Neden? Neden olmasın? Peki nasıl olacak?

“Ne?” sorusuna cevap aradığınızda, karşınızdaki nesne ya da olguyu tanımlamaya, belirlemeye bir anlamda varlığını çözümlemeye başlarsınız. Dolayısıyla bu sorunun cevabını bulduğunuzda, yani onu tanımladığınızda onun hakkında düşünmeye, konuşmaya başlayabilirisiniz. “Neden?” sorusunun cevabı ise sizi o nesne ya da olgunun varoluş amacına yönelik bir yolculuğa çıkarır.

Bu yazıya bir özür, bir de teşekkürle başlamak istiyorum. Özürüm okurlara… Geçtiğimiz iki hafta o kadar yoğundu ki burada yazmam gerekenlere bir türlü odaklanamadım ve sorumluluğumu yerine getiremedim. Tabii yoğunluk bir mazeret olmamalı. Yapmanız gereken bir iş varsa onun için gereken vakti ve enerjiyi yaratmanız gerekli. Ben bunu beceremedim, o yüzden sizlerden özür dilerim. Teşekkür ise Pencere Pazar’ın harika yazarlarından sevgili Özlem Yalım’a. İki hafta önce (11 Haziran 2023) öyle şahane bir yazı yazdı ki okuduğum andan itibaren aklım hep o yazıyla ve bende uyandırdıklarıyla meşgul. Bugünkü yazımın ‘musa’sı olduğu için ona da bir teşekkür borcum var.

Neden, neden olmasın?

Özlem Yalım “Neden? Neden olmasın?” adlı yazısına bir hikâyeyle başlıyor. Meşhur bir hikâye bu. Benim de mezunu olduğum ODTÜ Felsefe bölümünde yapılan bir sınavda hoca tek bir soru sorar: “why?” (neden?) bu soru üzerine öğrenciler uzun uzun cevap verirler, hatta bir kısmı neredeyse bildiği her şeyi yazar kâğıda. Ama sadece biri “why not” (neden olmasın) yazar ve sınavdan bir tek o 100 alır. Bu güzel, dinlemesi hoş bir hikâye. Aslında bir efsane. Hani şehir efsanesi dedikleri türden…  Yani gerçekle hiç bir ilgisi yok. Öğrencilik dönemimizde biz de bu efsaneyi sık sık duyardık hatta bu soruyu sınavda bölümün ‘efsane’ hocalarından Tahir Kocayiğit’in sorduğu da söylenirdi. Bir gün Tahir Hoca’ya gidip “gerçekten sen mi sordun bu soruyu?” dedik. O da tabii ki “Saçmalamayın çocuklar. Öyle soru mu olur? Hele bir felsefe sınavında…” diye cevap verdi bize. Gerçekten de olmaz. Hadi biri sordu diyelim, cevap olarak “neden olmasın” bir felsefe sınavında kabul edilecek bir cevap değil. Bir kere soru çok temel olmakla birlikte çok da genel. Neden sorusunun kime ya da neye yöneltildiği belli değil. Cevap ise çok zekice ama akıllıca değil ve zekâ felsefe ya da bilim yapmak için gerekli ama yeterli değil. Bu cevap için sadece şunu söyleyebilirsiniz: “Öyle soruya, böyle cevap…” Yine de bu çok hoş bir hikâyedir ve tüm efsanelerde olduğu gibi önemli olan bunun gerçekten yaşanıp yaşanmadığı değil, bu kıssadan alınacak hissedir. Özlem Yalım da yazısında bize çok güzel anlatıyor bu kıssanın hissesini.

"Neden?" Neden temel sorundur?

