ZORBA

Zorba, Yunan yazar Nikos Kazancakis’in ilk kez 1946’da yayınladığı romandır. Özgün adı da Alexis Zorbas olan bu romanın filmi, İngiltere - ABD ortak yapımı olarak 1964’te başrolünde ünlü oyuncu Anthony Quinn oynadığı halde çekildi.

Bizde “zorba” sözcüğü daha ziyade buyurganlık, otoriterlik, hegemonik bir zorlama tarzıyla kullanılarak bu Kazancakis romanının içeriğinden ayrılsa da biz “zorba”yı Türkiye’nin yeni sosyolojik, hatta sosyo-ekonomik katmanlaştırmada edindiği bir ara-kültür itibarıyla; lümpen bir kültürel iklim çerçevesinde kullanacağız.

Zorbalık artık Türkiye’nin her yerini kasıp kavuruyor. Son 6 yılda, 68.375 sağlık personeli şiddet mağduru oldu. Son 3 yılda, 431 sağlık personeli intihar etti. Son 5 yılda 4.583 hekim ülkeden ayrıldı. Son 1,5 yılda 8000 hekim görevinden istifa etti.

“Giderlerse gitsinler… Biz yeni mezun hekimlerimizle devam ederiz” demek, sorunun boyut ve ölçütlerini anlamamak demektir. Tıpta her meslekte olduğu gibi deneyim, olgunlaşma, müktesebata hakim olma, yaşamsal düzeyde önemlidir. Yoksa siz, niçin, “Çıraklık dönemimiz bitti, kalfalık dönemimizi de tamamladık, şimdi ustalık dönemimizde sizlerden oy istiyoruz” diyorsunuz! Çünkü deneyim, kıdem ve meseleleri kavrayış, senelerle kaimdir.

Ya kadınlarımız…

Türkiye’nin, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmasının ardından 302 kadın öldürüldü. 254 kadın, şüpheli olarak ölü bulundu.

2009 yılında Adalet Bakanlığı’na verilen bir soru önergesine yanıtta; 2002 yılında 66, 2003’te 88, 2004’te 128, 2005’te 317, 2006’da 663, 2007’de 1001, 2008’de 806 kadın öldürülmüştür.

2002 sonrasında toplumsal hayatta, birlikte var olma ve yaşama yerine “zorba”lığın nasıl başrole geçtiğini görebiliyoruz.

Türkiye’de toplumsal şizofreni ve travmanın, giderek artan ekonomik zorlukların, zorlaşan hayat koşullarının da etkisiyle bir ivme ve trend halinde hayatımıza bir kabus gibi çöktüğünü görebiliyoruz. (Bunun sebep ve analizleri çok uzun bir makale konusu olabilir, olmalıdır da.) Şimdilik biz burada, kaybolan bir orta sınıf üzerinde duracağız.

Bir topluluk ya da toplumda orta sınıf, Aristoteles’ten bu yana bir denge unsurudur. Demokratik nizamın ve iklimin olmazsa olmaz bir direğidir.

Türkiye’de de hep böyle oldu. Orta sınıf edindiği kent kültürüyle, kurallara uymanın, hukuk devleti nosyonunu edinmenin, zarafetin, nezaketin, demokrasinin faziletine inanmanın lokomotifi oldu.

O orta sınıf, muhafazakâr kültürel mecralara da saygısını eksik etmeden, modernite ve bilimsel zihin dünyasına bağlılığın, seküler kodların günlük hayat içinde kapsadığı ehemmiyetin sürükleyici odağı oldu.

Bugün o orta sınıf, bir miktar kültürel kaynaklı ama 4’te 3’ü de yerli ve milli olan bir enflasyon dalgasıyla tüm kazanımlarını kaybediyor. (Muhtemelen bu enflasyonist dalganın boyu çok uzun olacak.)

Aşağı katmanlara doğru inen bu orta sınıf, kentliliğini çok uzun bir tarihsel arka plana dayandıramadığından ve tutunabileceği bir kent soylu kültürü (burjuva sınıfının oluşturduğu rafine bir kültür modeli) de olmadığından ne sermayeye ne de emek dünyasına ait olmayan, bir referans sistemine bağlı kalmayan ara ve karanlık bir boşluğa doğru yalpalamaktadır.

Bu alan, kaybettiklerine karşı öfke ve nefret dolu bir dünyadır.

Bu alan, zorbalıktan medet uman bir dünyadır.

Bu alan, eril değerlerin dominant olduğu bir dünyadır.

Bu alan; diyalog, çoğulculuk ve müzakerenin olmadığı bir dünyadır.

Bu sebeple zaten bir din adamı cuma hutbesinde, “Dövmez misiniz, sövmez misiniz, öldürmez misiniz?!” diyebiliyor.

Bu söylem ve dilin, Allah’ın evinde neşv-ü neva bulması, toplumun, eski tabirle söylersek akl-ı selim muvazenesini kaybetmek üzere olduğunu göstermektedir.

Din, asla öfke ve nefretin, kin duygularının referansı olmamalı, zorbalık mecrasına bulaşmamalı.

Sayın Cumhurbaşkanının da geçen günlerde adını saygıyla zikrettiği Nurettin Topçu, “Ahlak Nizamı” eserinde şöyle diyor: “İslam dünyasında asırlardan beri ilme dinsizlik, medeniyete gavurluk ve insanlık düşüncesine ihanet diyen çürümüş bir zihniyet hakim olmuştur.

Ruhlara gıda vermek yerine bir takım hukuk ve hareket kaidelerini anlatıp duruyorlar… Ama gençlerin boş ruhlarını dolduramıyorlar…” (N. Topçu, “Ahlak Nizamı”, Aktaran; Nurettin Küçük)

Hem köylerde hem de şehirlerde yaşayan insanların kin, nefret ve garazkârlık hisleriyle dolu olduklarını söyleyen Topçu, bunun en büyük müsebbibinin de din adamları olduğunu söylüyor. Ona göre, din adamları vazifelerini istenildiği tarzda yerine getirdiği gün, zabıta kuvvetlerine lüzum kalmadan toplumda huzur, sûkunet ve barış hakim olacaktır.

Ekonomik ve sınıfsal yer değiştirmeye, kin ve dini harmanlayarak kendi retorik dünyalarında harmanlayan bu ilahiyat iklimi, sadece toplumsal alt-üst oluşlar yaratır. Ortalıkta kalan sadece anomi olur.

Yine Zorba romanı ve filmine dönersek, Aleksis Zorbas’ın ağzından şu cümleler, adeta toplumda boy gösterecek yeni figürlerin zihin dünyasının ipuçlarını verecek tarzdadır:

“Hiçbir şey ummuyorum… Hiçbir şeyden korkmuyorum… Üzgünüm…”

Önceki ve Sonraki Yazılar
Mithat Baydur Arşivi