Ayşe Naz Hazal Sezen
Kutsal Olandan Klinik Olana: Kadının Doğumda Gücünü Kaybetme Süreci–4 Kendi Doğum Hikayesinin Kahramanı
Doğuma yönelik bu yeni, lakin bir o kadar da eski bakış açısı doğum sancılarını “rahatsızlık” değil, doğumun bir parçası olarak görür. Doğum kadın için bir “kriz” değil, bir “güçlenme” deneyimidir. Kadın, nihayet yeniden doğumda yalnızca bir “hasta” değil, kendi doğum hikâyesinin kahramanıdır.
19. yüzyılda anestezinin yaygınlaşmasıyla doğum sancıları, doktorların kontrol edebildiği bir başka alana dönüşür. Kilisenin ve toplumun yüzyıllardır kadının “çekmesi gereken acı” olarak gördüğü doğum sancısı, bu yeni tıbbi müdahalelerle bir anlamda “bastırılabilir” hale gelir. Kadın bedeninin doğum sırasında çektiği acılar, artık kimyasalların ağırlaştırdığı bir uykunun içinde kaybolurken, bütün eski hikayelerinden uzak doğum yapılabilir. Artık ne kutsal olan ne de günah olan sahnededir. Kadın sancılarından arınmıştır. Lakin doğum sancılarından arınan anne, aynı zamanda kendine ve bedenine yabancılaşmaya başlar. Kadının doğum sürecine bilinçli katılımı yiter, ilaçların etkisi altında kendi iradesinden ayrıştırılır ve nihayetinde doktorların müdahale ettikleri bir “vaka”ya dönüşerek daha da edilgen bir hale gelir.
Kadın bedeninin tedavi edilmesi gereken bir yapı olarak tanımlanması, kadının doğumda kendi bedenine ve içsel bilgisine güvenmesi yerine, onu doktorların yönlendirmelerine uymak zorunda bırakır. Doğum artık, kadının kendisini ifade ettiği bir deneyim ya da doğanın bir armağanı değil, doktorların elinde şekillenen bir prosedürdür. Kadın, tıbbi müdahaleler olmadan bu süreci tamamlayamayacağına inandırılır ve doğum yaparken, kendi bedeninde misafire dönüşür.
Psikolojik Yansımalar
Doğumun tamamen tıbbi bir süreç olarak algılanması ver medikalize edilmesi kadınların kendilerine ve bedenlerine olan güvenlerini zedelerden derin psikolojik yaralar açar. Doğal bir olay, komplikasyonlarla dolu, riskli bir vetireye dönüşür. Kendi bedeninin yeterli olmayacağı, doktor müdahalesiz doğumu tamamlayamayacağı düşüncesi kadının zihninin ve kalbinin derinliklerine işler. Güvensizlik hissinin yarattığı gri atmosfer, doğum sonrası depresyonu daha kolay tetikleyebilir ve doğum daha sık travmatik bir yaşantı olarak deneyimlenir.
Kadının toplumda, hatta doğumunda aktif rol alma kapasitesini kaybetmesi vetiresi kadınların yeniden söz sahibi olmak için direnişini alevlendirir. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kadınlar, bedenlerine ve doğum süreçlerine dair yitirdikleri güveni geri kazanmak, tekrar söz sahibi olabilmek için harekete geçerler. Feminist hareketlerin etkisiyle, yüzyıllardır pederşahi toplulukların içinde kendi bedeni üzerindeki hakimiyetini kaybeden kadınlar, doğum sırasında yeniden aktif bir rol oynama imkânı da yeniden doğururlar. Doğumun kadınların kontrolünde olması gerektiğini hatırlatırlar. Kadınların bedenlerini dinleyerek, sancılarla/dalgalarla uyum içinde, kendi doğum süreçlerini yönetebileceklerini, bu vetireyi içsel bilgelikle yeniden doğayla uyum içinde gerçekleşebileceğini savunulur. Doğuma yönelik bu yeni, lakin bir o kadar da eski bakış açısı doğum sancılarını “rahatsızlık” değil, doğumun bir parçası olarak görür. Doğum kadın için bir “kriz” değil, bir “güçlenme” deneyimidir. Kadın, nihayet yeniden doğumda yalnızca bir “hasta” değil, kendi doğum hikâyesinin kahramanıdır.
Kadının kendi doğum hikayesinin kahramanı olabileceğini fark etmesi, yetilerine ve sezgilerine dair güvenini yeniler. Beraberinde kadın sağlığı ve bedenine dair bilinçlenmeyi de arttırır. Zira, kadın bedenine dair detaylı bilimsel araştırmaların, erkek bedenine odaklanan araştırmalara kıyasla çok daha geç başlamış olması tıpta, bilimde ve toplumda kadınların ihtiyaçlarının perde arkasında bırakılmasına neden olmuştur. 1960’larda doğum kontrol haplarının geliştirilmesi, kadın bedenine yönelik araştırmalar için bir dönüm noktası niteliği taşır. 1970’lerde kadın sağlığı gruplarının, kadın bedenine özgü tıbbi ihtiyaçların dikkate alınmasına dair mücadelesi, erkek bedeni üzerinden kabul edilmiş normların sorgulanmasına, yeniden araştırılmasına ve değiştirilmesine ön ayak olur.
Doğum, toplumsal dayanışmadır
Kadın sağlığı hareketiyle gelen değişimler, kadınların doğum süreçlerini kendi tercihlerine göre şekillendirmelerine olanak tanır. Hastanelerdeki standart prosedürlere evde doğum, suda doğum, epiduralsiz doğum gibi alternatif yöntemler eklenir. Doğum sırasında daha fazla söz hakkına sahip olabilmek kadınların doğurganlık süreçlerinde özgüvenleri yükseltir; yetersizlik ve korku hissini azaltır. Sezaryen, epidural anestezi, suni sancı gibi müdahalelerin gereksiz yere kullanılmamasını, ancak ihtiyaç halinde devreye sokulması savunan doğal doğum hareketi, kadın dayanışmasını güçlendirir. Ebeler, doğumun vazgeçilmez bir parçası olarak yeniden önem kazanır. Zira, kadınlar, doğum öncesinde, sırasında ve sonrasında birbirine destek olarak, doğumun yalnızca bireysel bir deneyim değil, toplumsal dayanışmanın da bir parçası olduğunu gösterirler.
Hülasaten…
Doğum, tarih boyunca kadının gücünü, bilgisini ve sezgisini ifade eden bir ritüelden, onun bedenine yabancılaştığı bir tıbbi müdahale alanına dönüşmüştür. Antik çağlarda toplumsal dayanışmanın ve kutsiyetin bir parçası olan doğum, Orta Çağ’da kilisenin katı tahakkümü altında bir kefaret cezasına dönüştürülmüş; Rönesans ve modernleşme ile eril tıbbın hâkimiyetine teslim edilmiştir. 18. ve 19. yüzyıllarda doğum, kadın bedeninin “yetersiz” kabul edildiği bir tıbbi bir vaka haline gelirken, kadınlar kendi doğurganlıklarına ve bedenlerine dair güvenlerini yitirmiş, pasifleştirilmiş ve doğum korkusuna mahkûm edilmiştir. Ancak 20. yüzyılda yükselen kadın hareketleri ve doğal doğum hareketi, kadınları bu kaybettikleri güçlerini geri kazanmaya çağırır. Kadınlar, bedenlerinin doğanın bir uzantısı olduğunu ve doğumu yönetebilecek güçte olduğunu hatırlayarak, doğuma dair kontrolü ele aldıkları bir dönem başlar. Doğum, bir tıbbi prosedür değil, kadının sezgisi, bilgeliği ve iradesiyle biçimlenen bir güç gösterisi olarak yeniden tanımlanır. Bu tezekkür, yalnızca doğum odasında değil, toplumsal düzeyde de kadınların özgüvenlerini ve hak taleplerini büyüten bir devinim yaratır. Zira, doğum sadece fiziksel bir olay değil, aynı zamanda duygusal, zihinsel ve toplumsal bir vetiredir.
(Bu serinin bir tarih araştırması ya da akademik bir çalışma olarak değerlendirilmemesini dilerim. Kadın sağlığı ve doğum üzerine derinlemesine çalışan, bilgi ve deneyimleriyle bizleri aydınlatan çok değerli uzmanlarımız mevcut. Doğumun yalnızca bireysel bir deneyimden ibaret olmadığını; kadınların bu sürece dair yaşadıkları hislerin, kişisel tarihlerinin yanı sıra yüzyıllar boyunca değişen toplumsal bakış açılarıyla da şekillendiğini düşünüyorum. Bu nedenle, doğumun doğal tarafını yitirip yalnızca tıbbi bir olaya indirgenmesinin kadın üzerindeki psikolojik etkilerini anlatabilmek adına, doğumun tarih içindeki değişimini anlamaya ve kendi bakış açımla aktarmaya çalışacağım bir derleme yazı serisi oluşturmayı değerli buldum.)