Cübbeli'nin Muaviye 'Menzil'i

Cübbeli’nin mensubu olduğu İsmailağa Nakşi Cemaati’nin köken aldığı ve yaygınlaştığı coğrafi-bölgesel dinamikler ile Menzil’in coğrafi-bölgesel dinamikleri aynı değil. O yüzden Muaviye telakki ve değerlendirmesi de her iki çevrede görece farklı şekilleniyor olabilir. Anlaşılan o ki kendilerini “Seyyid” (“Seyda”) olarak kimliklendiren ve Hz. Hüseyin’den soy bağı iddiasıyla ortaya çıkan Menzil Nakşiliğinin Kerbela’da Hüseyin’in kafasını kestirip sarayına getirten ikinci Emevi sultanı Yezid dolayımıyla onun babası Muaviye’ye de uzanan aleyhtarlığı Cübbeli’nin hoşuna gitmiyormuş. Belki de bu, tıpkı Emeviler’de olduğu gibi şimdi de İslam’ı sarayla, şaşaayla, şatafatla, ihtişam-gösteriş-zenginlikle hemhal ve muteber kılmış bir muktedire meftunlukla, o muktedire seçim sürecinde “Allah rızası için” oy istemiş olmayla ilintili bir motivasyondur, kim bilir?!..

Menzil Şeyhi Abdülbaki Erol’un ölümü sonrası oğulları arasındaki tarikat-içi post kavgası dolu dizgin devam ederken İsmailağa Nakşi Cemaati’nden Ahmet Mahmut Ünlü, nam-ı esas Cübbeli de hariçten gazel okuyarak sürece müdahil olmuş görünüyor.

Haberde önce Baba Şeyh’in ölümü ardından başlayan “şeyhzadeler” çatışmasında büyük oğul Muhammed Saki’nin Menzil’in “iktisadi” gözbebeği Semerkand Vakfı’ndan ayrılıp “Serhendi” ismiyle yeni bir vakıf ve “Dehlevi” ismiyle de yeni bir yayınevi kurduğu kaydedilmekte.

İsterseniz bu yeni isimlerde saklı “Nakşi şifreleri” deşifre ile yazımızı açalım: “Serhendi” adının Nakşibendi tarihinde tarikatın Orta Asya’da yükselişinin önünü açan ve isim babası olan Bahaeddin Nakşibend’den (ö. 1389) sonra gelen en önemli “dönüştürücü” isim sayılabilecek ve Hint Yarımadası’nda tarikatın popülerleşmesini sağlamış Şeyh Ahmed Serhendi’ye (ö. 1624) göndermeyle seçildiği anlaşılıyor. Gerçi Şeyh Serhendi Türkiye’de yaygın şekilde İmam-ı Rabbani adıyla bilinir ve onun Mektûbat başlıklı eseri de Nakşi mahfillerde bir başucu kitabı durumundadır. Hemen akla gelen soru, Vakfa isim olarak neden bu daha yaygın “Rabbani” adının seçilmemiş olduğudur. Kuvvetle muhtemel ki bu ad, Nakşi bünyede bir vakıf, dernek, vb. kuruluş-oluşum adı olarak çoktan kapanın elinde kalmıştır da ondan…

Gelelim “Dehlevi” adına. Bu da İmam-ı Rabbani’den sonra Hint Yarımadası’nda belirmiş bir diğer meşhur Nakşi şahsiyet olan Şah Veliyullah Dehlevi’den çıkış bulduğu besbelli bir isim.(1) Anlaşılan o ki Menzil’de hayli sembolik bir kopuş söz konusu: Nakşibendiliğin çıkış bulduğu coğrafya olan Orta Asya’dan, “Semerkand” ve “Buhara” (Maveraünnehir) eksenine vurgulu/referanslı adlandırmadan tarikatın tarihsel süreçte “patlama” yaptığı ikinci coğrafya olan Hint Yarımadası’na doğru Menzil bünyesinde kendi şeyhliğini farklılaştırma yolunda bir “spin-off” yapıyor Şeyh Abdülbaki’nin oğlu Muhammed Saki…

Hayırlısı diyelim ve geçelim Cübbeli’nin meseleye “maydanoz” olduğu noktaya!..

