Ayşe Naz Hazal Sezen

Ayşe Naz Hazal Sezen

 “Sevmek” mi, “Sevgiye sahip olmak” mı?

İnsan sevgiye sahip olabilir mi? Eğer sevgiye sahip olunabilseydi, sevginin maddesel bir biçim alması gerekirdi. Somut bir forma dönüşen bu sevgi saklanabilir, dokunulabilir, gerektiğinde sunulmaya hazır olurdu. Oysa, sevginin varlığı somut değil, soyutlamadır. Var olan sevmek eylemidir. Ancak sevgiyi aramak, sevgiyi bulmak, sevgiye ulaşmaya çalışmak gibi kullanımlarda sevmek eylemi bir isme dönüşmüştür. Sevmek eylemi sevgi ile insandan ayrılmış, kişinin kendi eylemi olmaktan çıkarılmış ve kendi başına var olan bir “şey”e tahvil edilmiştir. Sevgi artık adanmak istenilecek bir yüce varlıktır. Sevmek eylemi, artık kendi içinde “olmak”ta olan bir eylem değil, bizim dışımızda bir nesne haline gelmiştir.

sevmek içinde yaratıcılık, hareket barındıran; bir insana ya da bir şeye ilgi duymayı, anlamayı, tanımayı, merakı doğuran ve onun yanındayken haz duymayı sağlayan bir eylemdir.

Fromm, modern toplumun materyalist bir yapıya dönüştüğünü ve “sahip olmayı” “olmak”a tercih ettiğinden bahseder. Kapitalizm egemenliğinde değişen dünyada odak noktası “insan” olan topluluklar zamanla nihai hedefi “tüketim” olan topluluklara dönüşmektedir. Yani, “sahip olma” eğilimindeki topluluklar daha çok para, ün, statü kazanma hırsı gibi davranış sergilemeye başlar. “Olmak”tan çok “sahip olmaya” doğru devinen çağımız tüm isteklere sahip olma ve tatmin imkanını sunsa da insanı hala mutlu edememektedir.

Sevgiye Sahip Olunabilir Mi?

            “Sahip olmak” gündelik dildeki rahat kullanımından dolayı insanı yanıltmaya çok müsait. İnsan bir bedene, eve, arabaya, ütüye veya uçağa sahip olabilir. Peki, insan sevgiye sahip olabilir mi? Mutluluğa ulaşmak için haz peşinde tüketirken, sevgiye nasıl sahip olunabilir? Eğer sevgiye sahip olunabilseydi, sevginin maddesel bir biçim alması gerekirdi. Somut bir forma dönüşen bu sevgi saklanabilir, dokunulabilir, gerektiğinde sunulmaya hazır olurdu. Oysa, sevginin varlığı somut değil, soyutlamadır. Var olan sevmek eylemidir. Ancak sevgiyi aramak, sevgiyi bulmak, sevgiye ulaşmaya çalışmak gibi kullanımlarda sevmek eylemi bir isme dönüşmüştür. Sevmek eylemi sevgi ile insandan ayrılmış, kişinin kendi eylemi olmaktan çıkarılmış ve kendi başına var olan bir “şey”e tahvil edilmiştir. Sevgi artık bir kişiliği olan, putlaşmış, yüceleştirilmiş “şey”e dönüşürken, seven insan da sevginin insanı haline tahavvül etmektedir. Sevgi artık adanmak istenilecek bir yüce varlıktır. Sevmek eylemi, artık kendi içinde “olmak”ta olan bir eylem değil, bizim dışımızda bir nesne haline gelmiştir. Fromm, böylesine bir yabancılaşma süreci içinde insanın sevgiyi yaşamaktan vazgeçtiğini, aktif ve duyguları olan bir kişi olmak yerine kendine yabancılaşmış birine dönüştüğünü söyler. Artık insan, kendi duygusunu yaşamak, onun içinde devinmek ve “olmak” yerine, kendinden ayrıştığına “sahip olmaya” çalışmaktadır.

Sevmek canlılıktır

            Oysa sevmek içinde yaratıcılık, hareket barındıran; bir insana ya da bir şeye ilgi duymayı, anlamayı, tanımayı, merakı doğuran ve onun yanındayken haz duymayı sağlayan bir eylemdir. Bir hayvanı sevmek, bir ağacı sevmek, bir eseri, bir tabloyu, bir yazarı veya bir öğretmeni sevmek yaşam duygusunu arttıran, hareketlendiren ve kişinin kendisini canlandıran da bir süreçtir. Ancak sevgi “olmak”tan çıkıp, sahip olunacak “şey”e dönüştüğünde tüketilen şeye de tahavvül edecek; canlandırıcı, harekete geçirici özelliğini de kaybedecektir. Tüketilen şeyin tüketildiği andan itibaren, tüketeni tatmin edememesinden dolayı sahip olunan sevgi zamanla boğucu, sınırlayıcı ve gayrimüsmir bir eyleme dönüşür. Artık, sahip olunan sevgiyi, kendinin kılmak ve denetimde tutma çabası vardır.

Sevme eyleminin içinde “olmak” ile “sevgiye sahip olmak” arasındaki yanılgıya sıklıkla rastlamak mümkün. Çoğu ilişkinin gelişim ve değişim sürecini takip ettiğimizde, toplumsal görevleri gerçekleştirme duygusunun, geleneklerin, çocuklara duyulan ortak ilginin, ekonomik çıkarların bazen bağımlılık bazen korkunun ve bazen de birbirlerine karşı duyulan nefretin, sevgi olarak yaşandığını görebiliriz. Gelenek ve görenekler içinde, alışkanlıklara dayalı yaşayan çoğu çiftin geçmişlerine bakıldığında zamanla “olmak”tan “sahip olma” yanılgısına düştükleri görülebilir.

Sevenden sevgi sahibi olmaya

Aşkın ilk dönemlerinde birbirinin tanımaya çalışan iki sevgili de dikkatlidir. İlgi duyduğu karşı tarafın gönlünü kazanmak için çeşitli hamleler yaparlar. Karşılarındaki hakkında meraklıdırlar. İçleri içlerine sığmaz, bitmeyen heyecana, tükenmeyen enerjiye sahiptirler. İçlerinde duyumsadıkları bu canlılık sadece kendilerine değil, karşı tarafı canlandırmaya da yöneliktir. Sevmek eylemi kendi benliklerinin bir ifadesi olarak yaşanmaktadır. Ancak evlilik sözleşmesi kazandırdığı haklar(!) neticesinde eşler birbirlerinin bedenleri, duyguları, merakları, özel hayatları ve sevgileri üzerinde söz sahibi olurlar. Artık tüm bunlar birer mülkiyete dönüşmüştür ve “sahip olmak” yanılgısı başlar. İlişkinin başlarındaki gibi kazanılması gereken biri yoktur. Zaten o kişinin sevgisine de sahip olunmuştur. Ancak iki taraf da ilişkinin başındaki gibi karşısındakinin sevgisine değer olmak için çaba harcamadıkça, canlandırmak için uğraşmadıkça bu birliktelik sıkıcı, yorucu ve monoton bir hal alabilir. Büyük bir hevesle alınan ofis çiçeklerine gösterilen ihtimamın zamanla azalmasıyla, canlılığını kaybeden bitkinin kurumuş yapraklarıyla çalışma alanı nesnesine dönüşmesi gibi. Kurumuş, solmuş ve sıkıcılarmış ilişki karşısında hayal kırıklığı yaşayan çiftler sevgiye sahip olmaya çalışırken, birbirlerini sevmeye engel olduklarını fark etmedikçe genellikle birbirlerini suçlu bulma eğilimindedirler. “İlişkinin başında başka biri gibiydi. Yoksa hep mi böyleydi? Acaba en baştan itibaren her şey hata mıydı? Tam tanıyamamış mıyım?” gibi sorularla değişenin ne ve kim olduğunu anlamaya çalışırken aldatılmışlık hissine kapılabilirler. Lakin değişen şey birbirlerini sevmeye devam etmek yerine, sevgiye sahip olmaya çalışmalarıdır. Sevgiyi kendilerinin bir parçası olmaktan çıkararak, dışarıdan sunulan bir nesne haline getirmişlerdir. Sahiplik duygusuyla, mülkiyet gibi algılanan sevgiyi korumak için baskıcı ve sınırlayıcı hale geldiklerini fark etmekte zorlanırlar.

Yanlış bir tanımla “aile”

Sevgiye sahip olmaya çalışırken, sevmenin önünü kapatma aşamasına gelen çiftler birbirlerini sevebilmeyi denemektense diğer sahip olduklarına yönelebilirler. Para, toplumsal statü, çocuklar, yaşadıkları ev, kazanç, gelenek gibi tutamaçlar sayesinde sevgiyle başlayan ilişkiler zamanlar mülkiyet ortaklığına dönüşebilir. Genellikle bu ortaklıklarda canlılık, hareket, heyecan, mutluluk gibi duygular kalmamıştır. Kişiler daha kendi içlerine dönük ve birbirlerinden kopuktur. Ve bizler de çevremizde sıklıkla rastladığımız, belki içinde olduğumuz birbirinden kopuk iki kişinin beraberliğine yanlış bir tanımla “aile” diyoruz. Sevgiye sahip olmaya çalışan ailelerin içinde, sevmeyi geleneksel kuralların dışında yaratıcı bir eylem, içinde hissedilen canlılık, özgürlük ve kendimizi ifade biçimi olarak kullanamadıkça “olmak”tan uzaklaşıyoruz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ayşe Naz Hazal Sezen Arşivi