Hangi Ensar?

Acaba Ensar, Peygamber ve onunla birlikte göç etmiş diğer muhacirleri herhangi bir şekilde hiç koz olarak kullanmaya kalkışmış mıdır? “Bozmayın kafamı bak, açarım sınır kapılarını, gönderirim hepsini başınıza, ne haliniz varsa görürsünüz” nev’inden bir tavra Yesrib/Medine’deki Ensar’da rastlanmış mıdır?.. Hayır, rastlanmamıştır. Demek ki o Ensar başka, bu Ensar başkadır. O Ensar “Fahr-i Kâinât”a, bu Ensar “Mahşerin Beş Atlısı”na ensardır... O Ensar, dindar Ensar; bu Ensar, dinbaz Ensar’dır.

Muhalefetin Suriyeli sığınmacıları ülkelerine geri gönderme hedefi karşısında geçen hafta yaptığı konuşmada Tayyip Erdoğan artık çok alışıldık olduğu üzere dinbaz bir söylemsel stratejiyle “Muhacir” ve “Ensar” tabirlerini işlerliğe sokarak, bu konuda gidişattan hoşnutsuz kitleler nezdinde akan suları durdurmaya çalıştı. Sarf ettiği sözler şöyle:

“Biz göndermeyeceğiz. Çünkü biz Ensar’ın ne olduğunu, Muhacir’in ne olduğunu Peygamberî bir metot olarak çok iyi biliriz. Sevgililer Sevgilisi, unutmuyoruz, bir Muhacir’di ama Ensar’la kol kolaydı. Yeri geldi Ensar oldular. Muhacirlikten Ensar’a gidiş, ondan sonra da kendilerinin Ensar olması… Kalkıp da bu ülkedeki 5 milyon mülteciyi, eğer iktidar olurlarsa tekrar Suriye’ye, Afganistan’a göndereceklermiş. Biz göndermeyeceğiz, ev sahipliğine devam edeceğiz. Bundan tedirgin değiliz. Sevgili milletime sesleniyorum, sıkıntılarınız olabilir, zaman zaman yük de olabilir, unutmayın bunun ecri [mükafatı] çok büyüktür. Bu ecri, hiçbir zaman bir kenara koymayın. Biz her zaman düşmüşün yanında olduk. Bunlar nereden geliyor, kendilerini öldürmek isteyen katillerden kaçarak geliyorlar, ‘sığınılacak tek ülke var’ diyorlar, Türkiye… Onun için de biz gönlümüzü açacağız ve şunu da unutmayacağız, Allah’ın yardımı her zaman bize yakın olmuştur.”

Elbette küresel ekonomi-politik yanlışlık ve vicdansızlıkların sonucu bir insanlık trajedisi ile Türkiye’de yoğunlaşmış sığınmacılara karşı kategorik bir reddiye içinde olmayı da etnofobik bir motivasyonla kestirmeden “Evinize dönün” demeyi de ne kabul edilebilir, ne sağlıklı, ne de ahlaki buluyoruz. Durumun hiç mi hiç basit olmayıp son derece karmaşık olduğunu düşünüyoruz. Bununla birlikte dinbaz iktidarın bu konuya yönelik tutum ve tasarruflarının ne kadar “samimi” olduğu noktasından hareketle sorgulanması gerektiğine de fazlasıyla inanıyoruz.      

Bu Ensar, dinbaz Ensar!

Yukarıdaki sözleriyle Erdoğan kendisini “Sevgililer Sevgilisi” saydığı İslam peygamberinin barınamadığı ve hayatî tehlike içinde olduğu Mekke’den kaçıp sığındığı Yesrib’in ahalisi “Ensar” (yardım edenler) ile özdeştirmekte.

Ama acaba Yesribliler, yani Ensar, Peygamber ve onunla birlikte göç etmiş diğer muhacirleri herhangi bir şekilde hiç koz olarak kullanmaya kalkışmış mıdır; sorulması gereken ilk soru budur.

Malum, yukarıdaki şekilde görüş belirten AKP reisinin sık sık, “Bozmayın kafamı bak, açarım kapıları, gönderirim hepsini başınıza, ne haliniz varsa görürsünüz” nev’inden sözlerine de şahit olduk biz…

Buna benzer bir tavra daha sonra Peygamber’in şehri” anlamına gelen Medinet ün-Nebî’den kısaltılarak Medine olarak isimlendirilecek Yesrib’in ahalisinde rastlanmış mıdır?..

Hayır, rastlanmamıştır.

Demek ki o Ensar başka, bu Ensar başka.

O Ensar “Fahr-i Kâinât”a, bu Ensar “Mahşerin 5 Atlısı”na ensar…

O Ensar “Şefaat”e, bu Ensar “İnşaat”a ensar…

O Ensar, dindar Ensar; bu Ensar, dinbaz Ensar…

Nass’dan sonra Ensar, sırada ne var?

AKP lideri için bu bir ilk değil. Bol bol İslamî tabiri gariban, yoksul ve “ümmî” kitlelerle kültürel-değersel iletişim ve bağ kurma yolunda, ama esasen ekonomi-politik hesaplar doğrultusunda işlerliğe hep sokuyor o. Daha düne kadar “nass” da aynı çerçevede; yani orijinalinde olduğu gibi faizi “kaldırmak” için değil, fakat faizi kafasına göre “düşürmek” üzere “revizyon”a tâbi tutulmadı mı?.. Bir başkası yapsa “bid’at” olarak reddedilebilecek, “fâsıklık” olarak kınanabilecek bu tasarruf, hepimizin gözünün içine baka baka İslamî/Kur’anî bir kisveye büründürülerek önümüze getirilmedi mi?.. Buna hayretle şahit olmadık mı?..

Elbette ne kadar “tuttu”, kim inandı, o yoksul-gariban-ümmî kitleler ikna oldu mu, kuru ekmek kuyruğunda bunu “yuttu” mu?.. Bilemiyoruz, sanmıyoruz.

Peki, şimdi de “Ensar” ve “Muhacir” kök-tabirleri üzerinden millete hitaben bu mülteci yükünü omuzlama telkinleri tutar mı, işte onu hiç ama hiç sanmıyoruz.

Bir de İslâm tarihinin başlangıcındaki Mekkeli Muhacir ve Yesribli Ensar ilişkisine yönelik, Erdoğan’ın yaptığı şekilde (“kol kola”) bir “idealizasyon”u hakikatle bağdaştırmanın çok kolay olduğunu da sanmıyoruz.

Ensar ve Muhacir: Kol kola mı boğaz boğaza mı?

İslâm peygamberi beraberindeki “Ashâb” (tebliğine kulak verip Müslüman olmuş Mekkeli dostları-yakınları) ile Medine’ye geldiğinde, birbirleriyle etnik (kavim, soy-sop) olarak da dinsel (Müslümanlar ve Yahudiler) olarak da kolay kolay can ciğer kuzu sarması haline gelemeyecek grupları sarmaş dolaş etme yolunda akla karayı seçti. Meşhur “Medine Sözleşmesi” bu dertten çıkmış bir çözüm arayışı ve önerisidir. Ama “Ensar” ile “Muhacirîn” birbirine ne kadar ısınmış, birbiriyle Peygamber’in istediği şekilde ne kadar kardeşleşmiş, “kol kola girmiş”, orası hayli tartışmalıdır (Medine’ye göçten kısa bir süre sonra tedrici olarak bertaraf edilen Yahudi kabileler konusuna burada hiç girmiyoruz).  Peygamber hayattayken dahi Ensar ile Muhacir arasında kavga-gürültü eksik değildir.

İslam’da içki yasağının “nüzûl”üne vesile olduğu da kaydedilen aşağıda aktaracağımız hadise bu bakımdan çarpıcı bir örnektir.