Nakşi şovmenin Muaviye aşkı

İsmailağa Cemaati’nin şen çocuğu; tekkeden “TekeTek”e bir sıçramış pir sıçramış, dolayısıyla icazetini Mahmud Hoca’ya ticaretini “Fatih Hoca”ya borçlu Nakşi sovmen Cübbeli, Menzil Serhendi Vakfı’na doğuş veren bir sebep olarak Semerkand Vakfı bünyesinde İslam’ı saltanatla tanıştırmış Emevi devletinin kurucusu Muaviye’ye karşı hasmane söylemden duyulan rahatsızlığı işaret etmekte. Sözleri, Gazete Pencere’den aktarmayla, şöyle:

“Şeyh Seyyid Muhammed Saki Efendi Hazretlerinin yakın hizmetkârı Dr. Yunus Aydın Hocaefendi’den aldığım bilgiye göre; Şeyh Seyyid Muhammed Saki Efendi Kur’an, sünnet ve ehl-i sünneti ihya, Nakşi Müceddidi Halidi Tarikatı’nın adabını icra etmek üzere ‘Serhendi’ adı altında yeni bir vakıf ve ‘Dehlevi’ ismi altında yeni bir yayınevi kurmuştur. Takipçilerim Muaviye aleyhine konuşan İsmail Kılıçarslan gibi kimselerin Semerkand TV’ye çıkartılmasına yaptığım reddiyeleri bilmektedir. Dolayısıyla büyükler bunlara karşı Ehl-i Sünnet hassasiyeti olan yeni bir yayın hizmeti düşünerek bu kararı almışlardır.” 

Anlaşılan o ki kendilerini “Seyyid” (“Seyda”) olarak kimliklendiren, yani Peygamber’in torunu-Hz. Ali’nin oğlu Hüseyin’den soy bağı iddiasıyla ortaya çıkan Menzil Nakşi meşâyihinin Kerbela’da Hüseyin’in kafasını kestirip sarayına getirten ikinci Emevi sultanı Yezid dolayımıyla onun babası Muaviye’ye de uzanan aleyhtarlığı Cübbeli’nin hoşuna gitmiyormuş. O yüzden şimdi Menzil’deki kopuşla ortaya çıkan yeni vakıf bünyesinde bu aleyhtarlığının giderileceğine dair memnuniyet dolu bir beklenti içinde o…

Nakşilik yekpare değil

Yukarıda aktarılanlara ilişkin ilk söylenmesi gereken, Nakşibendiliğin farklı tarihsel-coğrafî bağlamlarda kendi içinde nasıl ayrışmalara uğradığına ilişkin güncel bir veri ile karşı karşıya olduğumuzdur. Cübbeli’nin mensubu olduğu İsmailağa Nakşi Cemaati’nin köken aldığı ve yaygınlaştığı coğrafi-bölgesel dinamikler ile Menzil’in coğrafi-bölgesel dinamikleri aynı değil. O yüzden Muaviye telakkisi ve değerlendirmesi her iki çevrede görece farklı şekilleniyor. 

Bunun tarihte de örnekleri vardır. Söz gelimi her tarikatta karşımıza çıkan ve an itibarıyla mevcut şeyhi birbiri ardı sıra geçmişe doğru farklı dönemlerde yaşamış şeyhler üzerinden İslam Peygamberi’ne kadar zincirleme olarak bağlayan “silsile”, bazı Nakşi çevrelerde ikinci halife Ebu Bekir kanalıyla Peygamber’e ulaşırken diğer bazı Nakşi çevrelerde Hz. Ali kanalıyla Peygamber’e ulaşır. Özellikle Balkanlar gibi Nakşilikle Alevi-Bektaşiliğin yerelde yoğun etkileşim içinde olduğu coğrafyalarda bu ikinci “Ali-silsilesi” daha yaygındır.(2) Bu durum elbette Muaviye’ye bakışta Nakşiliğin kendi içinde, tekraren belirtmek gerekirse coğrafi-kültürel-etnik bağlamlarla irtibatlı farklılık, karşıtlık ve anlaşmazlıkları var edebilmektedir.

Bu itibarla belli ki Nakşi Cübbeli, Muaviye’ye daha bariz bir muhabbete sahip olup bunu dışa vururken Menzil bünyesinde yukarıda sıralanan sebeplerle daha temkinli, mesafeli ve yer yer de eleştirel/yargılayıcı bir tutum söz konusu imiş. Bundan sonra ne olacağını, yeni şeyh adayı Muhammed Saki’nin nasıl-ne ölçüde Muaviye (güzellemesine değilse de) meşrulaştırmasına gideceğini/gidebileceğini zamanla göreceğiz. 

Bunu da geçip şimdi biraz da kimdir bu Muaviye, ona yönelik bilgileri tazeleyerek yazımızı tamamına erdirelim!.. 

“Cahiliye”nin dönüşü: Muaviye ve Emeviler

“Dört Halife Devri”nden sonra İslâm tarihinde karşımıza çıkan Emevi devleti ve kurucusu Muâviye bin Ebû Süfyan ile “Cahiliye”, bir anlamda İslâm’dan rövanş almıştır denilebilir. Peygamber’in yeni din tebliğine Mekke’de Ebû Süfyan liderliğinde en sert ve şiddetli direnci sergileyen Ümeyyeoğulları, İslâm’ın hayata geçmesiyle kaybettikleri iktidarı Ebû Süfyan’ın oğlu Muâviye liderliğinde Şam’da kurulan Emeviler devleti ile yeniden ele geçirmiş sayılabilirler.

Muâviye’nin babası Ebû Süfyan, Mekke’nin Fethi’ne kadar “müşrik” ordularının başında Müslümanlara ve Peygamber’e karşı şevkle-şiddetle kılıç salladı. Fakat annesi Hind binti Utbe’nin marifeti çok daha çarpıcı, ürpertici, dehşete düşürücüdür. Hind, Uhud Savaşı’nda (625) daha önceden hasım ve kanlı olduğu Peygamber’in amcası Hamza’yı öldürtüp sonra ciğerini söküp çiğnemiş; parmaklarını, kulaklarını ve burnunu da kesip kolye yapmıştır. 

Ümeyyeoğulları, politeist (çoktanrıcı) Mekke’ye ve o dönemde “putların evi” konumundaki Kâbe’ye hâkim Kureyş kabilesinin en büyük ve kuvvetli boyuydu. İslâm’ın ortaya çıkış sürecinde hiçbir destekleri olmadı, aksine bir hayli köstek oldular. Onların Hz. Muhammed’in üyesi olduğu Hâşimoğulları boyu ile düşmanlık, rekabet ve çatışmaları Cahiliye döneminden miras olup İslâm’ın doğuşunda da sonrasında da özellikle Peygamber’in vefatının ardından daha bariz şekilde sürdü gitti. Emevi halifeliği ve giderek belirginleşen saltanatı işte bu anlamda hem Ümeyyeoğulları’nın iktidarının İslâmi kisve altında restorasyonu, hem de kabile “asabiyesi” (dayanışması) ve kabileler-arası çatışma dinamiğinin İslâmî zemin ve iklimde hortlamasıdır. Aradaki tek fark, Cahiliye’de kabile olan Ümeyyeoğulları’nın İslam-sonrası süreçte “Emevi” adı altında devlet olmasıdır.

“Siyasal antropoloji” açısından bakıldığında İslam, kabile siyasal örgütlenmesinden devlet siyasal örgütlenmesine geçişin ideolojik karşılığıdır. Dolayısıyla çok kabileden tek devlete, çok tanrıdan da tek tanrıya geçişle kabile farklılıklarının tek bir Allah’a kullukta buluşan “mümin kardeşliği”nde erimesi hedeflenirken bu süreçte en çok kaybeden, o dönemde “kabileler-arasında-birinci” konumundaki Ümeyyeoğulları idi. Ama işte onlar Muaviye ile ve “Emeviler” olarak bir anlamda Cahiliye’den İslâm’a geçişte yaşadıkları büyük kaybı telafi etmişlerdir.

Ancak elbette Hâşimoğulları’nın “rövanş”ı da Abbasiler’le gelecektir.

Bugünün Muaviye’leri ve cübbeli bendegân  

Toparlamak gerekirse, Muaviye ile önü açılan Emeviler dönemi, İslam’ın saltanatla tanışma; dinin sarayla, şaşaayla, şatafatla, ihtişam, gösteriş, zenginlikle hemhal edilme; ulamanın da saraya ve sultana ram olma dönemidir. Dönemin daha da feci ve rezil yanlarını yine Pencere Pazar’da geçen yıl kaleme aldığım bir yazıda özetlemiştim.(3)

Peki, Cübbeli’nin Ehl-i Sünnet hassasiyetini Muaviye ve Emevi muhabbeti üzerinden dışa vurma ısrarına ne demeli?.. 

Geçen haftaki yazımızda ne dediysek onu demeli: Belki tıpkı Emeviler’de olduğu gibi şimdi de İslam’ı sarayla, şaşaayla, şatafatla, ihtişam-gösteriş-zenginlikle hemhal ve muteber hale getirmiş bir muktedire meftunlukla, o muktedire seçim sürecinde “Allah rızası için” oy istemiş olmayla ilintili bir motivasyondur bu!.. 

Lâkin, yine geçen hafta kaydettik, İslam tarihinde tarikatları ortaya çıkaran sürecin başlangıcı sayılabilecek zühd ve tasavvuf hareketi önemli ölçüde Emevilerin saray İslamı’na, saltanat ve “Kisra”lığa karşı bir tepki olarak başlamıştır. Bu bakımdan Cübbeli’nin Muaviye muhabbeti, aslını inkâr anlamına da gelmiyor mu biraz?..

Soruyu, tartışılmak üzere “Ehl-i tasavvuf”un önüne bırakalım!..       

(1) Tüm bu bilgiler daha detaylı olarak şu kitabımda yer almakta: T. Atay, Batı’da Bir Nakşi Cemaati, Berfin Yayınları (2. Baskı), 2011.

(2)  Yine bkz. Batı’da Nakşi Cemaati içinde “Silsile ve Nakşibendilikte Ortodoksi-Heterodoksi Tartışması” alt-bölümü, s. 67-70.

(3) Bkz. T. Atay, “Allah değil, ‘İktidar’dır size şah damarınızdan da yakın!”, Pencere Pazar, 19 Haziran 2022.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi