“Tanrı’yı yüksek akılcı bir modelle devlet aklına monte edebiliriz”

Prof. Dr. Gülümser Heper’in Büyülüdağ Yayınları’ndan ‘Türk’ün Bitmeyen İmtihanı’ alt başlıklı Akıl mı Sezgi mi? kitabı, birçok farklı inancın bir arada yaşadığı Anadolu Selçukluları döneminde “Tanrı” kavramının devlet katında nereye oturduğunu, Türklerin bunu nasıl yorumladığını anlatıyor. Kitabın ana karakteri tarihçi akademisyen Fikret Şevket Baştürk, bir diğer karakter “Sultanların Hocası” Mecdüddin İshak’a ve dolayısıyla da yazar Heper’e göre Tanrı’yı somut akılla yeniden yorumlamayarak devlet katında konumlandırmak gerekiyor.  

Sizi bu kitabı yazmaya iten ne oldu?

Öncelikle din, devlet ve toplum ilişkisi sarmalında takılı kalmış bir toplumun akademisyen yazarı olarak, bu alanda edebiyat eseri kurgulamanın cazibesine kapıldım diyebilirim. Anadolu gibi kozmopolit bir coğrafyada filizlenen Anadolu Selçuklu Devleti’ne İslam’ın adaptasyonunu aydınlatmak için tahayyül sınırlarımı zorladığımı söyleyebilirim. Zor bir görevi başarmakla birlikte sonuçtan memnun olduğumu, bilhassa eserimi kurgularken son derece keyif aldığımı itiraf edebilirim. Zaten anlamlı bir dünyanın kuruluşunun bir kutsalın keşfiyle mümkün olduğu düşüncesine sahibim. Kutsal değerlerin arasında insanlığın en üst sıraya yerleştirdiği Tanrı’nın sesini resmeden kitaplar, farklı dinleri ortaya çıkarsa da, kutsal kitaplardaki somut ve soyut ifade geçişlerini yorumlanmasının insanların ve toplumların zihninin sınırlarında takıldığının farkındayım. İslam tarihinde başlı başına bir çalışma alanı olan ve zengin bir literatür kazanan Kuran yorumculuğunun, zamanımızın materyalist dünyasında kısırlaştığının, sönümlendiğinin farkındayım.  Dinin temel kavramları örgüsünü ve mantığını yakalayamayan toplumların Tanrısız kaldığını ya da anarşizme saptığını ve bu sahipsizlik ortamında çok sayıda Tanrı oluştuğunun da farkındayım. İnancın insana özgü bir duygu olduğunu yadsıyamayız. Zira tarihe baktığımızda da bu gerçeği görürüz. Yunan filozoflardan Plutargue, “Dünyayı dolaşınız, duvarsız, edebiyatsız, kanunsuz, servetsiz şehirler bulacaksınız; fakat mabedsiz ve mabudsuz bir şehir bulamazsınız,” diyerek bu gerçeği vurgular. Elimizdeki materyal insan olduğu sürece din gerçeğinden kaçmak eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu gerçek içerisinde toplumsal kaosa çözüm üretmekten başka insanlığın elinde bir seçenek yoktur. Sosyal bir olgu olarak din, toplumsal yaşamda olumlu ve yapıcı etkilerinin yanı sıra maalesef bazen de çatışma, kargaşa ve büyük çapta savaşların tetikçisi olmuştur. Kaçamadığımız din gerçeğinin çatışmalarıyla yüz yüze olduğumuz bir zaman diliminde,  Tanrı’yı yeniden tanımlamak gibi grandiyöz düşüncelere ihtiyaç vardır. Buna isterseniz felsefe yapmak, isterseniz reform yapmak deyin, tarihten yardım almadan böyle bir işe girişemezsiniz. Dinlerin ve tabii ki İslam’ın felsefi zenginliği bu işe mükemmel bir kaynak oluşturmakta. İster İslam inancını seçmiş, isterseniz seçmek zorunda kalmış dediğimiz Türk toplumun medeniyet ideasını, bu gerçeklik üzerinden kurgulamak zorundasınız.  Medeniyet kurmuş bütün toplumlar din gerçeği üzerine devleti bina etmişlerdir. Bu Türkler içinde geçerlidir. Tarih bize Türklerin kendi kültürünü, seçtiği ya da seçmek zorunda kaldığı yeni bir dine uyarlamada mahir olduğunu gösterir. Türklerin İslam öncesi dönemde olduğu gibi İslamiyet’i seçtikten sonra da Tanrı’nın insana ve insanlığa hizmet eden yüzünün tanımlayarak bir nevi Tanrı’yı somutlayarak, Avrupa toplumlarına fikirsel öncülük yaptığını da düşünüyorum. Sorun Türklerin Tanrı’yı tanımlamakta zorlanmasından ziyade, Anadolu’ya gelindiğinde farklı kültürlerden gelen kozmopolit bir toplumun Tanrıyı nereye oturtacağı veya kimin yanına çekeceği konusunda zorlanmasıdır. Daha doğrusu farklı inançların ve mezheplerin kendi inancını ve değerlerini devlet yönetimine monte etmeye çalışırken yaşanan kaos ve bunalımdır. Bu tarihte de günümüzde de böyle olmuştur. Selefi İslamcıların felsefeyi yasaklayarak inancı dar kalıplar içerisine sıkıştırması gibi din olgusunu toplumsal ilişkilerin tamamen dışında bir alana koymaya çalışan modernizm, çözüm sağlamamış kaosu ve çatışmayı derinleştirmiştir. Zira insanın doğası ve toplumsal gerçeklikten sapılması, bu sonucu doğurmuştur. Bu kitapta tarihteki tartışma ve çabaları gün yüzüne çıkararak ve din gerçeğinden kaçmadan toplumu bir medeniyet etrafında birleştirmek iddiasını ön plana çıkarmaya çalıştığım doğrudur. Kabul görüp görmemesi önemli değildir. Sonuçta bir edebiyat eseridir. Öncelikle saf bir ruh ve bağımsız bir akılla din, toplum ve devlet ilişkisini bir amaca hitaben irdelemek istediğimi söyleyebilirim. Din gerçeğinden kaçamıyorsak medeniyet iddiasını her dönem sürdüren Türklerin Tanrı’yı yorumlamasını dikkate almak zorundayız. İslam’ın Anadolu versiyonunu gün yüzüne çıkarmak, geliştirmek, Tanrı’nın hümanist yüzünü devlet yönetimine monte etmek zorundayız. Kapitalizm çarkları arasında sıkışmış Tanrı’yı bulup sahiplenmek, onun insan cemalini özgürleştirmek zorundayız. Tanrımızı yeniden tanımlamak zorundayız.   

Yazmaya başlamadan önce nasıl bir araştırma sürecinden geçtiniz? Nelerden yararlandınız?

Bizans, Arap, İran ve Türk kaynaklarından yüzlerce makale, onlarca kitaptan faydalandım diyebilirim. Kitabımda ismi geçen bütün filozofların, alimlerin, devlet adamlarının düşüncelerini, hayatlarını eserlerinin sınırlı bir boyutta okudum diyebilirim. Türkçe kaynaklar arasında ismini saygıyla andığım Prof. Dr. Mikail Bayram hocayı örnek gösterebilirim. 

Akıl mı Sezgi mi?’yi neden Mecdüddin İshak üzerine kurmayı tercih ettiniz?

Romanımda Mecdüddin İshak’tan günümüze kalan bir kitap olduğunu ifade etmekle birlikte böyle bir kitap olmadığını söyleyebilirim. Sadece ve sadece romanın kurgusunu oluşturmak için yazarlığımı kullandığımı da söyleyebilirim. Mecdüddin İshak’ın doğduğu, yetiştiği muhteşem kültürün ve medeniyetin dünya medeniyetinde iz bırakmış olması ve Hıristiyan dünyası bu âlimin ait olduğu Endülüs Emevi Devleti’ni yıkarken, Türklerin onu sultanların hocası ederek ona kapı aralaması, beni Mecdüddin hakkında düşünmeye itmiştir; neticede kimselerin bilmediği tanımadığı Mecdüddin İshak baş karakterlerimden birisi olmuştur. Mecdüddin İshak’ın zamanımızın din devlet ilişkisi gerçeğinde dönüşmüş, bunalmış, sıkıştırılmış şekli diğer karakterim olan Fikret Şevket Baştürk’tür. Fikret Şevket Baştürk’ün bizzat kendisinin ben olduğumu itiraf edebilirim.   

Mecdüddin, Kılıçarslan’la yaptığı ilk görüşmesinde şunları söylüyor: “İslam’ın yekpare felsefi bir temeli ve kuralları olmadığını biliyoruz. Dinimizi inkâr etmeyerek, halkına kendi dininin bilgeliğini aşılayan, tanrısal kanunları devlet aklına monte eden, yüksek akılcı bir modeli, devlet aklına yerleştirmek zorundayız.” Yani yine aynı diyalogda Kılıçarslan’ın cevap olarak verdiği, “Tanrı’yı yeniden tanımlamanın” gerekliliğine vurgu yapıyor Mecdüddin. Selçuklularda, devlet katında “Tanrı” ne anlama geliyordu da bunun yeniden “tanımlanması” gerektiğini düşünüyor?

