Oğuz Pancar
Seyyahların Şeyhi: Tanca’dan Alanya’ya
14. yüzyılın başlarında, Fas’ın Atlas Dağları’na yaslanan, okyanusun iyot kokusunun her köşesine sindiği liman kenti Tanca’da bir çocuk dünyaya gelir: Muhammed ibn Battuta. Yıl 1304’tür. Babası ve dedeleri, Maliki hukukunun inceliklerini bilen saygın kadılardır. Onların ilimle (İslam) yoğrulmuş sohbetleri, evin her köşesine sinmiştir. Genç Muhammed, erken yaşlarda Arapça gramer, hadis ilmi ve fıkıh öğrenir. Ama kalbinin derinliklerinde başka bir çağrı vardır. Medrese duvarlarının gölgesinde otururken, uzak ülkelerin adları fısıldanır kulağına: Şam, Kahire, Hindistan, Çin…
Battuta 1325’te, 21 yaşına geldiğinde, artık hac görevini yerine getirmesi gerektiğini düşünür ve Mekke’de sonlanacak uzun seyahatine başlar. O sırada, çıktığı bu yolculuğun 29 yıl süreceğinden ve 120.000 km katedeceğinden habersizdir.
Dervişin Rüyası
İbn Battuta önce Kuzey Afrika sahillerini takip eder. Tunus’un dar sokaklarından geçer; Cezayir kıyılarında rüzgâr Akdeniz’in tuzuyla yıkar yüzünü. Trablus’ta bir kervana katılır, kum fırtınalarının ardından Mısır’a, Kahire’ye ulaşır.
[Battuta, 1326 yılı başlarında Mısır'daki İskenderiye kentinde Şeyh Burhaneddin adlı bir dervişle tanışır. Derviş ona şunları söyler: "Rüyamda seni beyaz bir kuşun kanadında uçarken gördüm. Kuş, beni terk edip doğuya doğru uçtu ve nihayet seni uzak, yeşil ve ışıltılı bir diyara indirdi. Sen Hint, Sind ve Çin topraklarını gezeceksin. Orada dostlarım Kutbeddin Şirazi, Burhaneddin İsferayini ve Taceddin Hindi'ye benim selamımı iletir misin?".
İbn Battuta rüyayı, dünyayı gezmenin onun kaderi olduğunun bir işareti olarak görür.]

Kahire, Nil’in bereketiyle beslenen görkemli bir şehirdir. Kurşunla kaplı kubbeler güneşle parlar, camilerden yükselen ezan sesi gökyüzünde yankılanır. Burada tanınmış İslam âlimlerinin sohbetlerine katılma fırsatı bulur.
Başlangıçta Kızıldeniz üzerinden Mekke'ye gitmeyi planlasa da bölgedeki kabileler arasındaki çatışmalar nedeniyle bu rotadan vazgeçmek zorunda kalır. Kahire'ye geri dönüp, bu kez rotasını Suriye'ye çevirir. Şam’a giden bir hac kervanına katılır. Yolda Kudüs’e de uğrar kervan. Yüzyılların duasını taşıyan Mescid-i Aksa’yı ziyaret eder. Zeytin ağaçlarının gölgesinde dinlenirken, “Her şehir, içinde sakladığı hikâyelerle yolcuya aynadır.” diye yazar notlarına.
Mekke
Sonunda Şam’a ulaşır; bir süre orada kaldıktan sonra Mekke’ye giden kervanlardan birine katılarak Medine üzerinden kutsal topraklara, Mekke'ye varır ve hac ibadetini yerine getirir.
Mekke’de kaldığı süre boyunca hem ibadet eder hem de dünyanın dört bir yanından gelen hacılarla sohbet eder. Her biri, kendi ülkesinden getirdiği hikâyeleri paylaşır; dinledikleri, İbn Battuta’nın yeni rotasını çoktan çizmiştir.
[Battuta Kabe’yi tavaf sırasında Hintli bir hacıyla tanışır. Hintli, Mekke'ye 12 yıl boyunca “sürünerek” ulaştığını anlatır: "Hintli bana dedi ki: 'Allah'a, eğer beni sağ salim Mekke'ye ulaştırırsa, Kutsal Mescid'e kadar yürümeden sürüneceğime dair adakta bulundum.'”(2)]
Mekke’den ayrıldıktan sonra Yemen’e gider. Baharat ve denizden gelen iyot kokularının birbirine karıştığı liman kenti Aden’de kalır bir süre. Oradan bir ticaret gemisiyle Afrika’nın doğu kıyılarına varır. Mogadişu, ipek kumaşlarla, altınla ve zencefil kokusuyla karşılar onu. Svahili tüccarlarıyla oturur, onların denizcilik bilgisini hayranlıkla dinler. Mombasa kıyılarındaki mercan kayalıklarına hayran kalır. Battuta, “Bu kıyılar, deniz ile karanın ebedî düğünüdür” diye yazar notlarına.
Doğu Afrika kıyısındaki Swahili ülkesinin en önemli ticaret merkezi olan Kilwa'nın sultanı Ebu'l-Mevahib’in huzuruna kabul edilir(1). Sultan’ın tahtı altın kaplamadır. Battuta, saraydaki tuvaletlerin bile altın kaplama olduğunu hayretle not eder. Ancak ona göre daha şaşırtıcı olan, halkın Sultan’ı "Allah'ın yeryüzündeki gölgesi" olarak görmesidir.
[O dönem Kilwa, Zimbabwe'den gelen altın ticaretinin ana merkezi durumundadır ve Portekizliler tarafından "Afrika'nın El Dorado'su" olarak adlandırılır. Tuvaletlerin bile altınla kaplı olması bu bolluktan kaynaklanıyor olmalı. Battuta, cami çıkışında bir dilencinin giysi dilenmesi üzerine Sultan’ın kendi kıyafetlerini çıkarıp hediye ettiğini de belirtir notlarında. Sultan, Battuta Kilwa’dan ayrılırken ona da cömert davranır, ona 10 köle ve ancak 2 filin taşıyabileceği kadar hediye verir.]

İlhanlılar
Battuta, Arap tüccarların gemisiyle önce Umman'a geçer, oradan da fırtınalı bir yolculuk sonrası İran'ın Hürmüz Limanı’na varır. Burada çökmekte olan İlhanlı İmparatorluğu karşılar onu. Bir zamanlar "Doğu'nun İskenderiye'si" denen bu önemli liman, siyasi kargaşa yüzünden terk edilmiştir: "Gemiler paslanmış, pazarlar boşalmıştı. Sanki deniz bile bu hüznü taşıyordu."
Yezd ve Şiraz üzerinden İran içlerine ilerler. Yol boyunca Moğol istilasının acı izlerine tanık olur; surların dışında "sadece çöl ve mezarlık" olduğunu yazar.
Şiraz'da Sufi şeyhi Kutbeddin Şirazi'nin türbesini ziyaret eder. Böylece İskenderiye'de Şeyh Burhaneddin'den aldığı "selam iletme" görevini yerine getirmiş olur.
Sonra İlhanlı hükümdarı Ebu Said Han'ın Sultaniye’deki sarayına konuk olur. Burada Altın Orda(3) elçileriyle tanışır ve onların Anadolu'ya giden kervanına katılmaya karar verir.
Battuta, Tebriz'in "altın pazarları ve mozaikli camilerini" övse de, Moğol ihtişamının içten çürümüşlüğünü fark etmiştir: "Altın tahtın üzerinde oturan adamın gözleri korkuyla doluydu. Söylentilere göre, kendi vezirleri onu zehirleyecekti."
Bağdat'a vardığındaysa gördüğü yıkım daha vahşidir: "Hülagü'nün orduları bu şehri mezara çevirmişti. Dicle'nin suları bile matem akıyordu. İmam-ı Azam Türbesi'nde gördüğüm yaşlı kadın, 'Evladım, taşların feryadını duymuyor musun?' diye ağlıyordu."
Kerkük yolundaki Haşhaşin tehdidiyse başka bir tehlikedir: "Geceleri kılıçlarımızı yastık edindik. Bir sabah, kervandaki tüccardan biri hançerini çektiğinde, onu öldürmek zorunda kaldık. Ölürken 'Sinan bana cenneti vaat etti!' diye gülüyordu."(4)
Battuta, sonrasında Akdeniz kıyısındaki Lazkiye şehrine varır ve buradan kalkan bir gemiyle Alaiye’ye (Alanya) hareket eder. Seyahatinin sonraki 4-5 ayı Anadolu’da geçecektir.
Battuta, kendisinden yarım yüzyıl önce yaşamış olan Marco Polo da dahil olmak üzere, çağdaşı diğer gezginlerin tamamından daha fazla ülkede bulunmuş, yaklaşık 120.000 km katettiği ve 29 yıl süren seyahatinde, karşılaştığı yaşam tarzlarını, kültürleri, mutfakları, hükümdarları ve alimleri titiz bir şekilde belgelemiştir. Ortaçağ’da en geniş coğrafyayı betimlemiş olan seyyah Battuta’dır demek abartı olmaz; bu yüzden de “Seyyahların Şeyhi” olarak anılır.
Haftaya Anadolu ile devam edelim …

- Nezir; "Allah'a şükür veya dilek için kişinin kendine zorluk yüklemesi" anlamına gelir. Benzer uygulamalar, Hindistan'daki Hindu ve Sufi geleneklerinde de görülür (örneğin tapınaklara sürünerek gitme).
- Kitle iletişim araçlarının henüz var olmadığı bir çağda, seyyahlar uzak topluluklar arasında vazgeçilmez birer köprü görevi görmüştür. Yanlarında sadece mal değil, aynı zamanda paha biçilmez haberler, hikayeler ve bilgiler de taşımışlardır. Yazılı kayıtların sınırlı olduğu ve bilginin çoğunlukla sözlü aktarıldığı bir dönemde, fiziksel olarak mesafeleri aşan ve birinci elden gözlemler toplayan bu bireyler, adeta yürüyen arşiv ve haber kaynakları haline gelmiştir. Bu yüzden seyyahların gittikleri yerlerde misafirperverlikle karşılanması, hele biraz önemli kişilerse, hükümdarlar tarafından kabul edilmesi, doğal bir olaydır o dönem için.
- Altın Orda Devleti, 13. yüzyılın başlarında Cengiz Han'ın torunu Batu Han tarafından kurulan büyük bir Türk-Moğol hanlığıdır. Moğol İmparatorluğu'nun bir alt bölümü olarak ortaya çıkmış, ancak 14. yüzyılın başlarında bağımsız bir devlet haline gelmiştir. Başkenti Saray Berke olan bu devlet , Rusya'nın güney bölgeleri, Ukrayna, Kazakistan ve Doğu Avrupa'nın büyük bir kısmını kapsayan geniş bir coğrafyaya hükmetmiştir.
- Alamut Kalesi'ndeki ünlü Haşhaşin lideri Reşidüddin Sinan; Hasan Sabbah’tan sonraki Haşhaşin lideri.