Ayşe Naz Hazal Sezen

Ayşe Naz Hazal Sezen

Yaşını Unutmuş Teyze

… bu günaha hepimiz ortağız. Zira, unutuyoruz. Adı deprem olan bir doğa olayını değil, açgözlülüğümüzü sürdüğümüzü, yeryüzünü kurtçuklar gibi yavaş yavaş çürüttüğümüzü ve felaketleri doğanın getirmediğini, onunla uyum içinde hareket etmeyen insanlığın getirdiğini aklımızdan çıkarıyoruz. Kendi sorumluluklarımızı mümkünse Tanrının takdirine, tabiatın işleyişine; kısaca kendimizi sorgulatmayacak ne imkân varsa ona yüklüyoruz.

Depremzede bir aileyi ziyaret etmek için yürürken moloz yığınlarının arasında karşılaştık yaşını unutmuş teyzeyle. “Yardıma mı geldiniz, kızım.” Adı yardım olan eylemler bütünü için oradaydık da yapmaya çalıştığımız yardımdan ziyade dayanışmanın bir parçası olmalıydı. Kıyametin provası denilen felaketin altından hayır adına yardımlar da oradaydı, dayanışma için gelen yardımlar da. İkisinin arkasındaki motivasyon farklılığıysa politik olarak çizilmiş, kültürel olarak benimsenmiş ‘kader’in açıklaması olabilir miydi? Muhtemelen. Zihnim bağış ve seferberlik arasındaki ayrımı tartışırken, yaşını unutmuş teyzenin sorusunu basit bir evet ile cevapladım. Aklımda adını koyduğum yahut koyamadığım düşünceler ve duygularla kaynayan kazanın basıncını aynı evet cevabını yineleyerek azaltmayı denedim.

Mesleğimi öğrenince, biliyorum ben sizi, insanlarla konuşuyorsunuz, diyerek beni sohbetine davet ettim. Adımlarım, ağır ağır yürüyerek koluma giren teyzeye eşlik ederken iç ve dış çatışmalarımın arkada bırakılması gereken andaydım. Gideceği yere kadar eşlik etmeyi umduğum yolculuğumuza dualarıyla başladı: Yaradan size yaşatmasın, görmeyin böyle acıyı. Kendi kayıpları ve yıkımlarını anlatmasının ardından tekrar etti duasını: Biz yaşadık, daha Ümmet-i Muhammed yaşamasın. Kolumda dualarıyla yürüyen yaşını unutmuş bir teyze, dik kalmayı başaramamış binalar iki tarafımızda, yanından geçtiğimiz çadırlara selam vererek ilerliyoruz ve o ihtiyaçlarını söylemek yerine sırf yardıma geldiğimiz için dualarına bizi ekliyordu. Kalbini dağlayan acıya rağmen hangi görüşün hoşgörüsüydü bu, hangi kuramın emsali, hangi ideolojinin temsili? Yaşını unutmuş teyze, çoğumuzun unuttuğu, kalanımızın unutayazdığı bilgeliğin taşıyıcısıydı. Teyze birimiz incindiğinde tüm insanlığın incindiğinin farkındaydı, kendi yası, öfkesi bir yana tüm insanlığı aynı kederden korumak isteyen duaları vardı.



Kendisinin, çocuklarının veya torunlarının bir gereksinimi olup olmadığını öğrenmeye çalışırken bir ihtiyacını olmadığını, zira bunun da cezanın bir parçası olduğunu, öğrenmemiz gerektiğini dualarının arasına sıkıştırıverdi. Felaketler karşısında kontrolü yitiren insan, yaşadıklarını anlamlandırmaya çalışırken suçlayacak bir sorumlu bulamayınca inandığı en yüksek otoriteye sığınıyor. Kendisi için cenneti vaat eden otoritenin yıkım getirme fikriyse ya cezadan ya da sınava tabii olmakla akla uydurulabiliyor. İnsan deneyimlemek zorunda kaldığı acılara, yıkımlara, kıyımlara bir sorumlu bulamayınca en sonunda kendini suçlayıveriyor. Deprem gibi önce insanın yere basan güvenli zeminini parçalayan, ardından derununda sakladığı çatlamış kolonları ve sağlam atılmamış temelleri göz önüne çıkaran felaketlerde mesullerin ortadan kaybolmasıyla yaratıcısına sığınan insana başına gelenler karşısında kendinden başka suçlu bırakmıyor. Sevgisini koşullu almaya alış(tırıl)mış çocuğun ihtiyaçları karşılanmadığında “ben yeterince iyi olmadığından sevilmiyorum” çarpıtmasını kendi yetersizliğinin özü olarak kabullenmesine benzeyen bir ilişki.

Yaşını unutmuş teyzenin cezalandırılmaktan ne kastettiğini soruyorum, manası zor gelen bir gerçekliğin içindekilerin iç dünyalarını idrak etmeye çalışıyorum. Hepimizin tecrübeleriyle öğrendiklerine bağlı önyargılar zihnimde dolaşırken kulaklarımda uzun bir müddet yankılanacak monolog başlıyor; önce dua sonra hikâye.
“Bak!” ilerdeki kaybolmuş, geriye sadece enkaz yığını kalmış merkezi işaret ediyor. “Yaradan size bunu yaşatmasın, kimseye yaşamasın. Böylesi görülmesin bir daha. İstanbul’dan gelmişsiniz bize. Orada da olacakmış, Yaradan göstermesin size, kimseye…



Yetmedi, kızım bize küçük evlerimiz. Yaptılar, büyük büyük binaları. Doymadı insanlar. Biz iki çaputtan birini giyer, diğerini yıkar. Sonra değiştirir yıkadığımızı giyerdik. Kafiydi. Bilahare daha entari aldılar. Yüklükte dururdu öyle. Gitti işte hepsi. Bir tek bu üstümdeki entari kaldı. Gitti işte o büyük büyük binalar. Canlar gitti. Nitekim her şeyi daha çok istemeselerdi, yetseydi sahip olduklarımız, yitip gitmezdi onca insan. Gitmezdi, evlatlarım… Doymadı insanlar, yetinmediler, daha çok istediler. Yaradan hatırlattı hepimize elimizdekiyle yetinmemiz gerektiğini. Öğrenmemiz için bir sürü masumumuz gitti.”

Kısa kısa cümlelerin arasında sıkıştı nefesim. Evvel Nuh Tufan’ından bildiğimiz cezalandırılma mitinin önyargısında boğulmuş, ardından dünyayı anlamak için eğitimin değil doğayla insanın ilişkisine bakmanın bilgeliğin kendisi olduğunu hatırlamış, hatırlamanın ve neden unutturulduğunu/unuttuğumuzun fark etmenin ağırlığı altında kalmıştım. Yaşını unutmuş teyzenin eğitim hikayesinde ilkokuldan ötesi yoktu. Köyünden çıkamamıştı. Köyden çıkanları dinlemiş, nasıl değiştiklerini izlemiş, topraktan nasıl koptuklarına anlam verememiş ve kendi merceğinden dünyaya mana katmış dünyanın anlamını keşfetmişti. Bizlerse hala geçmiş hatalarımızın içinde yaşadığımızı biliyor, işlediğimiz kabahatleri düzeltmek bir yana dursun ısrarla ihmallere devam ediyoruz. Gündelik hayatımızda ölüm gerçeğini bastırmamız gibi bu hakikati de bir felaket yaşanana kadar unutuyoruz.

Hülasa, yaşını unutmuş teyze haklıydı. Cezalandırıldığımız konusunda değil, doymadığımız hususunda. Kurtçuklar gibi içten içe yiyip çürüttüğümüz dünya karşımızda yıkılıyordu. Doğayla işbirliği içinde inşa edilen yuvalar değil, açgözlülüğün gölgesinde, yetinmeyerek daha çok pay almaya çalışanların imzalarında kurulmuş hayatlar yıkılıyordu. Yıkılmış yapıların günahkarlarının bedelini çivi çakmaktan aciz ruhlar ödüyordu.

Şimdilerde bu günaha hepimiz ortağız. Zira, unutuyoruz. Adı deprem olan bir doğa olayını değil, açgözlülüğümüzü sürdüğümüzü, yeryüzünü kurtçuklar gibi yavaş yavaş çürüttüğümüzü ve felaketleri doğanın getirmediğini, onunla uyum içinde hareket etmeyen insanlığın getirdiğini aklımızdan çıkarıyoruz. Kendi sorumluluklarımızı mümkünse kısaca kendimizi sorgulatmayacak ne imkân varsa ona yüklüyoruz.

“Ahretliğime geldik, kızım.” cümlesiyle zihnimdeki harpten gerçekliğe davet alıyorum.

-Teyze, sen kaç yaşındaydın?

-Bilmem, unuttum. Anamdan doğduğum zamandanım.

Ahretliğine doğru yürüyüşümüzün ardından yanından ayrılırken çengelli iğne ile kapattığı cebinden nüfusunu çıkarıyor. Karşımda asırlık çınar varmış. Koca bir asrı kucaklamaya hazırmış. Yaşını öğrenmek istemiyor; zaten unuturmuş. Giderken sesleniyor:

-Kızım, varsa bana bir çamaşır deterjanı getirsen, yeter. Üstümdekileri yıkayayım.

-Nasıl bulacağım seni, teyze?

-Geldiğimiz yolu yürü, sonunda bulursun.

Buldum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ayşe Naz Hazal Sezen Arşivi