Aslında bu sorunun bir de kardeşi var: “ne?” Bu iki soru aslında her şeyin özünü anlamaya dair sorular. “Ne?” sorusuna cevap aradığınızda, karşınızdaki nesne ya da olguyu tanımlamaya, belirlemeye bir anlamda varlığını çözümlemeye başlarsınız. Dolayısıyla bu sorunun cevabını bulduğunuzda, yani onu tanımladığınızda onun hakkında düşünmeye, konuşmaya başlayabilirisiniz. “Neden?” sorusunun cevabı ise sizi o nesne ya da olgunun varoluş amacına yönelik bir yolculuğa çıkarır. O nesne ya da olguyu daha derinlemesine anlamanıza daha da ötesi anlamlandırmanıza yarar. Gelin bunu güncel bir örnek üzerinden açıklamaya çalışalım. Mesela “demokrasi nedir?” diye sorsak buna ne cevap veririz? En az bilenimiz bile hiç değilse “halkın kendi kendisini yönetmesi” diye basit bir cevabı verebilir. İşte demokrasiyi tanımlamaya başladık. Tabii bu kavramın daha pek çok ‘ne’liği var. O tanımın içine kuvvetler ayrılığı girer, gücünü Tanrı’dan değil de halktan alan iktidar girer, sivil toplum örgütleri girer, iktidarı denetleyen yasa ve kurumlar girer; hak, hukuk, adalet girer daha pek çok kavram yine kendi başına sorgulanmaya muhtaç şekilde girer de girer. Dört başı mamur bir tanımın ardından “demokrasi neden var?” Sorusunu sorduğumuzda işte kavramın amacına yönelik bir bilgi sondajına da girmeye başlarız. Verdiğimiz cevaplar bizi insanın, toplumun “neden” demokrasiye ihtiyaç duyduğunu anlatır. Varlığının ya da yokluğunun hayatımızı ne yönde etkileyeceğini de anlamaya başlarız. Kısacası “neden?” sorusu karşımızdaki nesne ya da olguyu çok daha iyi tanımamızı, onu sorgulamaya, anlamaya ve anlamlandırmaya başlamamızı sağlar.

"Neden olmasın?" sorusu neden yetersiz?

Bunun sorgulamasına da bir örnekle başlayalım. Önce “neden?” diye sormalıyız ya. Soralım… “Bir insan bir ton ağırlığı neden kaldıramaz?” Bu soruya cevap olarak “neden olmasın?” der ve orada bırakırsak soruyu sorduğumuzla kalırız. Ama Özlem Yalım’ın da yazısında bahsettiği türden bir insansanız, yani “neden olmasın?” sorusunu bir katalizör olarak kullanıp “nasıl?” sorusuna geçiş yapabiliyorsanız dünyayı yeniden inşa etmeye başlayabilirsiniz.

İnsan kültürü böyle yarattı ve geliştirmeye de böyle devam ediyor. “Neden olmasın?” diye kendisine soran Arşimet, bu soru sayesinde esas sorması gereken “nasıl olacak?” sorusuna sıçradı ve cevap olarak bize ‘kaldıraç’ı verdi. İşte bu yüzden “neden olmasın?” sorusu tek başına ne kültür üretmeye ne de bir felsefe sınavından 100 almaya yetmez. Zekâ bir yetenek olarak “neden olmasın?” diyerek o şeyin olabilme ihtimalini fark edebilir ama orada gördüğü potansiyeli açığa çıkarmak, ondan bir şeyler üretmek akıl gerektirir. Arşimet’inki gibi bir akıl.

Theoria - Poiesis - Praksis

Aristoteles, bilimler sınıflaması yaparken üç tür bilim, bilgi ve akıl yürütmenin olduğunu söyler. Bir anlamda akıl üç tür işler… “Aristoteles insanın sahip olduğu bu üç tür bilgiyi, bilimi veya düşünme biçimini; 1) ‘görmeye’ (theoretik, teorik, nazari), 2) ‘yapmaya, meydana getirmeye, üretmeye’ (poetik, sınai) ve 3) bir ‘fiilde bulunmaya, eylem veya davranış gerçekleştirmeye’ dayanan (pratik, ameli) bilgi, bilim veya düşünüş tarzı, akıl türü olarak nitelendirir.”[1]

Aristoteles’in bu ayrımlarından yola çıkarak biz de diyebiliriz ki “ne?” ve “neden?” ‘theoria’nın (teorik akıl), “nasıl?” ise ‘poiesis’in (yaratıcı akıl) ve ‘praksis’in (pratik akıl) sorduğu sorulardır. Aristoteles poiesis ve praksis arasında da ayrım koyar elbette. Poiesis’le yapılan poetik eylemlerin sonucunda o eylemi yapan kişinin mesela sanatçının dışında bir ürün vardır. Mimarın yaptığı bina, marangozun yaptığı masa, şairin dizeleri vs. Praksis’te ise eylemi yapanın dışında, ondan ayrı bir eser söz konusu değildir. Eylemi yapanın bir davranışı ve o davranışın bir sonucu vardır. Ahlâk, siyaset praksis’le yani pratik akılla yapılır. Theoria da bütün bu ayrımlardan anlayacağınız üzere ve Aristoteles’in de dediği gibi matematik, fizik ya da metafizik gibi bilimsel, felsefî bakış açısına sahip akıldır.

Bu akıl biçimleri birlikte çalışır mı?

Aslında birbirinden tamamen ayrı düşünme şekilleri olsalar da birbirlerine muhtaç akıl biçimleridir bunlar. “Ne?” ve “neden?” sorularını soran theoria (teorik akıl) olmasa karşımızdakini nasıl tanımlayacak, onun varlık nedenini nasıl anlayacağız? Anlamadığımız bir şeyi nasıl üretecek, ona karşı tavrımızı nasıl takınacağız? Arşimet’in kaldıraç icadını nasıl yapığını gördük. Önce “neden?” diye sordu ve “neden olmasın?”dan geçip “nasıl?” sorusuna ulaştı. Yani kaldıraca giden yolda theoria olmasaydı poiesis’e nasıl geçecekti? Kaldıraç yapmayı nasıl akıl edecekti? Bu kimi zaman tek bir aklın iki türlü işlemesiyle olur, Arşimet’te olduğu gibi. Kimi zaman da theoria’nın sorusunu biri sorar ve cevaplar, başka biri de o sorudan kendi poiesis sorusunu üretir ve cevaplar. Sonuç olarak bu akıl türleri, birbirleriyle etkileşim içindedir.

Praksis de öyle. Praksis’i sadece gündelik hayattaki refleksif davranışlarımız olarak tanımlayabilir miyiz? Hayır. Onların da theoria’dan gelen bir geçmişleri var. Siyaset gündelik yapılan bir eylemdir ve praksis’le yapılır. Ama siyaset bilimi theoria’nın ürünüdür ve ona dayanmayan bir siyaset, örneklerini de çok yakından gördüğümüz üzere yarar değil zarar getirir.

Kültür bu etkileşimden doğar

Gündelik hayatımızın artık merkezi haline gelmiş olan bilgisayar ve türevleri mesela… Doğa bilimciler kuantum fiziğini geliştirir, mühendisler bu theoria’dan yararlanıp poiesis’le çip, sonra da bilgisayar üretirler, bize de praksis kalır o kültürel aleti kullanmak için. Ama biz artık bu aleti o kadar kanıksamışızdır ki onunla ilgili düşünmez, onun dönüştürdüğü hayatımızı sorgulamaz, hatta onun karşısında kendimizi yeniden tanımlamaz oluruz. İşte bunlar için de tekrar theoria’ya dönmek ve “neden?” sorusunu yeniden sormak gerek belki de.

Bu yazıda insanın düşünme biçimini, bu düşünmenin gündelik hayata nasıl etki ettiğini dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Bunu yaparken de theoria, poiesis ve praksis arasında bir değer farkı da koymadım. Yani Aristoteles’in yaptığı gibi hiyerarşik bir dizilimden değil ama kronolojik bir düzenden bahsetmeye çalıştım. Bir anlamda theoriasız bir poiesis’in olamayacağını, theoriasız bir praksis’in tehlikeli olabileceğini, poiesis ya da praksise hizmet etmeyen bir theorianın ise henüz potansiyelini ortaya çıkartamamış bir akıl olduğunu sergilemeye çalıştım. Ama kurduğum bu kronolojik yapıyı, yukarıda da bahsetmeye çalıştığım gibi, bazen de tersine işletmek gerekir. Yani “ne?” ve “neden?” sorularıyla theoria’nın açtığı yoldan “nasıl?” diye sorarak poiesis’in ürettiklerini bazen yeniden “ne?” ve “neden?” sorularıyla sorgulamak gerekir.

Gündelik hayatta kullandığımız teknolojik aletler de işte böyle sorgulanmaya muhtaç. Mesela son günlerin en güncel teknolojik başlıklarından biri olan ‘yapay zekâ’ çoktan theoria safhasını geçmiş ve poiesis’le üretilmiş, praksisimizle hayatımıza soktuğumuz bir kültürel alete dönüşmüş durumda. Gündelik hayatımızı değiştiriyor, dönüştürüyor. Bence bu kronolojik yapıyı şimdi geriye doğru işletmemiz ve bu ‘yapay zekâ’nın karşısına geçip ‘ne?’ ve ‘neden?’ sorularını sormamız gerek. Peki neden bu soruları sormalıyız? Onu da gelecek hafta tartışalım.


[1] Arslan, Ahmet. (2007). İlkçağ Felsefe Tarihi - Aristoteles 1. Baskı, İstanbul. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, ss 39

Önceki ve Sonraki Yazılar
Gönç Selen Arşivi