“Anlatının gücü unutmayalım. Bir araya getiren, dinleten, yarına bıraktıran bu güçtür”

Şehmus Özek’in yazıp yönettiği Bir Hikaye, ‘dinlemeye tahammülsüzlüğünün dayanılmaz hafifliğini’ 8 dakikaya sığdıran bir kısa film. Ancak bu 8 dakikayı deşelediğinizde, konunun tarihsel ve sınıfsal boyutunun, bulanıklaşmış hafızamızla beraber nasıl silindiği ortaya çıkıyor.  

“Herkesin bir hikayesi vardır,” lafı çok doğru da “Onu dinleyen var mı?”nın cevabı olan “Hayır, yok!” da bir o kadar net. Kimseyi dinlemiyoruz! Bunun altına tonla sebep yığılabilir ancak günümüzde bu sorunun cevabında top otomatik olarak “modern çağ insanı”na atılıyor. Sanki köy kahvesinde tarla ‘çıkışı’ batak atan gündelik işçinin hiçbir hikayesi, yaşanmışlığı, aşkı, öfkesi olamazmış gibi yok sayıyoruz onu. Hepimiz biriciğiz! En büyük aşklar bizim, iş yerinde şefe koyduğumuz posta dört duvarda yankılanıyor, bir oturuşta bir yetmişliği gömüp ağzımızı silip masadan kalkan biziz. Derdin hası bizde. Kullandığımız anti depresanların miligramlarına terazi gerekir. Ayak parmağımıza kadar süslendiğimiz bu dönemde, “Metrobüs çok kalabalıktı yine,” gibi olağan bir şeyi ballandırmak gerekiyor dinletmek için.

Şehmus Özek’in yazıp yönettiği Bir Hikaye, insanlar arasındaki bu ‘dinlememenin dayanılmaz hafifliği’ni 8 dakikada anlatan bir kısa film. Onur Yalçınkaya, Mustafa Karakoyun, Uğur Senkeri, İbrahim Barulay, Reyhan Özdilek oynadığı Bir Hikaye, sadelikten, doğallıktan şaşmamanın, ‘çıplak’ biçimde inadına anlatmanın önemine vurgu yapıyor.

Artık ‘normal hikayeler’i, ‘sıradan hikayeler’i dinletemiyoruz galiba değil mi? Önce oradan başlamak isterim…

Doğru bir noktaya değindiniz. Sıradan hikayelerin sadece günümüzde değil geçmişten süregelen problem olduğunu düşünüyorum. Normalliğin hatta benim için geçerli olan tabiriyle sadeliğin eksiklik olarak algılanması buna sebep oluyor. Halbuki en zor şey sadeliği ortaya koymaktır. Düşünsenize hele şu anda koskoca bir teknoloji, sınırsız kaynak dolaşıyor. Ama siz en yalın olanı bulmaya çalışıyorsunuz. Elbette zor. Üretirken de içinde olduğunuz güne başkaldırı gibi. Okuyucuyu, izleyiciyi buna ikna etmek de aynı sebeplerden zor oluyor. Yerleşik alışkanlık süslü, gösterişli, her anı parlak görüntüler üzerine. Sade olan “Aa! Sınırlı yeteneğe sahip” damgası yiyebiliyor.

Sebebi ne sizce bunun? Karşımızdakini artık dinlemeye tahammülümüzün olmadığını, sadece kendi ‘hikayemizin’, bir bencillik durumunun ağır bastığını düşünüyorum. Katılır mısınız bu görüşüme?

Sebeplerin başında sanatın bir endüstri olması diyebilirim. Yani geçmişe baktığınızda da öyle. İsteyen Goya’ya bakabilir. Sinemaya bakarsak en büyük endüstri olduğunu görürüz. Çıkışından itibaren “büyülü his” olarak tanımlanmıştır. Ama gittikçe gelişip günlük hayattan ayrılarak seyircinin karşılaşmadığı bir dünya yaratıldı ki etkilenme daha yoğun olsun. Biliyorsunuz alışkanlıklar yerleşirse söküp atmak epey zor olur. Şahsi yaşamak bahsettiğiniz bencilliği perçinledi. Günlük hayatınızı düşünür müsünüz? Bazen oturduğunuz insanlarla sessizlikler olur. Bunun nasıl gerginlik yarattığını, sessizlik bozulsun diye bilindik ezber cümlelerden muhabbet yığını ortaya çıktığını fark etmişsinizdir. Halbuki “kendi hikayelerini” bile anlatmıyorlar. Tamamen üçüncü kişiler üzerine gidilir. Eğer birbirimiz üzerine konuşursak hep bir tartma, “Yargılar mı?” endişesi, güçsüz görünmemeye çalışma gibi duygular ön plana çıkıyor. Daha detaylı konuşabileceğimiz bir mesele. Cevabı uzun tuttum galiba. Ama sorunuza yanıt verebildiğimi düşünüyorum.

Bir Hikaye, 8 dakikada çok şey anlatıyor aslında. Filmin derdini, çıkış noktasını bir de sizden dinlemek isterim…

Filmin 8 dakikada çok şey anlattığını düşünmeniz beni mutlu etti. Teşekkür ederim.  Film yukarıda da bahsettiğim gibi tamamen hikayenin saf gücüne güvenerek yola çıktı. Bunu yaparken de kişiler arasındaki çatışmayı, sadeliğe olan öfkeyi, umursamazlığı anlatıyor. İzleyince “süslemelisin, göz alıcı olmalı, parlak yap” sonuçları anlaşılmasın. Aksine bildiğin yolda devam et. Kimse dinlemese bile rahatlamış olursun demek istiyor. Kesinlikle karamsar değil. Çıkış noktam “Ölüler ve Mezarlar” diye üç filmden oluşan kısa film serisi yapmaktı. Fakat o zamanki ekonomik şartlarda mümkün olmayınca bir yöntem bulup anlatmam gerekiyordu. Ben de hepsini birleştirerek Bir Hikaye filmini oluşturdum. Tabii kısa filmin deneme yapmak için iyi bir alan olduğunu düşündüğüm için farklı bir çekim tekniği, mizansen kurulumuyla derdimi anlattım.

“Gerçek ve kurmaca dünya arasındaki çatışmayı, hikaye anlatma geleneği üzerinden aktarmak,” diyorsunuz basın bülteninde. Bunu biraz açabilir misiniz?

Gerçekten kastımız her şartta, engellemede, tahammülsüzlükte dahi anlatmayı sürdüren kişidir. İstese küçük tepeyi Everest yapar. Karıncayı fil gibi aktarırdı. Ancak güç kütlede değil mesela sessiz sedasız batan güneştedir. Kim güneşi yadırgayabilir ki? Anlatı geleneği daima yakın durmaya çalıştığım, tarihin izini sürerek peşinden gittiğim kadim bir hafızadır. Bu dünyada her millet konuştuğu kadar vardır. Dil ölünce kimse yaşamamış sayılır. O yüzden anlatı geleneği kaydederek, ezberlenerek, yaşatılarak devam ettirilmeli. Coğrafyamızda resmetmekten ziyade anlatı ağır bastığı için sinemanın eksik olduğu düşüncesini duyuyorum. Ama benim açımdan kabul gören bir düşünce değil. Resmetme biçimimiz farklı. Kimin değil ki? Japon sineması İtalyan sinemasıyla aynı şeyi resmetmiyor. Önemli olan nasıl gördüğünüz. Benim için hikaye yani anlatı ön planda olmuştur. Teknik daha sonra. Hangi kamera olduğu, kalitesinin düzeyi hikayeden önemli değil. Ki telefonla çektiğim, tamamen gerçek bir sohbetin çeşitli açılardan çekilerek kurgulandığı Toprağın Rengi diye bir filmim bulunuyor.

Filmin sonu, yukarı bahsettiğim ‘tahammülsüzlüğün’ uç noktası olarak algılanabilir bence ama diyalog yetersizliğinden, diyaloğun olmamasından benzer olaylarla karşılaşıyoruz değil mi özellikle Türkiye’de?

Sizin “tahammülsüzlük” tanımınızı “umursamazlıkla” birleştirmek istiyorum. Ne olacağını herkesin bildiği ama müdahale etmediği bir durum. Kişisel çatışmalarla günlük hayatı bunalıma çevirmek en büyük kötülük. Asıl bu bunalım çoğu şeyi tetikliyor. Aşağılık duygusu da işin içine girince durum daha da karmaşık bir hal alıyor. Batı toplumları için acıyarak bahsettiğimiz “çok yalnızlar, bireyseller” gibi tahliller bizim için geçerli değil mi? Neden kendimizi kandırıyoruz ki? Büyükşehirlerde değil en küçük ilçede bile aynı yalnızlık, bireysellik, çıkarcılık oldukça yaygın. Ama meseleyi modern toplum diye büyükşehirlerin bazı semtlerinden ibaret okursak sınırlı düşünceyle yola çıkmış oluruz. Koskoca ülkenin birbirinden habersiz, kalıp düşüncelere sahip, hiçbir şekilde tanıma gayretinde olmadığını görmek için daha ne olması gerekiyor? Kabul etmek de yolun yarısıdır. Ama hayır. Olanı değil ideali yansıtmalıyız öyle mi? Bunu kabul edemem. Gelenekleri savunduğum için eleştiri aldığım oluyor. Fakat o da ezber. Gelenekten kastım anlatı geçmişi, toplum hafızası, dil, günlük hayat. Onu reddedince ortaya temellerinden yoksun kalmış, sürekli çatışan insanlar çıkıyor. Neden yakın zaman savaşlarında öncelik tarihi eserleri, eski şehirleri yok etmek oluyor? Çünkü hafıza yok olunca dili, kültürü ele geçirmek kolaylaşıyor. Soruyu bağlamından koparmak istemiyorum. Temel meselenin bölgeler, şehirler, haneler arası kopuş olduğunu düşünüyorum. Sebebi de hafızanın bulanıklaşması. Anlatının gücü unutmayalım. Bir araya getiren, dinleten, yarına bıraktıran bu güçtür.

Siz ‘hikayenizi’ sanat, sinema yoluyla anlatıyorsunuz. ‘Hikayeniz’in ne kadarı karşı tarafı yansıyor sizce? Ya da yansıyor mu?

Hikayemin ne kadar yansıdığını inanın bilmiyorum. Ama amacım olabildiğince yalın bir şekilde anlatmaya çalışmak. Okuyucuyu, izleyiciyi dışarıda tutmadan gerçeği ortaya koyma gayretindeyim. Şimdiye kadar aldığım eleştiriler yansıdığı sonucunu doğuruyor. En azından niyetimin ne olduğunu, hikayemi araç olarak kullanmayıp amaç edindiğimi anladıklarını düşünüyorum. Elbette hikayelerimde bir katman var. Ama gizemli, kafası karışık durumda değil. Anlatıya hizmet etmesini önceleyerek hareket ediyorum. Birebir yorumlarda duyduğum şeyler beni mutlu ediyor. Tıpkı sizin derdimi anlamaya çalışarak bana bu soruları yöneltmeniz gibi. Bunun için de ayrıca teşekkür ederim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Burak Soyer Arşivi