Kitabımda anlattığım Fikret karakterinin ben olduğumu ifade ettikten sonra Anadolu’nun pazarlarında gezinen, alimlerle, seyyahlarla, dervişlerle konuşan, Ahi Evran’a yoldaşlık eden, Kirmani’yi Anadolu’ya taşıyan, Mevlana’ya muhalefet yapan, sultanlara hocalık eden, Şems’in kim olduğunu tanımlayan Mecdüddin’in zihnimim, birikimimim, yazarlığımın bir ürünü olduğunu ifade edebilirim. Anadolu’da yeni oluşan bir devletin onlarca farklı kültür ve inancı bağrında toplayarak bir medeniyet kurma iddiasını onun kişiliğinde birleştirdim. Vurguladığım gibi Tanrı’yı yüksek akılcı bir modelle devlet aklına monte edebiliriz. Aynen Türkmenlerin yaptığı gibi, yaptığımız işte, kurduğumuz binada, ektiğimiz tarlada, dizayn ettiğimiz eğitim ve sağlık sisteminde, doğada, kuşta, börtü böcekte, yetiştirdiğimiz çocuklarda kısacası dünya gerçekliğinde Tanrı’ya bir yer açabiliriz. İnsanlığın ihtiyacı olan barış, üretim, paylaşım ekseninde manevi dünyamızı zenginleştirmenin ve bu konuyu çatır çatır tartışmanın zamanı geldi, geçiyor. Sahiplenmediğimiz Tanrı, başta Arap kültürünün kafasındaki Tanrı imajı tarafından esir alındı, yazık oldu, çok yazık oldu…    

Yine Mecdüddin’in bir ifadesi var: “Devlet birdir ve bütün varlıkların nedeni olan zorunlu, basit, mükemmel ilahi bir düzendir. Devletin özü salt bilgi, akıl, hakikatten ibarettir. Varlığı birliğe götüren yegâne şey etik siyaset ve etik politikadır. Birliği parçalayan her girişim akla uygun değildir ve ilahi yasaya terstir.” Bir yanda akıl, bilgiden bahsederken diğer yana “ilahi yasayı” koymak birbiriyle ters düşen şeyler değil mi?

Daha öncede vurguladığım gibi her şey ilahi yasayı yorumlamakla ilgili. İlahi yasa terimini dahi insanlık bizzat kendisi oluştururken ilahi yasanın içeriğini somutlaştırırken, evrensel insanlık değerleriyle harmanlanan seslerin devlet yönetimine monte edilmesinin kimseye zararı olmadığını düşünüyorum. İlahi yasa teriminden olan korkunun Tanrı’nın isminden rol çalan devletlerin ve yöneticilerin korkusu olduğunu ifade edebilirim. Nitekim tarihte bir treni kaçırmış görünüyoruz ve ilahi yasa dediğimiz anda korkmaya başlıyoruz. Ancak romanımın bir yerinde vurguladığım şu görüşü tekrar hatırlatma ihtiyacı içerisindeyim. İnsanlığın Tanrı’ya ihtiyacı olduğu kadar, Tanrı da insana ihtiyaç duymaktadır. Tanrı’nın yasalarını düzenleyen, alıntılayan, yorumlayan bizlersek yani insanlık ise korktuğumuz Tanrı değil, insanlığın yöneticilerin devletlerin Tanrı imajıdır. Koruyan, kollayan, gözeten, eşit işe eşit ücret veren bir Tanrı'dan ben neden korkayım?“Tanrımıza hamdolsun, milletimiz var olsun” demekten neden imtina edeyim?       

Mecdüddin’in özet olarak Anadolu’da uygulamaya koymaya çalıştığı devlet politikasından her yönüyle bir “medeniyet” sonucunun çıktığını anlıyoruz. Ve Keyhüsrev tahta geçtiğinde kısmen de olsa bunun uygulandığını okuyoruz kitabınızda. Burada kast edilen “İslam Medeniyeti” mi? Biraz daha açabilir misiniz bunu?

Bir İslam Medeniyeti olmadığını bir Anadolu Türk Medeniyeti olduğunu rahatlıkla ifade ederim. Kurgunun başından sonuna kadar zaten bu konuyu tartışıyorum. Türklerin cihat iddiası olmadığını üstüne basa basa vurguluyorum.

Eğer bir “İslam Medeniyeti” oluşumundan bahsedeceksek bunun devamı neden gelmedi? Ya da neden tam olarak oturtulamadı, işlemedi?

İslam Medeniyeti iddiasında olmadığımı tekrar ifade ediyorum. İslam Medeniyeti iddiası olsa Türkler Ortadoğu ve Asya’da yaşam alanı bulur ve diğer kültürlerin Tanrı’sına biat etmekte sakınca duymazlardı. Fütüvvet teşkilatını Abbasi hanedanlarının kafasındaki devlet teşkilatına uygun bir şekilde Anadolu’ya monte eder ve o andan itibaren de tarih sahnesinden silinirdi. Türkler dinini değiştirip kültürünü ve dilini değiştirmediyse bu Arap İslam’ına bir başkaldırıdır. Bir ayaklanmadır. Ancak zamanımızda kaos iyice derinleşmiştir. Anadolu Selçuklusunun medeniyet iddiasını reddederek, Osmanlının İslam Medeniyeti iddiasını sürdürmeye çalışan, selefi Arap kültürünü bu millete dikte ettirmeye çalışan fikirler oluşması da bu yüzdendir. Bizler İslam medeniyetinin değil Anadolu-Türk medeniyetinin takipçisi olmak, Anadolu’da yaşayan kavimlerin Selçukluda üstelik yükselme döneminde yaşatmayı başardığı bir medeniyetin takipçisi olmak zorundayız. Mustafa Kemal Atatürk’ün Anadolu Selçuklu Medeniyeti’ne karşı yüksek ilgisinin temelinde de bu düşüncenin yattığına adım kadar eminim.           

Fikret’e dönecek olursak… Onun aracılığıyla tarikatların Türkiye’de nasıl ‘sivrildiğini’ ve Fikret’in Ankara’ya dönüşte kendisini neyin beklediğinden yola çıkarak şu anda, “hasıraltı edilmiş” tarikatların, cemaatlerin ‘metastaz’ının devam ettiğine değindiğinizi düşünüyorum. Doğru mu anlamışım?

Doğru anladığınızı düşünüyorum. Tarikatların devlete ve yönetimine metastazı tarihte de bugün de bir gerçek. Ancak tarihte ismi zikredilen tarikatlar bir şekilde felsefi temeli olan tarikatlar olmasına rağmen günümüzün tarikatları geçmiştekilerin minyatürleri. Tarihten çıkarımlar yaparak devlet aklına hâkim olmaya çalışan bu yapılar,  felsefi temellerini kaybetmiş ve organize bir örgüt faaliyetine dönüşmüş yapılardan ibaret. Hiçbiri “bir lokma, bir hırka” ile doyacak cinsten değiller. Onlar mala, maddeye teslim olduklarından beridir daha radikaller; durumlarını, pozisyonlarını güçlerini korumak için Tanrı’yı kullanmaktan çekinmiyorlar. Felsefi tartışmaları materyalize yapılarına bir dayanak olarak kullanmakta bir sakınca duymayacak kadar ikiyüzlüler. Şekilden ibaret olan bu yapılar kapitalist dünyanın gerçeklerini din olgusuna bağlamak için yapılan entegre örgütsel bir faaliyetin içerisindeler. Maddeyle aralarına tek bir bariyer koymamakta kararlılar. Kısacası yarattıkları Tanrı bizim ya da benim Tanrım değil. Onlarınkisi bir korku imajı ve güç sembolü olan bir Tanrı. Böyle bir Tanrı’yı reddediyorum. Reddettiğimi de deklere etmekte sakınca görmüyorum. Bize Tanrı’nın hümanist yüzü lazım. Bize Tanrı’nın birlik iddiasını, toplumun birlik iddiasında gören bir Tanrı lazım. Bize Anadolu’daki kavimleri, medeniyet iddiasında birleştiren, üreten, bölüştüren, koruyan, kollayan bir Tanrı lazım. Kitabımda Anadolu’nun tarihten gelen sesine ses katarak, ihtiyacımız olanı ifade etmekte son derece cesur davrandığımı ifade edebilirim.      

Son olarak kitabınızda anlattıklarınız arasında Cumhuriyet tam olarak neye tekabül ediyor?

Cumhuriyet, tarihten gelen kavganın bitmediğinin, derinleştiğinin resmidir. Türkmen tarikatlar kapatılmış, oluşturduğu boşlukta devlet yönetimine Arap kültürü ve onun Tanrı imajı angaje olmuştur. Bizans Medeniyetinin dahi eklemlenmekte sakınca görmediği Anadolu Türk Medeniyeti halen ağır saldırı altındadır. Yeni bir Tanrı gerekliyse gereklidir. Dinde reform gerekliyse o da gereklidir. Ayasofya’nın ibadet merkezi değil, bir kültür merkezi olması gerekliyse o da gereklidir. M. Kemal Atatürk’ün Anadolu Selçuklu inanç ve kültürünü ortaya çıkarmaya çalışarak başlattığı yolculuğun devamı gereklidir. Son olarak, saf bir akıl ve hümanist değerlerimle yazdığım kitabımın tanıtımında söz hakkı verdiğiniz için, içtenlikle teşekkür ediyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Burak Soyer Arşivi