno-ekonomik aşamasını ve dijital-kültürel örüntüsünü iyi okuyarak yaptı.

İnternet ortamı, dijital akış, işitsel-görsel her tür içeriği istediğimiz şekil ve hızda izleme, tüketme imkânı vermekte artık. Yazılı, sözlü, görsel her tür içeriğin bir yasal kontrol ya da takibata da elvermeyecek hızda adeta boşluğa püskürtülürcesine siberuzaya aktarımı, bildiğimiz televizyon seyrini radikal biçimde değiştirdi. “Gerçek-zamanlı seyir” zorunluluk olmaktan çıktı. Bu zorunluluk kalkınca bir kurgusal içeriği haftalar boyu hep en heyecanlı yerinde herkesi merakta bırakacak noktada kesmenin ne anlamı ne gereği ne de cazibesi var artık. Bir diziyi birkaç ay sabredip sonra topluca, hiç en heyecanlı yerinde kesilmeksizin sezonluk izlemenin hazzı daha ağır basar oldu.

Bu süreç, gerçek-zamanlı seyre dayanan lineer televizyon yayıncılığını ve onu hem besleyen hem de ondan beslenen reklam endüstrisini kritik bir noktaya getirdi. İçerik ne kadar çekici olursa olsun, seyirciyi haftalarca “hatta tutacak”, dolayısıyla reklam çekecek “cliffhangers”, yani merak-heyecan kancaları atmanın önemi azaldı.

Böylece tefrika roman dönemi nasıl kapandıysa, tefrika dizi dönemi de kapanma sürecine girmiş görünüyor. Televizyoncusu da reklamcısı da dizi yapımcısı, senaristi de bu duruma, yani “dijital yeni normal”e göre hareket etmek zorunda artık.

Netflix kültürü

Sonuç olarak, tekno-kültürel dönüşüm, günümüz insanını hıza endeksli bir yaşam akışı içine soktuğu ölçüde, bir düşsel-kurgusal ürünü, değil bir hafta bir gün bekleme sabrını bile seyirciden beklemek artık zor. Ayrıca hem dizi üretiminin alabildiğine artışı hem de yeni medya teknolojilerinin eşliğinde gelen “dijital yeni normal”in avantajı, seyirciyi alabildiğine bol seçenek içerisinde başına buyruk şekilde, bir dizinin yeni bölümünü gerçek-zamanlı olarak merakla/sabırsızlıkla beklemektense, her hafta bir ya da birkaç diziyi “bindirme” ya da “tıka-basa seyir”le (binge-watching) topluca izleyip, diğer dizileri de sonraki haftalarda bölümleri tamamlanmış halde internet ortamında tüketmeye sevk etti.

Bu seyirci eğilimini en iyi okuyan Netflix, bugün artık bir ticari etiket, bir firma adı olmanın ötesinde, bir kültürel referans olmaya evrilmiş durumda.

Yani artık bir “Netflix kültürü”nden söz edebilir noktadayız.

“Hikayemizi dinleyecek bir dünya var!”

Tam da bu noktada hafta içinde Netflix Türkiye’nin iki yetkili ismiyle gerçekleştirilen basın toplantısında kültür, bir üst-başlık olarak öne çıktı.

Netflix Türkiye Kamu Politikaları Müdürü Pelin Mavili ve Netflix Türkiye İletişim Müdürü Artanç Savaş, gazeteci Nilay Örnek moderatörlüğünde dünyada ve Türkiye’de Netflix’in nereden nereye geldiğini ve daha nerelere yol tutacağını anlatırken ısrarla “kültür”e vurgu yaptılar.

Anlattıklarından anlaşılan o ki yeryüzüne Türkiye’den bakmak ve yeryüzüne Türkiye’yi göstermek amacındalar.

Artanç Savaş, dünyaya “bizim hikâyemiz”i anlatma hedefiyle hareket ettiklerini söylerken Türkiye’nin kültürel zenginliğinin, hikâye anlatıcılığı yönünden zenginliğinin altını çizdi. Pelin Mavili ise “anlatacak çok hikâyemiz, dinleyecek de kocaman bir dünya var” derken, anlatılacak olanın “kültürel açıdan çok kıymetli” olduğunu, dolayısıyla onu metalaştırmak istemediklerini, böyle bir ticari düşkünlük içinde olunmayacağını özellikle vurguladı.

“Artık onlar Türkçe altyazılı izlesin!”

Peki bu yolda kısa vadede nelerin yapılması planlanıyor?.. Sorunun cevabı, Netflix’in 2021 yılı bitmeden İstanbul ofisinin açılacağı, bunun ötesinde Türkiye’de bir film stüdyosu yatırımı ile fiziki varlığının daha da güçlendirileceği şeklinde geldi.

Netflix’in dünyanın 190 ülkesindeki 208 milyon üyesinin yaklaşık 3 buçuk milyonu Türkiye’den… Dolayısıyla Netflix’e Türkiye’den ilgi büyük olduğu gibi Netflix üzerinden dünyanın Türkiye’ye ilgisi de giderek büyümekte görünüyor. Öyle ki platformda Türkiye yapımlarını izleyenler bulundukları ülkelerde Türkçe öğrenmek için kurslara gitmeye başlamışlar. Çünkü her iki yabancıdan biri, Türkiye dizilerini/filmlerini orijinal Türkçe seslendirmeyle ve kendi dillerinde altyazılı izlemeyi tercih ediyor.

Bu çerçevede Netflix-Türkiye de kampanya başlığını patlatmış tabii: “Şimdi onlar altyazılı izlesin!..”

‘Devamı var’ çağından ‘Sırada ne var’ çağına…

Hayallerimizin seyrinde 19’uncu yüzyıl romanın, 20’nci yüzyıl sinemanın olduğu gibi, 21’inci yüzyıl da dizilerin olacak gibi görünüyor ve bakalım bu bağlamda akla sinema dendiğinde ilk Hollywood’un gelmesi gibi, “dizi” dendiğinde de ilkin ve en çok Netflix mi gelecek?.. An itibarıyla öyle, ama bunda süreklilik ancak yine Mavili ve Savaş’ın da işaret ettikleri üzere “iyi hikâyeleri doğru şekilde anlatmak”la mümkün ve elbette bu bakımdan hassasiyeti ve özeni elden bırakmamak gerekiyor.

Gelelim baştaki soruya: Şehrâzad’ın yerinde Netflix olsaydı, daha doğrusu Şehrâzad hikâyelerini Netflix-usulü “bindirme” şekilde, hep en heyecanlı yerinde kesmeden bütün bütün anlatsa ne olurdu? Celladın eline düşmekten nasıl kurtulurdu?..

Elbette bir gecede en heyecanlı yerinde kesilmek yerine tamamına eren hikâyeden sonra aynı lezzette, çekicilikte, kalitede bir yeni hikâyeyi ertesi gece vaat ederek!.. Ve halk hikâyelerinde de çizgi romanlarda da “Arkası Yarın”larda da televizyon dizilerinde de son nokta konulmadan önce hep karşımıza çıka gelmiş o “To be continued” (“Devamı var”) mesajı yerine Şehriyâr’ın zihninde ve kalbinde şu soru-mesajın belirmesine yol açarak: “What’s next?”  Yani, sırada ne var?!..  

[1] Binbir Gece Masalları, Çev. Halit Fahri Ozansoy, Doğan Kardeş Yayınları, 1970, s. 6-9.

2 Pertev N. Boratav, 100 Soruda Türk Halk Edebiyatı, Gerçek Yayınevi, 1969, s. 55-56.

3 Pertev N. Boratav, Halk Hikâyeleri ve Halk Hikâyeciliği, Tarih Vakfı, 2002, s. 33-34.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi