‘Halef’ diye başlayıp ‘hilâf’ olan Hilafet!

İslam tarihine olumlu (Müslüman) ya da olumsuz (gayrı-Müslim) yönde inanç temelli angajman ve önyargılardan uzak, sakin ve serinkanlı yaklaşıldığında, başlangıçtan itibaren İslamiyet’e en zararlı müessese olarak karşımıza “Hilafet” çıkar.
Hilafet, İslam’ın iktidarla tanışması, inancın ihtirasa, maneviyatın siyasete teslim olmasıdır.
Halifelik kavgasının başlangıcını genelde Peygamber’in ölümünden sonra yaşananlara tarihlemek söz konusu. Ancak biraz daha dikkatlice ve detaylı bakıldığında hilafet meselesinin Peygamber hayatta iken ipuçlarıyla karşı karşıya olduğumuz bile ileri sürülebilir. Öyle ki Abdülbâki Gölpınarlı abide eseri Tarih Boyunca İslâm Mezhepleri ve Şîîlik’te esasen Peygamber’in ölümünden sonraki olayları aktarıp değerlendirdiği ikinci bölümü, “Hz. Peygamber (S.M.) henüz bu fâni âlemdeyken sahâbe arasında ayrılıklar başlamıştı” cümlesi ile açar. Bu, bize hilafet, yani liderlik ve iktidar kavgasının Peygamber’in ölümünü dahi beklemediğini düşündüren bir ifadedir. Hemen ardından Gölpınarlı İslam tarihinin temel-güvenilir kaynaklarına dayanarak, Peygamber hasta yatağında iken vasiyet yazdırmak istediğinde bunun nasıl “siyaseten” engellendiğinden bahseder.
Bazı kesitleri paylaşalım:
“Ahmed b. Hanbel ‘Müsned’inde İbn Abbas’tan rivayetle diyor ki ‘Hz. Peygamber’in vefatları yaklaşınca, bir koyun kemiği getirin de size bir şey yazdırayım ki benden sonra sizden iki kişi bile birbiriyle ayrılığa düşmesin buyurdu’. (…) İbn Abbas’tan gelen diğer bir rivayette Hz. Peygamber (S.M.) vefatıyla sonuçlanan rahatsızlıklarında, ‘Bana bir kâğıt kalem getirin de size bir şey yazdırayım ki ondan sonra asla yol yitirmeyesiniz’ buyurdular. Ömer, ‘Rum şehirlerinden filan şehir feşman şehir öylece kalacak mı? Râsûlullah, bu şehirleri fethetmeden vefat etmeyecek; vefat ederse bile tekrar dirilmesini beklemeliyiz; netekim Musa Peygamber’i de İsrailoğulları beklediler’ dedi. Hz. Peygamber’in zevceleri Zeyneb, ‘Duymuyor musunuz’ dedi, ‘Râsûlullah size vasıyyet etmek istiyor’. Derken bir gürültüdür koptu. Hz. Râsûli Ekrem (S.M.) ‘Kalkın’ buyurdular. ‘Gidin’. Onlar gidince de Hz. Peygamber vefat ettiler (Buhâri, ‘Kitab’ül-Cihâd’ın ‘Cevâiz!ül-Vefâ’ bölümü; Sahihu Müslim, ‘Vasiyyet-name’nin terki’ bölümü; İbn Sa’d: Tabaak II, s. 244; Tabari III, 193).”
Vasiyet’e engelde Ömer’in “siyasi” rolü
Gölpınarlı, Peygamber’in vasiyetinin yazdırılmaması hususunda İslamiyet’in başlangıcından itibaren en kudretli “siyasi” şahsiyet olarak belirmiş Ömer’in rolünün altını çizmektedir:
“Açıkça anlaşılıyor ki bu vasıyyet yazılsaydı da ‘Hz. Râsûl kendilerinde değilken yazdırdı’ denecekti, çünkü sayıklıyor da dendi. Buhari’deki bir rivayete göre Ömer hazretleri, ‘Hastalık Râsûlullah’ın bütün duygularını kaplamış; elimizde Kur’an var; Allah’ın kitabı bize yeter’ demişti. Hz. Râsûl’e, sonradan, istediğinizi getirelim mi dendiği zaman, Râsûl-i Ekrem ‘Bundan sonra neye yarar’ buyurmuşlardı (Buhari’nin ‘Magaazi’ bâbındaki ‘Peygamber’in hastalığı’ bölümüne, III,62; ‘Kitabu Farz’ına, IV, 5; ‘Sünnete yapışmak’ ve ‘İhtilafın kötülüğü’ kısımlarına: IV, 180; Sahihu Müslim’in ‘Vasıyyet’ kısmına bakınız; V, 76).”
Peygamber öldü, kavga koptu
Mutlaka ki Gölpınarlı’nın Şiî motivasyon ve oryantasyonla bunları yazdığını söyleyecekler çıkacağı için yazarın referans gösterdiği sahih hadis kaynaklarını okuyucuyu yorma pahasına kaydetme gereği duyduk. Kim ne diyecek olursa olsun, İslam Peygamberi ölüm döşeğinde iken iktidar kaygısıyla kendini göstermiş bu ihtilaflar, bağırış-çağırışlar, gürültü-patırtılar o vefat ettikten sonra daha bariz olarak devam etti gitti. Onun ev halkı (“ehl-i beyt”) cenaze ile meşgulken “kim baş olacak” kavgası, diğer deyişle hilafet sorunu patlak verdi.
Daha önce uzun uzadıya üzerinde çalıştığımız ve yer yer çeşitli vesilelerle başka yayın organlarında değindiğimiz bu bahsi, en son Ayasofya coşkusu eşliğinde tekrar gündeme gelmiş olması nedeniyle, biraz geç de olsa tekrar değerlendirelim!..
Mekke ve Medine karşı karşıya…
Yukarıda serimlendiği üzere Peygamber’in vefatı öncesi vasiyetine izin verilmeyip konu muğlak “bıraktırıldığı” için o ölür ölmez halife olarak ortaya çıkma hakkını farklı gerekçelerle kendinde görenler oldu. Buna bağlı olarak bir seçim süreci yaşanmış gibi görünse de aslında olan, farklı çıkar grupları arasında kıran kırana bir iktidar mücadelesidir. Bu süreçte Peygamber’e memleketi Mekke ve kabilesi Kureyş üzerinden en yakın konumda olanlar, Ebu Bekir demektedir. Çünkü Ebubekir, hem Kureyş’in çok güçlü bir ismi hem Peygamber’in en yakın ve sadık dostu (“Sıddık”) hem de kayınpederidir.
“Daha ne olsun” diyebilirsiniz, ama Hicret mekânı Medine’deki “Ensar” öyle demedi. Ensar (Yardımcılar), Peygamber’in Mekke’de barınamadığı için sığındığı Medine’de (eski adı Yesrib) yaşayan ve Mekke’deki çoktanrıcı “müşrik”lere karşı mücadelesinde ona yardım edenlerdir. Onlar demektedir ki, evet Peygamber Mekke’de ve Kureyş’in içinde doğdu, büyüdü ama ne orada ne de o kabilenin içinde barınamadı; biz ise onu bağrımıza bastık. Dolayısıyla onun halifesi bizden olmalı!..
Gel gelelim Medine’de de taa İslam-öncesine giden bir rekabet, şehrin iki köklü kabilesi Evs ve Hazrec arasında mevcuttur ve bu rekabet halifelik üzerinden yeniden patlak verir. Kureyş (Mekke) tarafı da bu rekabeti gayet güzel istismar edip Ebu Bekir’in halife seçilmesi yolunda bundan alabildiğine yararlanmıştır.
Yine Ömer baş rolde!..
Medine’nin halifelik için ayranının kabardığı anlaşılır anlaşılmaz Ebu Bekir, bir yanına Ömer’i öbür yanına da Peygamber’in “Ümmetin emini (en doğrusu)” dediği Ebu Ubeyde’yi alıp, Ensar’ın toplandığı Beni Saide gölgeliğine gelir. Burada Kureyş ve Ensar yahut Mekke-Medine ikiliği üzerinden halifelik için sıkı bir tartışma yaşanmıştır.
“Ensar”dan biri, “Bizler Resulullah’ın yardımcıları ve hazır askerleriyiz. Ey muhacirler! Siz bizim içimize girerek sığınmış bir topluluksunuz. Emirlik bizim hakkımızdır” der. Ebu Bekir şöyle mukabelede bulunur: “Ey Ensar! Allah’ın Resulüne yardım ettiniz, onun için, iddia ettiğiniz fazilet ve şerefin ehlisiniz; fakat emirlik konusunda Arap sopları eskiden beri Kureyşlileri tanırlar. Çünkü Kureyş kavmi, soy sopça Arabın ulusudur. Biz emirleriz, siz de vezirlersiniz.”
Tabii tartışmaya Ömer de şiddetlice katılmış ve Medinelilerden Habab, “Ey Ensar! Bu dine Arap kavmi sizin kılınçlarınızla boyun eğdi, hakkınızı başkalarına kaptırmayın” çıkışında bulunduğunda Ömer’le kafa kafaya gelmiştir. Durumun ciddiyeti karşısında bu defa Ebu Ubeyde Medinelilere: “Ey Ensar! Bu dine ilk yardım edenler sizdiniz; sakın ilk bozan da siz olmayasınız” diye seslenir.
Ensar, halifeliğin “nöbetleşe”, yani ilk önce Kureyş’ten-sonra kendilerinden olmasını ve böyle sürüp gitmesini de önerir. Ömer buna da yanaşmaz ve kestirip atar: Ebu Bekir’e dönerek, “Resul’û Ekrem seni dinin temeli olan namazda kendine halife tayin etti, hepimize de imam etti, elini ver sana biat edeyim” der; Ebu Ubeyde hemen ona eşlik eder ve hop, Ensar’dan da bazıları koşup el veriverir bu “biat”e!..
Halifelik uğruna “satın alınan” kabileler
Bugünden bakıldığında bir “oldu-bitti”ye getirilmiş bu seçim, İslam tarihinde “fitnenin önlenmesi” olarak formüle edilse de hiç öyle olmadı. Bir kere “biat etmeyenler” az değildi. Peygamber’in kızı Fatıma, Ebubekir’le de Ömer’le de dargın öldü; onun kocası, Peygamber’in damadı ve amcaoğlu Ali, gayet gönülsüz olarak, eşi Fatıma’nın ölümünün ardından, aylar sonra Ebu Bekir’in halifeliğini tanıdı. Çünkü Peygamber’in “ev halkı” olarak onlar cenaze ile meşgul oldukları için bu oldu-bitti seçim sürecinin uzağında/dışında kalmışlardır. Halifeliğin Ali’nin hakkı olduğunu savunan bir kesim de vardı ki bu da Kureyş (Mekke) içi bir muhalefet olarak kaydedilebilir Ebu Bekir’in seçilmesine…
Ayrıca seçim sürecinde bazı “ekonomik” ödüllendirmeler de çıkar karşımıza. Mesela yine Abdülbaki Gölpınarlı’nın kaydettiği üzere: “Eslemoğulları Medine’ye geldiler. O kadar kalabalıktılar ki Medine sokakları daraldı. Eslem boyu, Medine’ye kumaş ve azık almak için gelmişti. Onlara, Rasûlullâh’ın halifesi Ebû-Bekr’e bey’at edin, ondan sonra biz size dileklerinizi verelim dediler ve bu suretle onların bey’atini [bağlılığını] sağladılar.”
Demek ki oy için bir takım ekonomik sunumlar, ta o zaman bile söz konusu imiş!..

Tarihte halife enflasyonu!..
Sonrası malûm: Bu kıran kırana seçim süreci, Ebu Bekir’den sonra da “Hulefâ-yi Râşidîn” döneminde (Dört Halife Devri) bir dolu kanlı hadise, karanlık entrika ile devam ettikten sonra hilafet, Ali-Muaviye çatışması ve Amr b. Âs’ın kurnaz hakemliği sonucu 658’de Emeviler’e geçti. Böylece Kureyşli müşriklerin Peygamber’e karşı önderliğini yapmış Ebu Süfyan ile Uhud Savaşı’nda Peygamber’in amcası Hamza’nın ciğerini söküp dişleriyle çiğnemiş Hind’in oğlu olan Muaviye’nin halifeliğinde “İslam” adı altında eski kabilecilik düzeni, bu defa “saltanat” formunda yeniden hortladı.
Bu bir anlamda Ümeyyeoğulları’nın, Mekke’nin Fethi ile Peygamber’e kaybettikleri mücadelenin “rövanş”ını Emevi saltanatı ile almaları olarak da değerlendirilebilir. Ancak Emevi halifeliği de öyle alabildiğine itibar görüp hakimiyet kuramadı Diyar-ı İslam’da. Öyle ki Mekke’de Abdullah İbn Zübeyr, ikinci Emevi halifesi Yezid’in ölümü üzerine ortaya çıkan boşlukta hilafet ilan etmiş ve 10 yıl boyunca biri Mekke’de diğeri Şam’da iki halife boy göstermiştir.
Sonrasında Abbasiler döneminde de halifelik çoğuldur: Doğu’da Bağdat-merkezli Abbasi halifeliğine tepki olarak Batı’da Şiî-İsmailî çeşniyle Mısır ve Suriye’ye hükmeden Fatımi halifeliği, buna tepki olarak daha da Batı’da Sünniliğin temsilciliğine soyunmuş Endülüs Emevi halifeliği aynı zaman kesitinde koyun koyunadır!..
Yavuz Sultan Selim’le 16’ncı yüzyıl başında halifeliğin Osmanlı’ya transferi de İslâm dünyasının her köşesinde kabul görmemiştir. Aslında 13-14’üncü yüzyıllardan itibaren İslâm’a hakkıyla hizmet eden her hükümdarın kendi topraklarında “halife” sıfatını hak ettiği görüşü geçerlidir.
Ve kapanın elinde
kalan Hilafet…
19’uncu yüzyılda Sultan II. Abdülhamid’le birlikte Hilafet, enternasyonalist (“Panislamik”) motivasyonla öne çıkarılmış, ancak hem İslâm dünyasından hem de Osmanlı’nın Müslüman tebaasından bu iddiayı kabul edenler kadar “takmayanlar” da olmuştur.
Fakat modern zamanlarda en esaslı kapışma, 3 Mart 1924’te Türkiye’de halifeliğin kaldırılması sonrasındadır. Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizlerin kışkırtmasıyla Osmanlı’ya isyan eden Haşimî soyundan Şerif Hüseyin, kendisini derhal Mekke’de halife ilan etmiş ama İngiliz kuklası Hüseyin’in bu iddiası, bâki olan kubbede boş bir seda olarak kalmıştır.
Akabinde Mısır’da Kral Fuad’ı halife yapma yolunda “tezgâh” mahiyetinde Kahire Hilafet Kongresi (1926) düzenlendi. Bir fiyasko olan bu kongreyi Kudüs Müftüsü Emin El- Hüseynî’nin organize ettiği, son Osmanlı halifesi Abdülmecid’e “oynayan” bir başka kongre izledi. Ama Mısır’ın şiddetli tepkisi nedeniyle kongrede ne Abdülmecid’in ne de hilafetin esamisi okunabildi.
Sonra işi artık komediye döndürür mahiyette Fransızlar, yukarıda zikredilen İngiltere-endeksli hilafet arayışına misilleme mahiyetinde Fas Sultanı’nı halife yapma yolunda “topa girdiler”. Peki sade onlar mı, hayır! İtalya, Libya üzerinden Şeyh Ahmed Senusî’yi; Ruslar ise Afgan Emiri Amanullah Han’ı hilafet sahnesine sunarak duruma müdahil olmak istediler!..
Mısır’da Fuad’dan sonra tahta çıkan Kral Faruk’un da halifeliğe “ayranı kabarmış” ve iddiayı güçlendirme yolunda ona 1952’de ana tarafından bir Kureyş soy bağlantısı kurma girişiminde dahi bulunulmuştur. Ama aynı yıl Albay Cemal Abdünnasır’ın “Hür Subaylar” darbesi, Faruk’un halifelik iddiasını da soyunu-sopunu da tarihe gömdü.
İttihat değil, hep ihtilaf üretti
Hâl, daha doğrusu “hâli pürmelal” budur!.. Ve bugün şu Ayasofya sarhoşluğu içerisine düşmüş bir kısım dinbaz aklı evvelin tezviratına kanıp halife ilanına kalkışılsın bu topraklarda, yukarıda aktardıklarımıza benzer bir “hilafet borsası”nın nasıl patlayıp ortalığı rezil-rüsva bir manzaranın kaplayacağını siz hesap edin!..
Sözün özü, hilafet dünden bugüne hiç “ittihat” (birlik-beraberlik) üretmemiş, hep “ihtilaf” (anlaşmazlık-çatışma) kaynağı olmuştur. O yüzden Peygamber’e “halef” arayışından çıkış bulan hilafet denilebilir ki ta en baştan Peygamberin de İslamiyet’in de hilâfına (aleyhine, karşıt) bir işlerlik arz etmiştir.
Mustafa Kemal’i İslamcı veya İslamî perspektiften eleştirmek isteyenler, elbette argümanlarını temellendirme yolunda erken Cumhuriyet döneminden bazı resmî-reformist tasarruf ve pratikleri kendilerince zikredebilirler. Ancak hiç mi hiç söz söyleyemeyecekleri bir “tasarruf” varsa o, hilafetin ilgasıdır.
Atatürk önderliğinde TBMM, halifeliğin kaldırılmasına karar vermekle İslam’a en büyük iyiliği yapmıştır. Öyle ki bu, bir kısım sahabenin Peygamber’e ölüm döşeğinde yaşattıklarının hesabını gören bir girişim olarak bile değerlendirilebilir.
Bugün hilafetten dem vurup bunun rüyasını görenlerin kalbinde yatan da yukarıdaki özette de gayet açık ortaya çıktığı gibi İslamiyet değil istibdattır.
Onlar olsa olsa Peygamber’e ölüm döşeğinde vasiyetini yazdırmayarak eziyet edenlerle aynı saftadırlar.

(KAYNAKLAR: Abdülbâkıy Gölpınarlı, Tarih Boyunca İslâm Mezhepleri ve Şîîlik, Der Yayınları, 1979; Neşet Çağatay, 100 Soruda İslâm Tarihi, Gerçek Yayınevi, 1972; Tayfun Atay, “Halifeliğin Kaldırılması: Kazanç mı Kayıp mı?”, Din Hayattan Çıkar içinde, İletişim, 2011)

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi