“Sistem” dediğimiz şey umudumuz olan çocukları birbiriyle yarışan birer rakibe dönüştürüyor

Gecekondu mahallesinde yaşayan çocuklarla, fileli potalarıyla güvenlikli sitelerinde rahatça top sektiren yaşıtlarının sınıfsal hikayesini basketbola yaslanarak anlatan Ahmet Toklu’nun Pota filmi, çocuk karakterlerin her birinin farklı hikayeleriyle birleştirerek 90’ların sonundaki Türkiye toplumunu aynı ‘pota’ya sokuyor.  

Yurtiçi ve yurtdışında birçok festivalden ödülle dönen Ahmet Toklu’nun Pota filmi, Türkiye prömiyerini 9. Boğaziçi Film Festivali’nde yaptı. Tamamına yakını çocuk oyunculardan oluşan filmin başrollerinde Alp Akar, Bahar Hacıbektaşoğlu, Egemen Mustafa Almacı yer alıyor. 1999 yılında geçen Pota, bir gecekondu mahallesinde yaşayan Ahmet ve arkadaşlarının ‘zengin sporu’ basketbolu mahallelerine pota dikerek getirmelerini, güvenlikli bir sitede yaşıtlarının konforlu ortamlarıyla karşılaştırarak, basketbol üzerinden dönemin sınıfsal portresini çiziyor. Yönetmen Ahmet Toklu’yla Pota’yı konuştuk. (Sorular ve cevapların uzunluğu sebebiyle girişi kısa tutmak durumundayım. Aslında bu film üzerine o dönemi yaşayan eski bir basketbolcu olarak söyleyecek çok şeyim vardı…)

Filmin senin çocukluğunda yaşadığın olaylardan çıktığını biliyorum. Yeni Şafaktan Dilber Durala verdiğin röportajda, “Benim gibi işte, Pota hikâyesinde olduğu gibi Türkiyenin daha böyle alt ekonomik sınıfından gelip film yapmasını sağlayan bu sistemin kendisidir” diyorsun. Seni Potaya çekmeye iten şey bahsettiğin ‘sistemmiydi?

Açıkçası bana bu filmi yaptıran asıl şey neydi ben de tam olarak bilmiyorum. Ama içinde bulunduğum sistemin bende izler bıraktığı ve buna dair şeyler söyletme ihtiyacı hissettirdiği aşikar. Ben 90’lı yıllarda İstanbul’da bir gecekondu mahallesinde büyüdüm. Köyden kente göçün en yoğun olduğu yıllardı. Bununla beraber kentsel dönüşümün de yeni başladığı ve özel güvenlikli sitelerin yapılmaya başladığı yıllardır. Gecekondu mahalleleri ile özel güvenlikli siteler yan yana aynı gökyüzünü paylaşıyordu. Çocukluktan ergenliğe adım atmaya başladığım o yıllarda bu sitelerden birinde bir büfede sipariş elemanı olarak çalışmaya başladım. Benim açımdan yazılı kurallara tabi olmayan gizli kast sistemi ile tanışma dönemi oldu. Başta idrak etmekte ve kabullenmekte zorlandım. Kendi yaşadığım mahallede herkes benim gibi alt ekonomik sınıftan geldiği için büyük bir kaynaşma ve paylaşım vardı. Herkesle iletişim kurabileceğin duvarların olmadığı bir yerdi benim için mahallem. Site içerisinde çalıştığım zamanlarda dışarı ile içerisi arasında keskin bir çizgi olduğunu gözlemledim. İçerisi için dışarısı kurutulması gereken bir bataklık gibiydi. Dışarıdan gelebilecek tehlikelerden korunmak üçün yüksek duvarlar ve girişlerde özel güvenlikler vardı. Gerçi bu güvenlikler de ‘dışarıda’, o gecekondu mahallelerinde yaşayan insanlardı. Mesela benim için en büyük çıkmazlardan biri güvenlik meselesiydi. Dışardan gelenlere tavırları ile içeridekilere olan tavırları bambaşkaydı. Bu yüzden benim için güvenlikler hala travmadır diyebilirim. Bunun altında yatan sebep çalışmak için siteye her gidişimde güvenliklerin beni tanımalarına rağmen durdurup telefonla teyit almak için bekletmeleri ve bu sırada sitede yaşayan benim yaşımdaki çocukların güle oynaya direk girmeleri önemli rol oynamış olabilir. Şimdiden bakınca önemsiz gibi görünse de çocuk dünyamda büyük boşluklar oluşturduğu kesin. Pota filminde de olayı karikatüre etmeden kimseyi suçlamadan bir çocuğun gözünden gizli kast sistemini ve sınıfsal farklılıkları sorguladım. Dünyanın her yer yerinde bu problemlerin yaşandığı muhakkak. Bu sebeple yurtdışında birçok festivalde yarıştık ve ödüller kazandık. Sanırım sınır, kültür, ırk tanımaksızın dünyanın her yerinde olan bu ‘sistem’in varlık sebebi insanın kendisiyle ilgili bir durum.

Bu ‘sistemhala, hatta daha da büyüyerek güncelliğini korumaya devam ediyor. Bu açıdan baktığımızda film şimdiki zamanda da geçebilirdi. Neden 1999 yılını tercih ettin?

Biraz önce söylemeye çalıştığım sistem sizin de ifade ettiğiniz gibi güncelliğini koruyor ve daha da büyüyor. Çünkü artık tüketmek ve tükettiğini göstermek sosyal medya ile birlikte bambaşka bir boyuta ulaştı. Filmin günümüzde geçmiyor olmasının bir kaç sebebi var. Birincisi; biraz önce de ifade ettiğim gibi 90’lı yıllar köyden kente göçün ve kentsel dönüşümün en yoğun olduğu yıllardı. Pota’da asıl anlatmak istediğim şey Türkiye’nin farklı yerlerinden, farklı kültürlerinden, farklı mezheplerinden gelmiş insanların aynı mahallede yaşamaya başlayıp aynı potada var oldukları meselesiydi. Bugünlerde siyasi partilerin kendi aralarında çok sert ve ayrıştırıcı bir siyaset izlemesine rağmen halkın bu tartışmalarla kamplaşmamasının en büyük nedenlerinden birinin de 90’lı yıllardaki bu mahalle kültürü ve aynı potada eriyip var olan bir topluma bağlıyorum. Filmin 99 yılında geçmesinin bir diğer sebebi de basketbolun bu yıllarda iyice popülerlik kazanması ve sokağa inmesinden kaynaklı. Zira NBA’de ilk kez bir Türk basketbolcu Mirsad Türkcan oynamaya başlıyor. Bir de günümüzde artık her mahallede bir park ve basketbol sahası var. Neredeyse potasız okul yok. Ama o yıllarda kola tenekesini ezip top oynayan çocuklar içip pota büyük bir nimetti. Dolayısıyla o dönemlerde sınıfsal farkın en önemli unsurlarından biriydi basketbol sahası ve basketbol topu. Bugün her yerde kolayca bulunabilecek şeyler olduğu için sınıfsal bir ayrım olmaktan çıktı. Bu anlamda filmin saydığım bu sosyolojik sebeplerden dolayı geçeceği en mantıklı yıl 1999 yılı olarak düşündüm.

1999 yılı aslında Türkiye için çok önemli bir tarih. Ecevit iktidara geliyor, Abdullah Öcalan yakalanıyor, ÖSS soruları çalınıyor… Filmde bunları dönemin gazeteleriyle ufak da olsa görüyoruz. Bu konulara neden değinmek istedin?

Filmin içerisine sosyolojik öğeleri de katarak anlatımı desteklemek istedim. 99 yılının atmosferine dair şeyleri seyirciye göstermek ve o günleri hatırlamasını sağlamayı düşündüm.

Potan ana hattı zengin-fakir sınıfsallığından ilerliyor. Bu konuyu sporla ele alan filmlerde genelde futbol ve dövüş sporları yaslanan nokta oluyor. Sense basketbolla anlatmayı seçmişsin. Genel bir değerlendirme yaparsak; evet, basketbol oynamak için paraya ihtiyacınız var. Futbol gibi taşla, kola kutusu yetmiyor. Bu yüzden mi basketbol filmin öznesi?

Kesinlikle bu sebeplerden dolayı basketbolu seçtim. Çünkü 90’lı yıllarda basketbol sınıf farkını görebileceğimiz en önemli sporlardan birisiydi.

Filmde çok fazla diyalog var. Çoğu o yaşlardaki çocukların aralarında geçen doğal muhabbet ama ‘boyundan büyükkonuşmalara da rastlıyoruz. Mesela pota çalındıktan sonra Salihin, “Yapmasaydınız çalınacak bir potamız da olmayacaktı. Yeniden yaparız. Yeniden çalınırsa yeniden yaparız,” çıkışı var. Beckettin meşhur, “Gene yenil. Daha iyi yenil” cümlesi geldi aklıma. Bu ‘büyük cümlelerolmazsa olmaz mıydı?

Büyük cümleler olmazsa olmaz değildi. Hatta filmi çok daha az diyalogla çekebilirdim. Ama bize dayatılan alışık olduğumuz sanat filmlerinden farklı olarak şunu denemek istedim, gerçek hayatta çok konuşan, geveze diyebileceğimiz bir toplumuz ama sanat filmi dediğimiz filmlerde karakterler konuşmuyor. Bakıyor, yürüyor. Sonra tekrar bakıyor. Sonra tekrar yürüyor. Yürüyor, yürüyor, yürüyor… Bakıyor, bakıyor, bakıyor.. Ben de böyle filmleri severek izliyorum hatta kendimde ilk çektiğim kısa filminde karakteri yürüttüm. Ama bu sefer farklı bir şey denemek istedim. Telefonum çaldığında korkuyorum açmaya arayan kim bilir ne kadar tutacak konuşma bitmeyecek diye. Veya biriyle karşılaştığımda veya oturduğumda yoruluyorum bir noktadan sonra dinlemekten. Çünkü biz normalde hayatta çok konuşan ama sanat filmlerinde bakan, susan, yürüyen bir toplumuz. Açıkçası filmle ilgili en büyük eleştirileri diyaloglarla ilgili aldım. Sanırım bazı şeylerin göze batmaması için insanların size daha fazla saygı duyması gerekiyor. Zira izlediğimiz birçok filmde sinema yazarlarının ve eleştirmenlerin hayranlıkla bahsettikleri yönetmenlerin filmlerinde dakikalar süren monologlar dinleyebiliyoruz. Karakterler kendilerinden beklenmedik edebi tiratlar atsa da eleştirmenlerin bunlardan bir başyapıt gibi söz etmesini sağlayacak unsurları benim psikolojik olarak sağlayamadığım aşikar. Filmde birçok şeyi gerçekçilik ve hayatta karşılığı olma üzerine kurmaya çalıştım. Diyaloglarda da elimden geldiği kadar bunu yapmaya çalıştım. Salih karakterinin bahsettiğiniz diyaloğu internette dolaşan iki siyahi basketbolcu çocuktan birinin yaptığı motivasyon konuşmasına benzetmeye çalıştım. Çünkü filmde çocukların kendilerini basketbol üzerinden kanıtlama ve var olma hikayelerinin Amerika’daki bu çocuklarla benzer olduğunu düşünmüştüm. Videodaki çocuklar da 9-10 yaşlarındaki çocuklardı ve dolayısıyla bu video Salih’in böyle bir motivasyon konuşması yapabileceği konusunda beni ikna etti.

Çocuk oyuncuların hepsi işin altından layıkıyla kalkmışlar. Onlarla iletişimi nasıl sağladın?

Olabildiğince sahne dışında iletişimimi ve diyaloğumu kısıtladım. Çocukların algıları normal yetişkinlere göre daha açık. Onlara çocuk gibi davrandığınızda sizi manipüle edip bunu kullanabiliyorlar. Bu yüzden bir set ortamında olduğumuzu ve sahne dışında çocuklaşmayıp herkes gibi işlerini yapmalarını hissettirip bunu anlattım. Çoğu zaman mesafeli olup iyi iş çıkardıklarında onları motive eden şeyler yaptım. Onlarda ellerinden geleni yaptılar ve ortaya böyle bir sonuç çıktı.

‘Çocukve ‘umutbirbirini tamamlayan şeyler bana göre. Filmde de başından sonuna kadar hep bir ‘tekrar ayağa kalkma, dolayısıyla umut var. Bu iki mevzunun çocukların başrolde olmasıyla bir alakası var mı? Ya da filmin “Çocuk umuttur” gibi bir temennisi var mı? Ben olduğunu düşündüm izledikten sonra…

Çocukların kesinlikle umut olduğunu düşünüyorum. Ama biraz önce bahsettiğimiz ‘sistem’ dediğimiz şey umudumuz olan çocukları birbiriyle yarışan birer rakibe dönüştürüyor. Sınıf ikincisi olan çocuk ailesi tarafından birinci olmak için baskıya uğruyor. Böyle bir ortamda çocuklar geleceğe rekabet ve yarışla giriyor. Bu da materyalist ve acımasız bir toplumun oluşmasına ve kazanmak için kaybettirmeye dayalı bir sisteme dönüşüyor. Ben filmde kaybetmenin de bir kazanç olduğunu ve asıl kazancın arkadaşlık, paylaşım, beraberlik gibi unsurlar olabileceği üzerine yoğunlaştım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Burak Soyer Arşivi