İnsanların umuduna kıymayın efendiler!

Tüm acıların, hastalıkların dünyaya dağıldığı kutuda  “Dışardaki kötülüklerle ancak ben baş edebilirim” diyen küçük bir kelebekti umut. Bir insanı öldürmek için bedenini yok etmeniz gerekmez her zaman efendiler. Umutlarını çaldığınızda, o minik kelebeği boğduğunuzda da ölüverir insanlar. Sokaklar, caddeler bedenini sürükleyen ruhu ölmüş insanlarla dolar. Onların cenaze namazı kılmaz, selası okumazsınız. Duymazsınız seslerini. Öldüğünden haberiniz bile olmaz. İnancınız gereği onların hâlâ yaşadığını düşünür, sabır öğütlersiniz.

                Yunan mitolojisinin en ilginç karakterlerindendir Pandora. Bütün tanrıların armağanı. Prometheus ateşi çalmıştı ya Zeus’tan, işte o zaman kızdı, köpürdü, hiddetlendi tanrıların babası. Tez çağırdı becerikli Hephaistos’u. Bir parça toprağı suyla karıştırıp içine insan sesini, insan gücünü koyup yüzü tanrıçalar kadar güzel bir varlık yaratmasını istedi. Ve diğer tanrıların da katkı yapmasını...    

                “ ‘Athena, sen de ona el işlerini öğret dedi, renk renk kumaşlar dokumasını öğret. Nur topu  Aphrodite, sen de büyülerinle kuşat onu, istekler, arzularla tutuştur gönlünü. Yüz gözlü devi  öldüren Hermeias, sen de bir köpek yüreği, bir tilki huyu koy içine’. Böyle dedi Zeus, onlar da  yaptılar dediğini: Koca Hephaistos, topal tanrı hemen bir kız biçimine  soktu  toprağı. Gök  gözlü  Athena  süslü  kuşağını  sarıverdi beline. O canım  Kharitler  ve  o  güzelim  Peitho altın  gerdanlıklar  taktılar  boynuna. Horalar  bahar  çiçekleriyle  donattılar saçlarını, Hermeias  doldurdu  göğsüne  yalanı  dolanı, uzaktan  gürleyen  Zeus'un  oluyordu  isteği. Ses  koydu  içine  o  tanrılar  kılavuzu ve  Pandora  adını  taktı. Pandora  demek  bütün  tanrıların  armağanı demekti, çünkü  bütün  Olymposlular  insanların başına  bela  etmişti  onu. Tanrıların  babası  kurunca  bu  düzeni, Epimetheus'a  gönderdi  Pandora'yı kılavuz  tanrı  Hermeias'la. Epimetheus  unuttu  Prometheus'un dediğini: Zeus'tan  armağan  alma  demişti  ona Prometheus, alırsan,  ölümlüleri  derde  sokarsın  demişti. Armağanı  aldı  ve  alınca  anladı başına  bela  aldığını. Eskiden insanoğulları bu dünyada dertlerden, kaygılardan  uzak  yaşarlardı, bilmezlerdi  ölüm  getiren  hastalıkları. Pandora  açınca  kutunun  kapağını, dağıttı  insanlara  acıları,  dertleri. Bir  tek  umut  kaldı  dışarı  çıkmadık kapağı  açılan  dert  kutusundan. Umut  tam  çıkacakken  Pandora  kapamıştı kapağı, böyle istemişti  bulutlar devşiren Zeus. O gün bugündür  insanların  başı  dertte, toprak  bela  doludur,  deniz  bela dolu, geceler dert doludur, gündüzler dert dolu, belalar  başıboş  dolaşır  sessizce ölümlülerin  çevresinde, derin düşünceli Zeus  ses  vermedi  onlara sessizce  gelişlerini  duymasın  diye  insanlar.” (Azra Erhat, Mitoloji sözlüğü)

Biraz daha sabır!

                Tüm acıların, hastalıkların dünyaya dağıldığı kutuda  “Dışardaki kötülüklerle ancak ben baş edebilirim” diyen küçük bir kelebekti umut. Bir insanı öldürmek için bedenini yok etmeniz gerekmez her zaman efendiler. Umutlarını çaldığınızda, o minik kelebeği boğduğunuzda da ölüverir insanlar. Sokaklar, caddeler bedenini sürükleyen ruhu ölmüş insanlarla dolar. Onların cenaze namazı kılmaz, selası okumazsınız. Duymazsınız seslerini. Öldüğünden haberiniz bile olmaz. İnancınız gereği onların hâlâ yaşadığını düşünür, sabır öğütlersiniz. “Her şey bir sınav, ödülün büyük olacak. Biraz daha sabır!” dersiniz sırça köşklerinizden. Oysa parıldayan güneşe rağmen onlar kapkara sabahlara uyanıyorlardır. Siz demli çayınızı yudumlayıp günlük kazancınız için Benjamin’i takip ederken onların kısık sesi karışır havaya. Ve dillerinde hep o iki dize vardır:

                “yaşamak ağrısı asıldı boynuma/ oysa türkü tadında yaşamak isterdim.”

                Türkü tadında yaşayamadan, güneşin sıcağını teninde hissedemeden, bir yudum çayı dahi endişesizce içemeden; kaygıların boğup bıraktığı bir gelecek telaşı ile çoktan mevta olmuş bir umudu içlerinde çürüterek yaşıyor bu insanlar. Yarının bugünden bir farkı kalmadı nicedir onlar için. Kendileri yaşayamadıkları dünyayı evladım bari rahat yaşasın diye çabayla tükettiklerinde dönüp baktılar arkalarına, geride simsiyah bir karanlık. Bir hiçlik. Tıpkı önlerindeki gibi. 

        Baharın geleceğini zannederek zemheride çiçeklenen erik ağacı gibi yanıverdi umutları. Meyve veremezler artık. Bunca çürümenin ortasında nasıl sağlam kalır kökleri? Nereye tutunsunlar devrilmemek için? Kökü çürüyen, çiçekleri yanan ağaçlarla dolu bir bahçede baharı da yazı da göreceğinizi mi sandınız? 

Umudun Ölümü

                “Bir keresinde, geleceğe inancın yitirilişiyle bu tehlikeli pes ediş arasındaki yakın ilişkiye dair dramatik bir olaya tanık oldum.” diyor Victor Frankl “İnsanın Anlam Arayışı” kitabında. Nazi toplama kampında beraber kaldığı arkadaşı F. bir gün rüyasını anlatır nörolog ve aynı zamanda psikiyatr olan Frankl’a:

                “Sana bir şey anlatmak istiyorum, Doktor” der. “Garip bir rüya gördüm. Rüyamda bir ses, bir şey isteyebileceğimi, bilmek istediğim şeyi söylememin yeterli olduğunu, ne sorarsam sorayım yanıt verebileceğini söyledi. Ne sordum dersin? Savaşın benim için ne zaman biteceğini sordum. Ne dediğimi anlıyorsun: Benim için! Kampımızın ne zaman özgürlüğe kavuşacağını, acılarımızın ne zaman biteceğini bilmek istedim.”

                “Rüyandaki ses ne dedi” diye sorar doktor. “30 Mart” diye fısıldar adam. 

                “F., bu rüyayı bana anlattığında hâlâ umut doluydu ve rüyadaki sesin doğru çıkacağına inanıyordu. Ama vaat edilen gün yaklaştıkça, kampa ulaşan savaş haberleri, o gün özgür olmamızın pek de olası olmadığını gösteriyordu.” diyor Frankl. 

                Ve ardından F. için yok oluş süreci başlar. 29 Mart günü ansızın ateşlenen F., 30 Mart günü bilincini yitirir. 31 Mart günü ise ölmüştür artık. 

                Bu olay üzerine şu tespiti yapar ünlü psikiyatr:

                “Bir insanın ruhsal durumuyla -cesareti ve umudu ya da bunların bulunmayışı- vücudunun bağışıklık durumu arasında ne kadar yakın bir ilişki olduğunu bilenler, umut ve cesaretin birdenbire yitirilmesinin öldürücü bir etkisi olabileceğini anlayacaktır.”

                Nazım’ın o bilindik dizelerinden esinle bitirelim.

                “İnsanların umuduna kıymayın efendiler. Bir yudum çayı endişesizce içebilsinler.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi