Maşallah! Hepimiz her şeyi biliyoruz.

Sokrates’in ünlü sözünü hatırlayalım. “Eğer tek bir şey biliyorsam, o da hiçbir şey bilmediğimdir.” Prof. Dr. Ahmet Arslan’ın İlkçağ Felsefe Tarihi serisinin ikinci kitabında çok güzel bir şeklide açıkladığı gibi bu söz “paradoksal, bir hayli ironik, ama aynı ölçüde önemli ve derin bir söz”dür. Sokrates felsefesini insan üzerine kurar. Kendisinden önceki doğa filozoflarının evreni anlama çabalarının yerine, insanı anlama çabasını yerleştirir ve felsefe için yepyeni bir yol açar. Onun akıl yürütmeleri insanın insanı bilme yolculuğudur. Bir anlamda insanın kendisini bilmesini hedefler.

Benim bir takıntım var. Evreni, doğayı, insanı, yaşadıklarımızı ve bize yaşatılanları felsefeyle anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmak. Evet bunun bir takıntı olduğunu kabul ediyorum. Bugüne referans olarak dönüp dönüp Platon’a, Aristoteles’e, Montesquieu’ye ve diğer filozoflara başvurmam, onların fikirlerini alıntılamam bu yüzden. Bunun gereksiz olduğuna, felsefeyle pratik hayatı anlamaya çalışmanın boş bir iş olduğuna inananların sayısı çok maalesef. Maalesef diyorum, çünkü böyle söylemelerinin nedeni zaten inanç kavramının ta kendisi. Çünkü herhangi bir şeye inanıyorsanız sizin için şüphe etmek diye bir şey söz konusu değildir. İnandığınız şeyin doğruluğunu ya da yanlışlığını, iyiliğini ya da kötülüğünü, güzelliğini ya da çirkinliğini sorgulamazsınız. Bir problemin esas nedenini anlamak için düşünsel bir sondaj yapmak yerine dogmalarınıza sarılırsınız. Doğruluğu için herhangi bir deneye, sınamaya, sorgulamaya ihtiyaç duymadığınız bu inançlar, sizin ve eğer etki alanınız büyükse çevrenizdekilerin hayatını şekillendirir. Söylediğiniz sözün ilk argümanı akılcı değilse ve bir inanca dayanıyorsa, onun üzerine yapacağınız akıl yürütmelerin sonucu da (öyleymiş gibi görünüyor olsa da) akılcı olamaz. Çünkü inşa ettiğinizi zannettiğiniz bu binanın temeline koyduğunuz malzeme akıl değildir. Bu uzun girizgâhta bir ton laf etmemin nedeni bugün yaşadığımız problemleri felsefî bir sorgulamayla anlamaya çalışmanın altyapısını kurmaya çalışmak.

“BİLMEK” NE DEMEK?

Hemen hemen herkesin her şeyi bildiğini iddia ettiği bir dünyada, öylesi bir zamanda, bu iddianın çok cömertçe herkes tarafından dile getirildiği bir ülkede yaşıyoruz. O zaman sorgulamaya en temel soruyla başlayalım. “Bilmek” ne demektir? Çok derin epistemolojik çözümlemelere girmeden basit bir cevap verelim. Bilmek, bilgi sahibi olmaktır. Peki “bilgi” ne demektir? İşte bu ikinci soruda işler biraz karışıyor. Büyük bir çoğunluğumuz veri ve malumat kavramlarını bilgiyle karıştırıyoruz. Günümüz dünyasının teknolojik terminolojisiyle bunu açıklayacak olursak… Veriler (data) bilgisayar marifetiyle işlenir ve malumatlara (informations) dönüşür. İşte o malumatlar da insan aklı tarafından işlenir ve insanın işine yarayacak hale getirilir. Buna da bilgi (knowledge) denir. Bu anlamda, bilginin doğruluğu da önce verilerin ve bunlardan kaynaklanan malumatların doğru olmalarına ve doğru bir akıl yürütmeye bağlıdır. Yani bilgi, öyle zannettiğimiz gibi kolayca sahip olabileceğimiz bir şey değildir. Bilgi, bize gelen değil, bizim ürettiğimiz bir şeydir. Bu yüzden de aklı kullanmadan ona sahip olmak mümkün değildir. Akıl devrede olmadığında, oradan buradan duyduğumuz veriler ve malumatlara inanıp büyük bir yanılgıya düşer ve onları bilgi zannederiz. Sonuç olarak bilgi inançtan gelmez. O, verilerin ve malumatların akılla işlendiği bir üretim sürecinin sonucudur.

SOKRATES’İN BİLGELİĞİ

Sokrates’in ünlü sözünü hatırlayalım. “Eğer tek bir şey biliyorsam, o da hiçbir şey bilmediğimdir.” Prof. Dr. Ahmet Arslan’ın İlkçağ Felsefe Tarihi serisinin ikinci kitabında çok güzel bir şeklide açıkladığı gibi bu söz “paradoksal, bir hayli ironik, ama aynı ölçüde önemli ve derin bir söz”dür. Sokrates, felsefesini insan üzerine kurar. Kendisinden önceki doğa filozoflarının evreni anlama çabalarını takdir etmekle birlikte, esas olarak insanı anlamak için çaba harcar ve felsefeye yepyeni bir yol açar. Onun akıl yürütmeleri insanın insanı bilme yolculuğudur. Bir anlamda insanın kendisini bilmesini hedefler.

Öğrencileri Platon ve Ksenophon aynı isimde iki kitap yazmışlardır. Sokrates’in Savunması adlı bu kitaplarda her ikisi de şu hikâyeden bahsederler. Sokrates’in dostu Khairephon bir gün Delphoi’deki Apollon tapınağına gider ve oradaki kâhine sorar: “İnsanlar arasında Sokrates’ten daha bilge biri var mı?” Kâhin “hayır” diye cevap verir. Bunu duyan Sokrates kendisinin bilge olmadığını ve bu kehaneti araştıracağını söyler. Yani Tanrı Apollon’un kâhine söylettiği bu kehanete inanmaz ve kendi aklını kullanarak bunu soruşturmaya başlar. Önce kendisini bilge olarak gösteren, öyle olduğunu iddia eden bir devlet adamına gider. Amacı özü itibariyle yalan söylemesi mümkün olmayan Tanrı’nın düşünüşünü sorgulamaktır. Sonunda da büyük bir çabayla kendisini aydınlatacak şu sonuca varır: “Bilge sayılanlardan birini bulup biliciye (kâhin) gider, sözünü çürütmek, sınamak için şöyle derim: ‘Sen bana insanların en bilgesi diyorsun ama, işte bu adam benden daha bilge.’ Bu adamı iyice bir inceledim; adını söylemeyi gereksemiyorum, ama devlet adamlarımızdan biri, sırası gelince benim üzerimde bıraktığı izlenimi de anlatacağım size. Onunla konuşurken, bu adam birçok kimseden daha bilgeymiş duygusunu uyandırıyor; kendisine de öyle geliyor ama hiç mi hiç bilge gözükmedi bana. O zaman kendinde var olduğunu sandığı bilgeliğin olmadığını ona göstermeyi denedim. İşte bunun için onun, orada beni dinleyenlerin birçoğunun düşmanlığını kazandım. Oradan ayrılırken, kendi kendime diyordum ki ‘Bu adamdan daha bilgeyim. Doğrusu ikimizin de güzel, iyi bir şey bildiğimiz yok belki; ama hiçbir şey bilmezken bildiğini sanıyor, oysa ben bilmiyorsam bildiğimi de sanmıyorum. Öyle sanıyorum ki, ben ondan biraz daha bilgeyim, çünkü bilmediğim bir şeyi biliyor diye geçinmiyorum.’ Ondan sonra başka birine, ilkinden de daha bilge sayılan birine gittim. Orada da aynı kanıya vardım, orada da gene onun ve daha birçoklarının düşmanlığını kazandım.”*

Sokrates’in kendisini bilge sanan kişinin ve ona inanan taraftarlarının düşmanlığını kazanmasının çok net bir açıklaması var. Sorgulama yapıp, hakikati ortaya çıkaranlar sevilmezler. İnsanlar, “doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.”

Sokrates daha sonra sanatçılara (şairler, tragedya yazarları) ve el işçilerine (zanaatkâr) gider. Özellikle zanaatkârlardan umutludur. Çünkü onlar Sokrates’in bilmediği şeyleri de biliyorlardır. Ama yine aynı şeyle karşılaşır… Bilmediği halde bildiğini iddia eden, kendisini biliyormuş gibi gösteren insanlarla. İşte buradan hareketle der ki Apollon benim ismimi bir örnek olarak kullanmıştır ve aslında şunu demek istemiştir: “Ey insanlar! İçinizde en bilge kişi, Sokrates gibi bilgeliğinin gerçekte bir hiç olduğunu bilendir.”

HANGİMİZ NEYİ, NE KADAR BİLİYORUZ?

Sokrates’in bilgelik konusundaki fikirlerinden bu kısa özeti okurken sizin de gözünüzde pek çok insan canlandı değil mi? Eminim yakın çevrenizde “bilmiyorum” diye cevap vermeyi çoktan umutmuş, her şey hakkında fikir beyan eden çok insan vardır. Sokrates de bu insanların çok sayıda olduğunu söylüyor. Hatta itiraf edelim, birçok kez kendimizi de bu konumda görebiliyoruz. Örneğin ben, bir bilge de olmadığım için, zaman zaman kendimi “bilmiyorum” diyemezken ya da bir şeyi yanlış bilip, doğruymuş gibi anlatmaya çalışırken yakalıyorum. İşte o anda kendime “yine büyük bir cehalet içindesin, çünkü kendini bilmiyorsun” diyorum. Tabii bir de kendisindeki bu durumu göremeyen, sahip olduğu gücün aynı zamanda bilmek olduğunu zannedenler var. Akılla değil de inançla hareket edip, akılla kurduğunu zannettiği her argümanın temeline inanç koyanlar var. Ekonomiden hiç ama hiç anlamamasına rağmen “ben ekonomistim” diyen devlet adamları, bu kadarını öngöremedim diyen “yetmez ama evet”çi aydınlar, para sahibi olduğu için egolarına yenik düşüp bilgi sahibi de olduğunu zanneden patronlar… Hepsi, hepimiz gün gibi ortadayken söylesenize, hangimiz biliyoruz?

* Platon. (1998). Diyaloglar 1 (Sokrates’in Savunması 21 b-e). 5. Basım, Çev. Teoman Aktürel, İstanbul: Remzi Kitabevi,

Önceki ve Sonraki Yazılar
Gönç Selen Arşivi