Ayşe Naz Hazal Sezen

Ayşe Naz Hazal Sezen

Kadının Özgürlüğü Erkeğin de Özgürlüğüdür

Kendini gücün sembolü haline dönüştüren erkek ise toplumsal cinsiyet normları arasında kendi duygusal ifade özgürlüğünü kısıtladığının, bağ kurma becerisine ket vurduğunun ve içinde adını koyamadığı boşluklar doğurduğunun farkına yeni yeni varmaktadır. Zira kadının inşa edilmiş sosyal normları yıkarak kamusal alanda sahneye çıkmasıyla birlikte gelen özgürlük, erkeğin de özgürlüğüdür.

 

 

Ataerkil görüşün kuşatması, Kutsal Ana Tanrıça’yı yok ederken, kadının adını silerken, birliği bir’lere parçalarken sadece müstemlekeci toplumsal yapılarının doğurmaz ya da kadının toplumdaki statüsünü alaşağı etmez; erkeğin de zihinsel, duygusal veya ekonomik özgürlüğü ve eşitliği kaybolur. Patriarkal normlar altında, erkekler de kendi benliklerini ifade etme, duygularını paylaşma ve toplumun beklentilerine uyum sağlama hususunda tarih boyunca kendilerini de zorlu bir yolculuğa sürüklerler.

(Devam ediyor...)

            Elinin Hamuru

Toplumsal cinsiyet rolleri bireylerin nasıl davranmaları hakkında belirli beklentilerle şekillenirken, kadının toplumsal rolleri ataerkil baskılar neticesinde anne ve eş rollerine kadar indirgenir ve zamanla kadının adı kamusal alandan silinir. Kadın, elinin hamuruyla erkeğin işine karıştırılmaz ki kadının yeri belli olsun. Pederşahi baskı, kadının özelliklerini zayıflattıkça ve özgürlüğünü kısıtladıkça erkekliğin güç ve kontrol sembolü olarak görülmesini sağla(dığını sana)r. Erkek ancak kadının adı ortadan kaybolunca otoritedir; yaptırma, yasak etme, emretme, itaat ettirme böylece onun elindedir.

Kendini gücün sembolü haline dönüştüren erkek ise toplumsal cinsiyet normları arasında kendi duygusal ifade özgürlüğünü kısıtladığının, bağ kurma becerisine ket vurduğunun ve içinde adını koyamadığı boşluklar doğurduğunun farkına yeni yeni varmaktır. Zira kadının inşa edilmiş sosyal normları yıkarak kamusal alanda sahneye çıkmasıyla birlikte gelen özgürlük, erkeğin de özgürlüğüdür.

Üstün erkeklik

Toplumda kadının bastırılması, erkeklerinin omzuna üstün erkeklik ve maskülen rolleri bindirir. Bir oğlan büyürken, ondan “gerçek erkek” olması beklenir. Kadınlar ağlıyorsa, erkekler ağlamayacaktır; kadınların elinde hamur varsa, erkeğin elinde iş olacaktır; bir iş yapılıyorsa adam gibi yapılacak, kadınsı olmayacaktır! Ananelere uygun olarak, erkeklik gücün, bağımsızlığın ve duygusuzluğun bir göstergesidir ve gerçek erkeğin hiçbir davranışı kadın gibi olmamalıdır(!) Ancak, kadının adını silen pederşahi görüşün yarattığı erkeklik ideali ekseriyetle gerçeklikle örtüşmez. Gerçek duygudur; güçlülük ya da zayıflık değil. Gerçek insandır; kadın ya da erkek değil. Gerçek sevgidir; cinsiyetler arası değil varlıklar arasıdır…

Toplumsal normların içinde her vakit güçlü olmak zorunda olduğunu öğrenen, göz yaşlarını zayıflık belleyen ve duygularını dışsallaştıran insan -sırf insan olduğundan- bunları yapamadığında yetersizlik ve başarısızlık hissi peydah olur. Bu üstün erkeklik ve maskülen rol baskısı yüzünden doğan yetersizlik ve başarısızlık hissini, acılarını, yaşadığı stresi veya kaygılarını paylaşamayan erkek, şiddeti kendini ifade aracı olarak seçebilir. Zira çoğu öğrenmemiştir duyguların nasıl ifade edilebileceğini, nasıl bağ kurulabileceğini ya da nasıl empati yapılabileceğini. Kadınının ifade özgürlüğünü baskıladıkça kendi duygusal ifade bağımsızlığına duyduğu ihtiyacın arttığını fark etmekte zorlanır erkek; zira atasının normlarına itaatsizlik onu üstün erkek olmaktan alıkoyar. Bir de kendi iç dünyasına erişmekten…

Kim’liksizleşme

Erkeğin adını en yukarı, göklere taşımaya niyetlenen ağababalar, anaları ifadesizleştirdiklerinde aslında kendi kimliklerini de kaybederler. Bireyin otantikliğini kadın ve erkek rolleriyle sınırladıklarından, deneyimlerle bezendikçe derinleşecek, derinleştikçe tanımlanacak benliğe yer kalmaz. Kim olduğu bilmeyen ben, normlar her ne derse ona itaat eder. Derinleş(e)mediği iç dünyasının ihtiyaçlarını algılamakta zorlanır. Öğrendiği erkeklik tanımlarıyla derunundaki duyguların muharebesi, adını koyamadığı içsel boşluklar açar. Duygusal ifade eksikliği, ilişkilerde derinlik ve samimiyet noksanlığına da neden olunca yalnızlık ve yabancılaşma ortaya çıkar. Birbirine, içinde bulunduğu ortama veya zamana yabancılaşmış; dayatılan rolleri oynamakla meşgul, kendi düşüncesi meçhul insanlar dolanır etrafta.

Çoğu öğretileri değil kendini sorgular. Neden başarı ve güçlülüğün idealleştirildiğini değil, kendinin niye bu ideallere uymadığını araştırır. Öfke, hırs veya şiddet gibi duygular dışında bir duyguya yer açmayan, içine doğduğu bu düzenin ezeli olduğunu sanır, ebedi olacağına inanır. İçinde sıkıştığı rollerin karşısında kendi acizliğini bastırmak istedikçe hiddeti yükselir. Yıkılmaz ve değişmez zannettiği karşısında, otantik benliğinden parçalar gösterirse dışlanmaktan ya da ötekileşmekten korktuğundan dışarıya yöneltemediği tüm öfkesini ya kendine ya da kendinden aşağı gördüğü herkese ve her şeye yöneltir. Adam (!), hakimiyet yarattığını sanırken harabelerle dolu bir ömür yığılır önüne; binlerce yıldır bitmeyen muharebelerin, sesi dinmeyen mühimmatların, göğü delip geçen alev toplarının arkalarında bıraktıkları enkazlar gibi.

Kimsenin adı yok

Tarihin akışında kadının adını silmek, erkeğin de adını silmektir. Erkeğin duygusal özgürlüğünü elinden almak, sesini kısmak, onu toplumsal baskı altında ezmek, yalnızlığa itmek, duygularını yaşadığı için suçlu hissettirmek, benimsemediği rollere sıkıştırmak ve erkin boyunduruğu altında bırakmaktır. Patriarkal bakış açısı sadece kadını baskılamaz; farklı olanı, otantik olanı, biat etmeyeni, soru soranı, hak arayanı, sesi çıkanı ya da çarka çomak sokanı kadın yahut erkek demeden bastırır. Hülasa, kadının adını silen görüş devrimin, devinimin, dönüşümün, sulhun, sükûnetin ve insanlığın adını silen görüştür.

 

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ayşe Naz Hazal Sezen Arşivi