En az 3 değil, en çok 2 çocuk!

Bugün 11 Temmuz Dünya Nüfus Günü. Bu, bir kutlama günü değil ama… Daha çok bir farkındalık yaratma, uyarıda bulunma, insan denen hayvanın yeryüzündeki amansız çoğalma ve tüketme arzusunun onu nasıl da uçurumun kenarına getirdiğini hatırlatma, onun aklını başına toplamasını isteme günü…

İnsanın bir parçası olduğu doğa ile ilişkisinde nasıl tahripkâr ve yıkıcı bir varlık olduğunu örneklemek açısından hâlâ bir abide gibi duran aşılamamış çalışması “Tarih Boyunca Ekonomi ve Nüfus”ta İtalyan iktisat tarihçisi Carlo Cipolla, 18’inci yüzyıl sonunda Çin’de bulunan bir İngiliz elçilik görevlisinin şu çarpıcı gözlemini aktarır:

“Kanton’da büyük kanalın kenarında kalabalık toplanmıştı. Bir kısmı, eski bir geminin kalkık pupasına çıkmış oturuyorlardı. Geminin pupası ağırlığa dayanamayıp yıkılınca hepsi birden kanala döküldüler. Çevrede pek çok yelkenli kayık vardı; ama kimse, suda debelenen bu adamların yardımına koşmadı. Yalnız bir tanesi, kancasıyla uğraşıp duruyordu. Ancak kurtarmak istediği, boğulmakta olan biri değil, onun şapkası idi.”

Cipolla bu olayı şöyle yorumlar:

Bunun nedeni, insanın gereğinden fazla bol, şapkanınsa kıt olmasıdır. Aksi olsa idi, yani şapka bol, insan kıt olsa, herhalde olay da tamamen değişik şekilde cereyan edecekti. Diğer kaynaklara göre sayıca bollaşınca, her şeyde olduğu gibi insanın da marjinal değerinin düşmesi ve aynı oranda insan hayatına verilen önemin azalması, maalesef acı bir gerçektir. İnsan hayatının değerini ve kutsallığını korumak için insanın mallar arasında en ucuzu haline gelmesini önlemek zarureti vardır” Carlo M. Cipolla, Tarih Boyunca Ekonomi ve Nüfus, Çev. Mehmet Sırrı Gezgin, Tur Yayınları, 1980, s. 127-128).

İnsanın değeri ‘kantite’de değil kalitede!

Çin’de durum değişti mi, hayır, 18’inci yüzyılda olduğundan da kötü bugün... Bir buçuk milyara yaklaşan nüfusuyla dünyanın en kalabalık ülkesi Çin, bir ucuz işgücü deposu olarak bütün yerküreye mal üretirken onca insanın etini-kemiğinin de kanının-canının da dönen bir makine çarkının dişlisi kadar dahi değeri olduğu söylenemez.

Peki, ya Türkiye’de durum farklı mı, hayır. Hatta nüfus krizini idrak etme/me noktasında çok daha vahim… Burada yıllardır “En az üç çocuk” diye diye, temel-yaşamsal kaynaklara oranla bollaşmış insanı, Cipolla’nın ifadesiyle “mallar arasında en ucuz”, dolayısıyla en kolay israf edilebilir, gözden çıkarılabilir hale getirmiş bir iktidar ha babam de babam hükmünü icra etmekte. Nüfusun değerini kalitede değil “kantite” yani sayıda bulan bir dinbazlık, kalkınma-büyüme-kâr iştahında, yeryüzünü bitirme noktasına gelmiş küresel-kapitalist işleyişin terkisine salât-ü selamlarla takılmış gidiyor. Tarım topraklarımız çoraklaşıyor; çiftçilik-hayvancılık bitiyor; denizlerimiz salya-sümük saçıyor; göllerimiz-ırmaklarımız kuruyor; dağlarımız altın uğruna zehirleniyor; define arama ahmaklığına cevaz veren bürokrasi marifetiyle bir doğa mucizesi krater gölü önce kurutulup sonra yine ahmakça bir “kurtarma operasyonu” ile çamur bataklığına dönüştürülüyor… Say say bitmez, bitmiyor.