Deve kemiğiyle kırılan Muhacir kafası

Peygamber'in İslam'a davete başlamasından (610) Mekke'den Medine'ye Hicret'in dördüncü yılına kadar on beş yıl boyunca Müslümanlar bol bol şarap içmişlerdir. Hatta Prof. Neşet Çağatay'a kulak verilecek olursa içkiyi özendiren ayetler dahi düşmüştür o yıllarda kutsal kitaba:”Size hurma ağaçlarının ve üzüm asmalarının meyvelerinden içiririz; onlardan müskirat ve iyi rızık yapar, güzel güzel beslenirsiniz. Bunda aklı erenler için ibretler vardır" (Nahl sûresi, 65. Ayet). Hicret'in dördüncü yılına kadar böyledir ve sonrasında tedrici şekilde şarap yasağı gelmeye başlar, ama şu hadise tam bir dönüm noktası olur:

Medine'de İtban b. Malik'în evindeki ziyafette Mekkeli bir Muhacir olan Sa'd b. Ebi Vakkas yiyip içip sarhoş olunca kendi soyu-sopu ile övünen, bu arada Medinelileri kötüleyen şiirler-kasideler döktürmeye başlar. Tabii orada bulunan ve Sa'd kadar sarhoş olan Ensar bunu kaldıramaz ve aralarından biri, yedikleri deve etinin koca kemiğini kafasına geçirerek onu kan revan içinde bırakır.  Sonrasında Sa'd, şikâyetçi olmak için Peygamber'e gittiğinde orada bulunan Ömer, olup biteni dinledikten sonra, "Ya Rabbî! Bize şarap hakkındaki emrini açık ve kesin olarak bildir" diye yakarır.

Sonuç, Maide sûresinin içkiyi (kumar ve fal eşliğinde) yasaklayan 90-91'inci âyetlerinin inişidir!..

Dolayısıyla Ensar ile Muhacir, Peygamber yaşarken bile o kadar kol kola değildir, araları bir devenin kol kemiği girecek ölçüde açıktır!.. Peygamber’in ölümü sonrasında durum daha vahim hal almış, özellikle Ümmet’e liderlik (Hilafet) meselesinde aralar daha da açılmıştır.

Muhacir-Ensar hilafet kavgası

İslâm peygamberi kendisinden sonra yerine kimin geçeceğine dair bir vasiyet bırakmadığı için öldükten sonra hilafet hususunda muhtelif iddialar belirmiş ve burada kıran kırana bir Muhacir ve Ensar çekişmesi baş göstermiştir. Peygamber’e memleketi Mekke ve kabilesi Kureyş üzerinden en yakın konumda (“Ashab”) olan Muhacirler hilafet için Ebu Bekir demektedir, çünkü o hem Kureyş’in çok güçlü bir ismi hem Peygamber’in yakın ve sadık dostu hem de kayınpederidir. Ama Ensar öyle dememektedir. Onlar açısından Peygamber, evet Mekke’de ve Kureyş’in içinde doğup büyümüş olsa da orada barınamamış, kendileri onu bağırlarına basmaşlar ve onun gerçek memleketi artık, adı da üzerinde “Peygamber’in şehri” Medine olmuştur. Dolayısıyla onun halifesi de Ensar’dan olmalıdır.

Tabii belirtmek gerekir ki Medine’de halife seçimine yönelik telakki bu olmakla birlikte orası da kendi içinde kabilesel ayrışma içindedir. İslam-öncesine giden bir rekabet, Medine’nin iki köklü kabilesi Evs ve Hazrec arasında hâlâ mevcuttur. O yüzden her iki kabile de halifenin Ensar’dan olmasında mutabık ancak Evs’ten mi Hazrec’den mi olacağı hususunda anlaşmazlık içindedir. Muhacirler de bu ihtilafı istismar edip Ebu Bekir’in halife seçilmesi yolunda bundan çok yararlanmışlardır.

Ey Ensar, biz Emir’iz, siz vezir!

Ensar’ın halifelik peşinde olduğu anlaşılır anlaşılmaz Ebu Bekir, bir yanına Ömer’i öbür yanına da Peygamber’in kendisine “Ümmetin emini” dediği Ebu Ubeyde’yi alır ve Ensar’ın toplandığı yere gelir. Burada Ensar ve Muhacrîn ikiliği üzerinden halifelik tartışması ve kavgası kopar. Ensar’dan biri, “Bizler Resulullah’ın yardımcıları ve hazır askerleriyiz. Ey Muhacirler! Siz bizim içimize girerek sığınmış bir topluluksunuz. Emirlik bizim hakkımızdır” deyince Bekir şöyle mukabelede bulunur:

“Bu ümmet önceleri puta tapardı. Tanrı onlara doğru yolu göstermesi için Peygamber gönderdi. Araplara atalarının dinini bırakmak güç geldi. Tanrı, Muhacirleri iman ile yüceltti. Onlar Peygamber’e yardımcı oldular ve onunla birlikte müşriklerin eza ve cefasına tahammül ettiler. Bu nedenle onlar, emirliğe herkesten çok haklıdırlar. Ey Ensar! Sizin de İslamiyet’te kıdemininiz ve yardımınız inkâr olunamaz. Allah’ın Resulüne yardım ettiniz, onun için, iddia ettiğiniz fazilet ve şerefin ehlisiniz; fakat emirlik konusunda Arap sopları eskiden beri Kureyşlileri tanırlar. Çünkü Kureyş kavmi, soy sopça Arabın ulusudur. Biz emirleriz, siz de vezirlersiniz.”  

Ensar buna karşılık orta-yol arayışına girmiş ve aralarından Hubâb bin Münzir bugünden bakıldığında “kolisyon” ya da “eş-başkanlık” denilebilecek bir çözüm önerisiyle, “Bizden bir emir, sizden de bir emir seçilsin” teklifinde bulunmuştur. Buna Ömer “İki emir birleşemez” karşılığını verir. Bu, Ensar’ı tekrar dirence iter ve Hubâb, “Ey Ensar! Bu dine Arap kavmi sizin kılıçlarınızla boyun eğdi, hakkınızı başkalarına kaptırmayın” çıkışında bulununca Ömer’le kafa kafaya gelir. Abdülbaki Gölpınarlı, Ömer’in Hubâb’a “Allah seni öldürsün” diye lanet ettiği, Hubâb’ın da “Asıl seni öldürsün” diye karşılık verdiği, sonuçta her ikisinin alt alta üste kapıştığı ve Hubâb’ın Ömer’i tartaklayıp ağzına toprak doldurduğu şeklinde rivayetleri aktarır.

Görüldüğü üzere, Ensar’la Muhacir, hiç de öyle kol kola falan değil, alt alta üst üstedirler.

Bu şekilde karşılıklı tartışma ve atışmalar içinde Ensar direnmeye devam etmiş ve halifeliğin “nöbetleşe”, yani ilk önce Kureyş’ten sonra kendilerinden olmasını ve böyle sürüp gitmesini önermiştir. Fakat Ömer, “koalisyon”a yanaşmadığı gibi buna da yanaşmayıp Ebu Bekir’e dönerek, “Resul’û Ekrem seni dinin temeli olan namazda kendine halife tayin etti, hepimize de imam etti, elini ver sana biat [yemin] edeyim” demiş; Ebu Ubeyde hemen ona eşlik etmiş ve hop, Ensar’dan da bazıları da (kendi kabileler-arası iç çekişmelerinin bir sonucu olarak) koşup el verivermişlerdir bu biat’e…

Muhacir, adamı vezir de eder rezil de…

Böylece Ebubekir halife oldu, ama ne Ensar ne de başta Ali olmak üzere Peygamber’in “ev halkı” (ehl-i beyt) bu seçimle tatmin ve müsterih oldu.

Sonrası uzun hikâyedir ve konumuzun sınırlarının dışına daha da fazlasıyla taşmaktadır. O yüzden burada bağlamak yerinde olur.

Muhammed’in ölümüyle bilindiği üzere İslam inancında peygamberlik kapısı kapanmıştır. Ama iktidar kapısı sonuna kadar ve kıyasıya bir çekişme içinde açılmıştır. Çekişmenin baş aktörleri de Ensar ile Muhacirler olmuştur.

O yüzden bu ilişkiyi bugün çok da idealize etmenin alemi yoktur.

Çünkü iş, iktidar için çekişmeye geldiğinde gönül kapınızı açtığınız, ev sahipliği yaptığınız karşısında kendinizi “Ensar” saydığınız “Muhacir”, kendisi emirlik sevdasına kapılıp sizi vezir de etmeye rezil de etmeye kalkışabilir.

(REFERANSLAR: Abdülbâkıy Gölpınarlı, Tarih Boyunca İslâm Mezhepleri ve Şîîlik, Der Yayınları, 1979; Prof. Dr. Neşet Çağatay, 100 Soruda İslam Tarihi, Gerçek Yayınevi, 1972.)  

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi