Gerçeği yok saymak

Geçen hafta “Ne Olduğumu Boş Ver, Kim Olduğuma Bak” başlıklı bir yazı yazmıştım. Bu yazı hem olumlu hem de olumsuz eleştiriler aldı. Yazının aldığı tepkiler beni bu hafta da aynı konuya devam etme konusunda tahrik etti. Öncelikle belirtmek istiyorum ki her türlü eleştiri benim için çok önemli. Ama ne yalan söyleyeyim, olumsuz olanları daha fazla önemsiyorum. Çünkü kendimi sorgulamaya, fikirlerimi test etmeye yarıyorlar. İşte bu haftaki yazıya bir olumsuz eleştiriyle başlamak istiyorum.

Bu eleştiri oldukça yakın bir akrabamdan, yeğenimden geldi. Her ne kadar argümanı olmayan bir eleştiriyse de ‘pek çok insanın’ aynı görüşte (bence bir yanılsama) olduğunu bildiğim için ciddiye aldım bu karşı çıkışı. Bir de o tepkiyi alınca anladım ki geçen hafta bir şeyleri eksik bırakmışım, dolayısıyla da derdimi anlatmayı becerememişim. Bakalım bu hafta becerebilecek miyim?

Pek çok insan aynı görüşte dedim, çünkü ‘ne’liğini unutan ya da bunu önemsemeyen insanlardan kurulu medeniyeti eleştirmiştim geçen hafta. Hatta bu medeniyetin bahsettiğim unutmaya neden olduğunu da çıtlatmıştım hafiften. Yeğenim de tam bu noktadan, bu tespiti doğrulayan bir itiraz yaptı. Yazıdaki şu cümleye takılmış: “Oksijen, karbon, hidrojen, azot gibi elementlerden, hatta onları da oluşturan atomlardan müteşekkil bir varlık olduğumuzu, aslında bir hayvan türü olduğumuzu, daha derinlerden incelersek evrendeki tüm maddeler gibi bir madde olduğumuzu yani ‘ne’ olduğumuzu es geçip kim olduğumuza sıçrıyoruz.” Bu cümleye karşı bana dedi ki “ama abi sen de çok gerilere gitmişsin…” Bu, çok naif ve bir taraftan bakıldığında hak verilebilecek bir tespit. Ama bu tepkiye ancak ve ancak antroposantrik (insan merkezci) açıdan bakıldığında hak verilebilir. Oysa ben tam da o taraftan bakmayı eleştirmiştim yazının tamamında. Yeğenim istiyor ki o kadar gerilere gitmeyeyim, meselenin ‘öz’üne inmeyeyim, insanın bir madde oluşundan hareketle ‘töz’den bahsetmeyeyim.

Çünkü bu gerçek tüylerini ürpertiyor

Geçen hafta da belirttiğim gibi bu, insanı korkutan bir sonuç doğuruyor. Bu kadar derine bir sondaj yapıldığında çok çarpıcı bir gerçekle karşı karşıya kalıyor. Evren’deki tüm maddelerle aynı tözü paylaştığı gerçeği. Bunun, onu diğer varlıklardan ayıran özelliklerinden ve tabii kurduğu medeniyetten uzaklaştıracağını düşünüyor. Doğaya bu gözle baktığında, kendisinin de doğanın küçük bir öğesi olduğunu görme ihtimali başka ve hiç hoşlanmayacağı ihtimaller doğuruyor. Ahlâkla çelişmekten, düzenin yara almasından, iyi-kötü, adalet gibi kavramların yok olup gitmesinden endişeleniyor. Çünkü bunların hepsini kendi zihninde yarattı ve hiçbiri doğada yok.

Oysa gerçeğe karşı durmak, ondan kaçmak ya da onu yok saymak hiçbir işe yaramıyor. Yapabileceğimiz tek şey, onu anlamayabilmek için sorgulamak. Dedik ya kendi zihninde yarattıklarını kaybetmekten korkuyor diye. İşte insan olarak farkını tam da bu noktada koysana. Seni diğer varlıklardan ayıran temel özelliğin değil mi zihin sahibi olmak? Üstelik de diğer hayvanlarınkinden çok daha gelişmiş bir zihin. Yani anlama, algılama yetisi. Onu da bir maddenin ürettiği gerçeği neden korkutuyor seni? İnsan, zihni sayesinde kendi zihnini bile sorgulayabilecek bir yetiye sahip değil mi? Neden kaçıyorsun bundan? Bilim ve felsefe tam da bunun için icat edilmedi mi?

Zihin sahibi olmak ne demek?

Hem bir mühendis hem de bir felsefeci (bence mükemmel bir kombinasyon) olan Erhan Demircioğlu’nun editörlüğünü yaptığı ve zihin konusunda çok önemli makalelerin derlendiği bir antoloji var. Adı Zihin – Descartes’tan Yapay Zekâya. Demircioğlu bu derlemenin editörlüğünü yapmakla kalmamış, aynı zamanda şahane bir ‘giriş’ yazmış. Orada şöyle diyor: “Öyle görünüyor ki benim zihin sahibi olmama imkân veren şey, sahip olduğum beyindir. Fakat ne yazık ki neden zihin sahibi olduğumu beynime atıfla açıklama girişimi, oldukça umutsuz bir girişim gibi görünür. Beyin, makro-düzeyde bir et parçasıdır; bir kasap dükkanının vitrininde sergilenip satışa sunulabilecek türden bir şey… Nasıl olur da bir et parçası âşık olabilir ya da depresyona girebilir? Bunun yanında, beyin mikro-düzeyde bir ‘atom yumağı’dır ve bu hâliyle bir başka ‘atom yumağı’ olan bir kaya parçası ile asli olarak benzeşik görünür. Neden bir atom yumağı olarak beyin, zihnin ‘ev sahibi’ olabilirken, bir başka atom yumağı olan bir kaya parçası zihin yoksunu olsun ki?” (1)

İşte size insanın Evren’deki ‘ne’liğini kavradıktan sonra ‘kim’liğini kurabilmenin yolunu açabilecek en parlak sorgulamalardan biri. Bilim ve felsefe yüzyıllardır bu soruya cevap arıyor. Ancak bu soruya verilecek cevaplar insanı korkutmamalı. Çünkü beyninin bir kaya parçasıyla paylaştığı tözü kabul etmek insanı etik kuralları olmayan, iyiyle kötüyü ayırt edemeyen, adalet üretemeyen bir kayaya dönüştürmez. Bu korku neden? Doğayı anlamanın, insanın kendi doğasını keşfedip bunu kabul etmesinin ne zararı var? Tam tersine, bu çok yararlı değil mi? İnsan doğanın kaosu içerisinde bulamadığı anlamı işte bu zihniyle üretmiyor mu? Peki anlam üreten bu zihni ‘anlamak’ ona neden zarar versin? “Ama abi sen de çok gerilere gitmişsin…” diye yakınan yeğenimin zihni de bunu anlamaya muktedir. Sorun, bu gerçeği hesaba katmayı reddetmesinde. Reddediyor, çünkü bunu hesaba katarsa, bir kaya parçasıyla eşdeğer olacağını, bunun da onu değersiz ya da hiçe yakın bir değere yaklaştıracağını, sabahına da nihilist bir dünyaya uyanacağını zannediyor. Her maddenin bir değeri var ve o değer onun temel özelliklerinden geliyor. Senin de insan olarak temel özelliğin zihin sahibi bir madde olmansa ve kendi değerini bununla kuruyorsan, bunda korkulacak ne var?

1883_Elsa Dutton (Isabel May)

1883

Bu ne tuhaf bir ara başlık diyebilirsiniz. Ama üzerine tartıştığımız konuyla çok yakından ilgili. 1883 son günlerde takip ettiğim bir TV dizisinin adı. Meşhur Yellowstone dizisinde günümüzde geçen hikâyenin 140 yıl öncesini anlatıyor. Dutton Ailesi’nin Amerikan İç Savaşı’nın ardından yepyeni bir hayat kurmak için Montana’ya göçünün hikâyesi. Avrupa’dan yeni gelmiş göçmenlerle birlikte zorlu nehirleri, dağları ve çölleri geçmek zorunda oldukları çok zorlu bir yolculuk. Tabii basit bir tanıtım yazısı gibi duran bu cümlelerden çok daha fazlası var dizide. İnsanlar bu yolculuk sırasında doğayı anlıyor ve aslında kendilerini bu doğa içerisinde nasıl konumlayacaklarını, o kaosun içerisinde varlıklarını nasıl koruyabileceklerini keşfediyorlar. Bu keşif sayesinde de aslında ‘ne’ olduklarına dair müthiş bir bilinç geliştiriyorlar. Benim açımdan dizinin önemi tam da bu noktada.

Elsa Dutton, ailenin 18 yaşındaki kızı. Aynı zamanda dizide ‘anlatıcı’ rolünü üstlenen karakter. Özellikle Elsa’nın doğa içerisinde yaşadıklarını idrak etme ve bunu dile getirme biçimi tam da konumuzla ilgili de o yüzden attım bu ara başlığı. Yolculuk sırasında yaşadıkları zorluklar, ölümler, mutlu hissettikleri anlar, Elsa’nın kendi bedenini keşfetme serüveni, yeni acılar ve hazlarla tanışması, ama en önemlisi de insan olarak doğa içerisinde ‘ne’ olduğunu idrak etmesi gerçekten seyre değer.

Yolculuk sırasında zorlu geçen ama yer yer keyif de aldığı birkaç günün ardından şöyle bir hesaplaşma yaşıyor Elsa: “Dönüp baktığımda iki yolum vardı. Biri tehlike, ölüm ve çaresizlikle; diğeri macera ve harikalarla doluydu. Ben ikincisindeydim ve çok sevmiştim. İkisinin kesişeceğinden haberim yoktu. Bu dünyanın ne kadar acımasız ve duygusuz olabileceğini bilmiyordum. Ölmen dünyanın umurunda değildi. Çığlıklarına kulak asmıyordu. Kanın aktığında toprak onu içiyordu. Yaralı olmana aldırmıyordu. Kendi kendime, Tanrı’yla görüştüğümde soracağım ilk soruyu belirlemiştim. Niye olağanüstü bir dünya yaratıp canavarlarla doldurdun? Niye çiçekler yaratıp aralarına yılanları sakladın? Kasırgalar neden var? O an anladım. Dünyayı bizim için yaratmamıştı.” Ancak ve ancak doğanın içerisinde yaşadığında idrak edebileceğin gerçekler bunlar. Doğanın içerisinde, onun kaosunda nasıl da önemsiz olabiliyor insan. Doğanın kendisi için var olduğu ya da kendisi için yaratıldığı yanılgısından nasıl da kurtuluyor o gerçeklerle karşılaşınca. Evet, doğa bizim için var değil ama biz onun içerisinde varız. Doğanın umurunda değiliz ama doğa bizim umurumuzda olmazsa vay halimize. Şimdi soruyorum. Bu ‘ne’liğimizi bir kenara koymak, onu hiç hesaba katmamak ve onu idrak etmeden yaşamak ne kadar akıllıca?

Elsa dinlenmek için mola verdikleri bir yerde başka bir hesaplaşma içerisine giriyor. Bu yeni hesaplaşma sonucunda ulaştığı çok önemli bir sonuç daha var. Diyor ki… “Gece ve gündüzün kuralları bu yerin kafasını karıştırmış. Belki de sadece ciddiye almıyor. Güneş battığında soğumayı reddediyor. Tanrı bu yerin ne olacağına henüz karar verememiş gibi. Çöl mü olacak, yoksa bir çayır mı? Buradaki her canlının dikenleri, boynuzları ve dişleri var. Doğa bu soruya bir yanıt bulmak için kendi kendiyle savaşıyor. Bu savaşı biliyorum. Bu, olman gerekenle olabileceğin şey arasındaki bir savaş. Bu yere baktığımda yarım kalmış ruhumu görüyorum. Bu yere baktığımda, anlıyorum ki benim için o savaş sona ermiş. Artık ne olduğumu biliyorum. Ben bir kovboyum. Görünüşe göre uygarlıktan uzaklaştıkça, kurallarını, geleneklerini ve kısıtlamalarını geride bırakıyorsun. Batıya doğru ilerledikçe o kurallar ve gelenekler yok oluyordu.” Doğa içerisinde insanın kendisini ‘ne’ olduğunun bilincine varmasıyla birlikte kendisini yeniden konumlamasını anlatan müthiş bir monolog. Doğanın içerisinde gördüğü savaşın oluşturduğu bir dünya. Bu, bildiğiniz Herakleitosçu bir söylem. Herakleitos oluşu açıklarken şöyle der: “Savaşın her şeyde ortak olduğunu ve savaşın adalet olduğunu, her şeyin savaşla doğup savaşla ortadan kalktığını bilelim.” İşte doğanın bu savaşı olman gerekenle olabileceğin şeyi belirliyor. Benim bu monologdaki tek itirazım bu savaşın Elsa için bitmesinden sonra “Artık ne olduğumu biliyorum. Ben bir kovboyum.” demesine. Aslında bu onun bir kovboya dönüşme süreci. Yani ‘ne’ olduğu değil de doğa içerisinde ‘ne’liğini keşfettikten sonra kurduğu yeni ‘kim’lik. Bir başka tespit de doğa içerisinde yaşamaya başlayınca uygarlığın sana yüklediği değerlerin, kuralların, geleneklerin nasıl da yok olmak zorunda kaldığı. Aslında insanın kurduğu medeniyetin doğa içerisinde ne kadar aciz olabileceğini anlaması gerektiği.

Öyleyse doğa ve uygarlık düşman mı?

Elbette ki hayır. Ben doğa ve uygarlığın bir savaş içerisinde olması gerektiğini söylemeye çalışmıyorum. Ama maalesef biz insanlar öyleymiş gibi davranıyoruz. Amacım uygarlık karşısında doğayı yüceltmek, uygarlığı da bir kavram olarak kötülemek değil. Pastoral bir romantizmle “hadi gelin hepimiz köyümüze geri dönelim” de demiyorum. Benim itirazım, uygar insanın doğa içerisinde kendine bir türlü doğru yeri bulamamasına. Kültürün ve onunla kurduğu uygarlığın doğaya hâkim olduğu sanrısına. Kendisini doğanın içinde değil de doğaya karşı konumlamasına. Yoksa elbette zihniyle kurduğu uygarlığı devam ettirmeli ve geliştirmeli insan. Ama zihnin de doğal bir şey olduğunu, kendisinin istese de istemese de doğanın bir öğesi olduğunu unutmadan yapmalı bunu. ‘Ne’liğini hesaba katmadan, ‘kim’lik oluşturmaya çalışırsa doğanın ona en sert cezayı keseceğini asla unutmamalı.

Son olarak daha önceki bir yazımın başlığında da kullandığım, Kanadalı astrofizikçi Hubert Reeves’in sözünü tekrar etmek isterim. Bu, o yazının ilk sözüydü, bu yazının da son sözü olsun. “Doğayla savaş hâlindeyiz. Eğer kazanırsak, kaybedeceğiz.”

1 Kolektif. Editör: Erhan Demircioğlu. (2023) Zihin-Descartes’tan Yapay Zekâya. Ankara: Fol Kitap s.12

Önceki ve Sonraki Yazılar
Gönç Selen Arşivi