Buna karşılık nüfus artsın da artsın isteniyor; neden geç evleniyorsunuz, erken evlenin, hatta 12-15 yaş bile caiz denmeye getiriliyor. Üreyin de üreyin telkininde bulunuluyor bol bol.

Hasılıkelam, iktidar nüfuzu uğruna nüfusu kendi yörüngesinde artırmaya yönelik bir dinbaz-demografik politika, kıyasıya yürütülüyor.

Yaşasın (mı?) Dünya Nüfus Günü!

Bugün 11 Temmuz Dünya Nüfus Günü.

Bu, bir kutlama günü değil ama. Daha çok bir farkındalık yaratma, uyarıda bulunma, insan denen hayvanın yeryüzündeki amansız çoğalma ve tüketme arzusunun onu nasıl da uçurumun kenarına getirdiğini hatırlatma, onun aklını başına toplamasını isteme günü…

1987 yılında yeryüzünde insan nüfus sayısının 5 milyarı bulduğu 11 Temmuz günü sembolik başlangıç alınarak 1989’dan itibaren adeta can havliyle Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNCP) tarafından kabul ve deklare edildi Dünya Nüfus Günü. Bu özle günde her yıl Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu (UNFPA) tarafından nüfusla ilgili önemli bir tema belirlenerek onun üzerine çalışma ve etkinlikler programlanıyor. Bu yılın teması da “Üreme sağlığına ve tüm insan haklarına öncelik verilmesi”.

Dünyada insan nüfusunun 5 milyarı bulduğu an demek ki gelecek adına sorumluluk ve inisiyatif alma konumundaki yetkililer için alarmist bir etkide bulunmuş. Bir başka deyişle, nihayet “jeton düşmüş”!.. Hâlbuki çok çok daha öncesinde kültür-nüfus-çevre ilişkisi üzerine çalışan sosyal bilimcilerin, insan bilimcilerin ya da işte Cipolla gibi tarihçilerin dikkat çektiği sorunlar, insanlığın ve dünyanın geleceğine ilişkin kaygılar ancak kabul görmüş.

Bu söylediklerimi hem delillendirme hem de detaylandırma yolunda Prof. Cipolla’ya ve onun İngilizce olarak ta 1962’de (benim doğduğum yıl!) yayımlanmış kitabına döneyim!.. 

İnsanın dayanılmaz üreyişi!

Cipolla, insanlığın tamamen avcı-toplayıcı olduğu paleolitik döneme ilişkin yeryüzünde insanın yaşayabileceği bölgeler göz önünde bulundurularak yapılan güçlü faraziyeler doğrultusunda, 10 bin yıl önceki Tarım/Ziraat Devrimi öncesi dünyada insan nüfusunun 20 milyondan fazla olamayacağını kaydeder. Üstelik bu azami rakamdır ve asgarisi de 2 milyondur. Yani Tarım ya da yiyecek üreticiliğinin şafağında takriben 5-10 milyon insan mevcuttur yerküre üzerinde (s. 106).

Demek ki insanın “alet yapan (yetenekli) maymun”, yani Homo habilis olarak yaklaşık 2 milyon yıl öncesinde “antropolojik” varoluşundan itibaren, Homo erektus’tan, Neandertaller’den, Homo sapiens’e kadar gelen hatta 10 bin yıl öncesine kadar geçen zamanda hepi topu 5-10 milyonluk bir insan nüfusu oluşmuş yeryüzünde…

Sonrasını tekrar Cipolla’dan okuyalım:

“Ziraat Devriminden doğan nüfus artışı, hiç değilse başlangıçlarda, mevcut yerleşme yerlerinin daha kalabalık hale gelmesi şeklinde değil de, yeni yerleşme yerlerinin teşekkülü tarzında gelişti. (…) Sonraları, hayat seviyesinin yükselmesi, üretimde teknik ve örgütlenme bakımından ilerleme kaydedilmesi, kısacası medeniyetin gelişmesi ile nüfus yoğunluğu önemli ölçüde arttı. (…) Dünya nüfusunun M.Ö. 10.000 yıllarında, Ziraat devrimi başlarken 2 ilâ 20 milyon arasında olabileceğini söylemiştik. Sanayi Devriminin başında M.S. 1750 yılında bu miktar 650 ilâ 850 milyon arasında bulunuyordu.” (s. 106-109).

Demek ki 10 bin yıllık tarımsal (çiftçi-hayvancı) yaşam biçimi insan nüfusunu taş çatlasa 100 kat artırmışsa da 1 milyara bile çıkaramamış. Ama 18’inci yüzyılın ortasından itibaren makineleşmek arzusuyla yanıp tutuşur hale gelen endüstri-devrimi insanı, hepi topu iki yüzyıl içinde nüfusuyla dünyayı “patlatacaktır”:

“1750’de Dünya nüfusu toplam olarak 650 ilâ 850 milyon arasında bulunuyordu. 1850’de bu miktar 1100 ilâ 1300 milyon arasında idi. 1900 yılında 1600 milyon civarına yükseldi. 1950’de 2500 milyona [2,5 milyara] yaklaşmış bulunuyordu. 1960’da 3000 milyonu [3 milyarı] aşan bu miktar, halen her zamankinden daha hızlı biçimde artmaya devam etmektedir” (s. 109).

Yeryüzünde bir kanser: İnsan

Şimdi anladınız mı neden UNDP 1987-89’dan itibaren adeta dehşet içinde “alarm”a geçerek bir Dünya Nüfus Günü ihdas etme cihetine gitmiş. Çünkü aşağı yukarı 25 yıl içinde nüfus iki milyar artıp 5 milyara dayanmış. “İnsan eşref-î mahlûkattır; ondan daha değerli ne var bu dünyada?!” diye diye neredeyse yeryüzünde insandan başka hiçbir şey kalmayacak bir noktaya gidişat söz konusu olmuş çünkü!..

Bugün de nüfus-aile planlaması, doğum kontrolü, vd. tüm çabalara rağmen son 30 yılda da üç milyara yakın artarak neredeyse 8 milyarı görme noktasına gelmiş durumda insan nüfusu. Birleşmiş Milletler 2020 dünya nüfus tahminini 7 milyar 794 milyon 798 bin 729 kişi olarak yapıyor. En fazla nüfus, 1 milyar 439 milyon küsurla Çin’de. Hindistan 1 milyar 380 milyon küsurla ikinci. ABD 331 milyonla üçüncü. Türkiye 83 milyon küsurla 235 ülke arasında 19’uncu sırada.

Cipolla dünya insan nüfusunda yakın dönemde kaydedilen bu anormal artışı gösteren grafiği inceleyen bir biyoloğun şu sözlerine de yer veriyor 1960 başında yazdığı kitabında: “Bulaşıcı bir hastalığa yeni yakalanan insanın vücudunda mikropların çoğalmasını gösteren grafiğe ne kadar da benziyor! İnsan dediğimiz mikrobun Dünyaya ettiği de bu zaten!..” (s. 110).

E, biz de işte bu sevgili hocalarımızın izinde, onlardan öğrendiklerimiz doğrultusunda yaklaşık 20 yıldır bas bas bağırmıyor muyuz, “İnsan yeryüzünün kanser hücresidir” diye… Ve halihazırda uzay gemileriyle Mars’a doğru “yelken açmış” oluşunu da düşünürsek, giderek “evrenin kanser hücresi” olma tehlikesi de yok değil hani! İşte bütün bunlardan dolayı “Korona”yı da Doğa’nın kendisi karşısında yerini-sınırlarını bilmeyen, “hayvani tevazu”dan (animal humility) kopmuş bu “kanser”i bağrından atmaya dönük belki de bir son hamlesi; bir tür “kemoterapi” uygulaması şeklinde değerlendirmek yanlış mı?!..

“Teşbihte hata olmaz” demenin çok ötesinde, teşbih belki de hiç bu kadar hayırlı olmamıştır!..

Gövdesi büyürken içi göçen şehirler!

Prof. Cipolla daha neler neler demiyor, bugünkü felaketimiz/kıyametimize ilişkin ta 1960 başında nasıl da önemli öngörü ve uyarılarda bulunmuyor ki!.. Devam edelim okumaya:

“Temel hammaddeler gün geçtikçe azalıyor, daha da kötüsü açık hava, temiz su, dinlendirici sessizlik gibi şeyler gittikçe bulunmaz hale gelmektedir. Oysa bunlara eskiden hiç kimse iktisadi bir önem atfetmeyi hayal bile edemezdi. Çünkü herkese rahatça yetecek kadar bol bol vardı. Halk kitlelerinin dev şehirlerde (megalapolis), modern sanayileşmenin kaçınılmaz, mecburi bir sonucu gibi görünen yığışması, son derece yıkıcı nitelikler taşıyan sosyal gerginlikler ve psikolojik bozukluklara sebep olmaktadır. Şehirlerimizin gövdesi büyürken, içinin göçmekte olması bir paradokstur.

Artık çok geç demeye dili varmayanlar, bunu demeyi fazla ümitsizlik sayanlar bile yakın gelecekte durumun daha da kötüleşeceğini görmekten kendilerini alamamaktadırlar. Azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler, hayat seviyelerini sefalet derecesinden daha yukarıya çıkarmak için, Sanayi Devrimini gerçekleştirmek zorundadırlar. Eğer bunu başaramazlarsa tam sefalete mahkûm olacaklardır. Eğer başarırlarsa, bugün küremizi saran çevre kirlenmesi ve bozulması çok daha büyük boyutlara varmış olacaktır” (s. 115-116).

Türkiye Cipolla’nın bunları yazdığı 1960 başlarında onun zikrettiği “azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler” kategorisindeydi. Bugün nerede olduğu da elbette hayli tartışmalı bir konu ama bu ülkenin son 20 yıllık gidişatını belirlemiş siyasi iradenin Cipolla’nın yukarıdaki sözlerinin sonundaki “eğer başarırlarsa” ifadesine karşılık gelen bir başarı hikayesiyle kendisini takdim ettiğini gayet iyi biliyoruz.

Oysaki hayat seviyemizde sefalet tüm ihtişamıyla devam ediyor!.. Ve yıllardır, “İnşaat ya Resulullah”, “Nükleer ya Resulullah”, “HES ya Resulullah”, “Köprü-Tünel-Kanal ya Resulullah” diye diye gelinen noktada “açık hava”, “temiz su”, “dinlendirici sessizlik”ten uzak halde, Cipolla’nın “megalopolis”lerinde tıkış tıkış, sosyal gerginlikler-psikolojik bozukluklarla dolu bir hayatın içinde heba olup gidiyoruz.

Çünkü yerkürenin pek çok yerinde olduğu gibi bu ülkede de iktidar tutkunları, kaynakları insan kalitesini yükseltecek alanlara yatırmak yerine, yukarıda sıralananlara yatırıyorlar; üstüne üstlük bir de “üreyin üreyebildiğiniz kadar” diye kitlelere gaz veriyorlar. Yine yarım asrı aşkın zaman önce evrimsel-biyolojinin dev ismi Julian Huxley’in deyişiyle, nüfus söz konusu olduğunda “mânâsız sayı yerine mânâlı kalite”ye önem verme gibi bir çaba, motivasyon ya da anlayıştan eser yok onlarda.

Biz de diyoruz ki en çok 2 çocuk!

Tablo bu ve bugün Dünya Nüfus Günü. Ama dedik ya, hiç mi hiç “kutlu” olmayan bir gün bu... Kutlamaya değil aklımızı başımıza toplamaya ve çıkmamış candan ümit kesilmez deyişine sığınarak, hâlâ ne söylenecekse söyleyip, hiç olmazsa ruhumuzu kurtarmaya yönelik bir fırsat günü olsa olsa.

Bu doğrultuda son olarak ne diyeceksek hiç sakınmaksızın diyerek noktalayalım: Bir kere insanlarımızın ne üremesiyle-çoğalmasıyla, ne çocuk yapma-yapmama tercihiyle bir derdimiz var, ne de buna müdahale hakkımız ve haddimiz var. Tabii hiç kimsenin de olmaması lâzım!..

Buna mukabil yıllardır ısrarla “en az üç çocuk” telkin ve empozesinde bulunan politik irade karşısında, illa bir öneride bulunulacaksa biz de “antropolojik” irademizi koyarak diyoruz ki en çok iki çocuk!..

Çünkü nüfusun değeri ve gücü, ne kadar çok olduğunda değil, ne kadar kaliteli olduğundadır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi