Ayşe Naz Hazal Sezen

Ayşe Naz Hazal Sezen

Aşka kaygı gerek

Potansiyel partnerlerin bir menüden seçim yapar gibi seçilebilmesi, birkaç tık ardından ilişkinin başlatılabilmesi ve aynı hızla sonlandırılabilmesi ilişki derinliğini ve karmaşıklığını alaşağı ederek anlık zevkleri iktidara getirir. Derinleşemeyen aşk, kaygıdan uzak ve tatmin odaklı beklentileri karşılayan şey’e dönüşürken, aşkta Ben’in yansımasını barındıran Öteki’nin anlaşılmasının ve kabulünün önüne geçer. Geriye kırılgan ve hızlı tüketim aşk menüleri kalır; fast-love.

İlişki kurmaya başladıkça karşımızdakinin sevgisini kaybetmeye dair artan kaygıyla baş etmek durumunda kalmamak için ilişkiye dair fedakarlıklardan, tavizlerden ve koşulsuz sevgiden de ekseriyetle kaçınıyoruz. Bağ kur(a)madıkça kişisel gelişim endüstrisinin, tavsiye kültürünün ve algoritma önerilerinin müdavimlerine dönüşüyoruz.

İnternette her şeyin alternatifinin bulabileceğimizi söyleyen tüketim kültürü, aynı şekilde herkesin de alternatifinin bulunabileceğini tekrar ederek, aşk için zaman ve sabır harcamaya gerek olmadığını vurguluyor.

Günümüzün popüler medyası, kaygısız toplum hayalinin gerçekleşmesi için her gün yeni ilaçlar, rahatlama teknikleri veya alternatif rota önerileriyle sunum yaparak, kaygının huzursuzluğunu gidermek adına davranışlarda yapılacak değişiklikleri önerir. Halbuki, psikanalizin perspektifinden kaygı öznenin bilinçdışıyla ilişkilidir ve davranışlardaki basit değişikliklerle kaygı ortadan kaybolmaz; bir süreliğine yatıştırılabilir.

Nesnesiz korku

Kaygıyı nesnesiz korkma hali olarak düşünebiliriz. Duyularımız dahil olduğu, görebildiğimiz ya da dokunabildiğimiz nesne ya da durum olarak algıladığımızdan, dille ifade edilebilir olandan korkarız. Karanlıktan, örümceklerden, depremden korkabiliriz. Ancak söz konusu kaygı olduğunda, kaygıyı doğuran şeyin belirsizliği onun dile aktarılmasını da zorlaştırır. Freud başlangıçta kaygının gerçekte bulunan bir tehlikeye karşı olduğundan bahsetse de “Tutukluluk, Semptom ve Kaygı” eserinde kaygının tehlike beklentisiyle alakalı olduğuna değinir. Diğer bir yandan, Freud gerçekçi kaygı ve nevrotik kaygı arasındaki ayrımında; gerçekçi kaygının bilinen bir tehlike ile nevrotik kaygının bilinmeyen bir tehlikeyle ilişkili olduğundan bahseder. Bilinmeyen tehlikenin ise nesnesiz bir korku değil, var olan bir nesnenin kaybolma tehlikesine verilen tepki olduğunun ayırdına varabiliriz.

Sevgi ve aşk ilişkilerinde bulunan başlıca kaygı, karşıdakinin sevgisini kaybetmektir. Bebeğin bakım verenini kaybetme kaygısı ilk travmatik yaşantılardan biridir. Yaşamın başında edinilen bu deneyim, gelecekteki sevgi ilişkilerinin ilk örüntüsünü oluşturabilir. İlişkilere başlarken ekseriyetle hissedilen kaygı, ötekinin sevgisi kaybetmektir. Bir nesne vardır ve artık onu kaybetme tehlikesi de mevcuttur. Âşık olma hissinin yanında beliren bu kaygının yoğunluğu, kimi zaman âşık olduğumuz Ötekiyle deneyimlenebilecek yaşantıların gerçekleşmeden sonlanmasına neden olabilir.

Kaygıyı yok et!

Günümüz kültürü, kaygının ortadan kaldırılmasını yahut en asgari düzeye çekilmesi gerektiğini kimi vakit alenen kimi vakit örtük biçimde tembihliyor. Bilhassa, kişisel gelişim endüstrisi romantik ilişkilerin ve aşkın yarattığın kaygının, kendi seçimlerimize bağlı olduğunu dayatırken, aşk kaygısına karşı tavsiyeler medyanın birçok kanalıyla zihnimize doluyor. Aşk’ın tanımını asırlardır yapmanın zorluğu bakiyken, internet aşk hakkında kaygılarımızı yatıştırmak için envai çeşit nasihat barındırıyor. Yapay zekâ modelleri, karşımızdakinin hangi sözlerden hoşlanabileceğini bizden daha iyi öngörüyor; hatta sıradaki en uyumlu aşkımızın kim olabileceğini ölçtüğünü iddia edebiliyor. Zira, bizler de karşımızdakinde derinleşmek yerine algoritmaların tercihlerine mutmain oluyoruz.

Aşkın takdimindeki gibi kalmasını umuyoruz içimizdeki duyguların; heyecanlı, hoşnut ve kaygısız. Oysa, âşık olduğumuz anda öznelliğimizi geçici bir süre başka bir öznede askıya aldığımızdan başlarda kaygılarımız kayboluyor. İlişki kurmaya başladıkça karşımızdakinin sevgisini kaybetmeye dair artan kaygıyla baş etmek durumunda kalmamak için ilişkiye dair fedakarlıklardan, tavizlerden ve koşulsuz sevgiden de ekseriyetle kaçınıyoruz. Bağ kur(a)madıkça kişisel gelişim endüstrisinin, tavsiye kültürünün ve algoritma önerilerinin müdavimlerine dönüşüyoruz.

Aşk, ekseriya bir tüketim nesnesi

Zamanla, aşk diye aranılan şey, heyecanla karıştırılmaya başlıyor. İçinde kaygı emaresi barındırmayan, sıkılmaya yer olmayan, rahatsızlık vermeyecek ve hayal kırıklığı barındırmayacak ilişki talebi artıyor. Sönmeyen heyecan arayışı ve kaygıdan kaçış, aslında ilişki kurulmasına ve sevginin derinleşmesine imkân tanımıyor. İnternette her şeyin alternatifinin bulabileceğimizi söyleyen tüketim kültürü, aynı şekilde herkesin de alternatifinin bulunabileceğini tekrar ederek, aşk için zaman ve sabır harcamaya gerek olmadığını vurguluyor. Artık, insanların birbirlerine bağları da duygusal tüketim ürününe dönüşmüş durumda. Zira aşkın tüketilmesi, ilişkileri de birer tüketim nesnesi olarak algılanmasına yol açıyor.

Hızlı tüketim talep eden bu çağın modern aşk tanımının karşısına koyacağımız aşka geleneksel aşk dersek, modern aşk kaygıdan uzak tatmin arayışındayken, geleneksel aşk uzun süreli bağlılık, fedakârlık ve sabır isteğinde. Bu istek ne tüketim çağının isteklerine uyuyor ne de bağ kurduktan sonra kaybetme tehlikesinin karşısında doğacak olan kaygının varlığına.

Fast-love

Kapitalizm tarafından kısmen ahlaki ve normatif zincirlerinden kurtulan aşk, yine kapitalizm tarafından ekonomiye, tüketime, hıza tabi kılınmakta ve aşıkların yapacakları aktiviteler dahi çağın gösterge pratiklerine göre şekillenmektedir. Potansiyel partnerlerin bir menüden seçim yapar gibi seçilebilmesi, birkaç tık ardından ilişkinin başlatılabilmesi ve aynı hızla sonlandırılabilmesi ilişki derinliğini ve karmaşıklığını alaşağı ederek anlık zevkleri iktidara getirir. Derinleşemeyen aşk, kaygıdan uzak ve tatmin odaklı beklentileri karşılayan şey’e dönüşürken, aşkta Ben’in yansımasını barındıran Öteki’nin anlaşılmasının ve kabulünün önüne geçer. Geriye kırılgan ve hızlı tüketim aşk menüleri kalır; fast-love.

Aşk, her ne kadar sevilenin özüyle ilişkili görünse de, başlangıçta insanın kendi kendisine hitap eder. Kişi esasında sevilenle değil, âşık olma hissini oluşturan kendi arzuları, fantezileri ve narsisizmiyle faaldir. Öteki, aşığa kendinde olmayan bir şeyi sunduğundan aşık tamamlanmış hisseder. Yani, aşığa sunulan şey daima kendi eksikliğidir. Yüzü birlikten bir’liğe döndürülmüş çağımızın, kendi bilinçli seçimlerini yapabilen, akılcı ve özerk (!) öznesi ise eksiğinin Öteki’de yansıması gerçeğini sindirmekte güçlük çekiyor olabilir. Hâlbuki, ötekinin yansıması kaybolduğunda, özne de kendini keşfedemeyecektir…

Kaygı en başından beri orada

Aşkı hızlı tüketim ürünü gibi yaşamak, salt karşımızdakiyle derin ve anlamları bağ kurmanın önüne geçmez, kendi ben’liğimizi ve kimliğimizin keşfini zorlaştırır. Kaygıdan kaçmak adına bir ilişkiden diğer ilişkiye atlamak daha az endişe, hayal kırıklığı ya da acı sağlamıyor; aksine ayrışmayı ve duygusal büyümeyi zorlaştırıyor.

Çağın vaadi ve tavsiyesi olarak kaygıyı ortadan kaldırmak ya da en azından asgari olana çekmek mümkün değil. Kaygı, içimizde sevilen bir Öteki’nin varlığıyla birlikte doğduğumuz andan beri orada: dünyanın tüm uyaranlarına yetişmeye çalışırken, bakım verenimizden ayrışırken, ergenliğe girerken, âşık olurken… Tüketim, içimizdeki kaygıyı bastırabilmek için sunulan cazip bir menfez olsa da, anlamlı ilişkiler ve hakiki bağlar emniyetli bir höyük olacaktır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ayşe Naz Hazal Sezen Arşivi