Cortés, La Malinche, Pizarro, Suçiçeği-IV

Sütlerini, yünlerini, yumurtalarını, güçlerini, en sonunda da etlerini -ve canlarını- alabilmek için kümeslere, ağıllara, ahırlara tıktığımız hayvanların bize zehirli bir armağanı tüm bu hastalıklar

Geçen haftalarda İspanyol sömürgecilerinin Orta ve Güney Amerika’yı şaşılacak bir sürede ve kolayca ele geçirmelerinden söz etmiştik. Bu olguda, sömürgecilerin örgütlenmeleri, silah teknolojileri ve atları en görünür etkenler olsa da İspanyolların en öldürücü silahı bunlardan farklı ve gözle görülmezdir, taşıdıkları virüs ve mikroplar.

1519'da Hernán Cortés’in Meksika'ya ayak basmasından sonraki 15 yıllık süreçte Aztek nüfusunun -aralarında La Malinche’nin de olduğu- üçte ikisi çoğunlukla suçiçeği yüzünden yaşamını kaybeder. Pizarro’nun Peru seferi de daha az ölümcül olmaz yerliler için; İnkaların en az yarısının -kimi tahminlere göre %90’ının- sömürgecilerin girişinden sonra, ilk kez karşılaştıkları suçiçeği, çiçek, kızamık, tifo, difteri, kolera, sarı humma ve frengi yüzünden öldüğü düşünülüyor. İspanyolların, yerlilerin ilk şaşkınlıklarının geçmesi ve düşmanlarını daha iyi tanımasından sonra, işgal ettikleri yerleri bu kadar az sayıda adamla ellerinde tutamayacağı çok açık; işte bu salgın hastalıklar ve neden olduğu kitlesel ölümler, sömürgecilerin anakarada tutunmasına ve yayılmasına olanak sağlayan başat etkendir.

Pangaea

Bu hastalıkların bu denli kitlesel bir yıkıma yol açmasının kökeninde toplumsal bağışıklık olgusu yatar. Anımsarsanız eski bir yazıda, yerkürenin bundan 200 milyon yıl önce Pangaea adı verilen tek bir anakaradan oluştuğunu ve o zamandan başlayarak, bu karasal kütlenin parçalandığını, günümüzdeki anakaraların Pangaea’yı oluşturan parçaların birbirinden uzaklaşmasıyla ortaya çıktığını anlatmıştık .

Kestirimlere göre, birbirine iki yapboz parçası gibi uyan Afrika ve Güney Amerika, 150 milyon yıl önceki Jurassic dönemden başlayarak uzaklaşmaya başlamış, iki parça arasındaki boşluk bugün Atlantik Okyanusu adını verdiğimiz deniz kütlesiyle dolmuştur(1).

Bu parçalanmanın her iki kara kütlesinde bulunan  hayvan ve bitkiler üzerindeki evrimsel etkisi büyüktür; araya bir okyanusun girdiği bu anakaralardaki canlıların evrim süreçleri apayrı yönlerde ilerlemiştir. Örneğin kapibara, tembel hayvan, jaguar, lama, karınca yiyen, gözlüklü ayı, yeleli kurt, alpaka, tapir, anakonda, Güney Amerika devesi gibi türler yalnızca yeni kıtada ortaya çıkmış ya da ataları Pangaea’da olsa bile Afrika’dakinden çok farklı bir yönde evrimleşmiş hayvan türleridir(2).

Elbette anakaralar arasındaki bitki örtüsü de büyük ölçüde ayrışır ancak hastalıklar açısından bizi daha çok ilgilendiren hayvanlar, çünkü bizi hasta eden virüslerin kaynağı çoğunlukla onlar.

Zoonoz

Hayvanlardan insanlara geçen hastalıklar “Zoonoz” olarak nitelendirilir. Günümüzdeki şarbon, kuduz, sıtma, bruselloz, toksoplazmoz, tenyazis, HIV, ebola, Kırım Kongo Kanamalı Ateşi gibi hastalıklar var hepimizin bildiği, ama bunlar dışındaki pek çok hastalığın insanlarda ilk kez görülmeye başlamasının ve sonradan insandan insana bulaşacak şekilde evrimleşmesinin kökeninde de insan topluluklarının Paleolitik Çağ’ın sonunda hayvanlarla daha yakın bir yaşam biçimine geçmesi yatıyor.

Verem örneğin, bu hastalığa yol açan mycobacterium tuberculosis bakterisinin ilk kez sığırlardan insanlara bulaştığı sanılıyor; bu hayvanların ilk evcilleştirildiği, günümüzden 11 bin yıl öncesinde ortaya çıkmış olmalı ilk verem hastası insan. Benzer şekilde çiçek hastalığına yol açan variola, kızamığa yol açan morbilivirus virüslerinin de büyükbaş hayvanlardan insanlara geçmiş olduğu düşünülüyor. Günümüzün en yaygın hastalıklarından, influenza virüsünün neden olduğu gribin kaynağı da büyük olasılıkla domuzlar ve/veya tavuklar, kuşlar. Kimi bilimcilere göre insanları tehdit eden hastalıkların en az üçte ikisinin kaynağı, hayvanlar.

[Homo Sapiens’le hayvanlar arasındaki temas elbette ki yüzbinlerce yıl öncesinde de vardı ama yaklaşık 25-40 kişiden oluşan avcı-toplayıcı toplulukların hayvanlarla temasının yalnızca avlanmayla sınırlı olması hayvandan insana hastalık aktarılmasını büyük ölçüde kısıtlamış olmalıdır. Bu aktarımın görüldüğü durumlarda da, diğer insan topluluklarıyla ilişkinin çok az olması(3) doğal bir karantina işlevi görmüş, hastalığın yayılması zorlaşmıştır.

Bu durumu değiştiren, insanların yerleşik yaşama geçmesi olur. Bu süreç boyunca evcilleştirilen keçi, koyun, tavuk, sığır ve domuz gibi hayvanların insanlarla ortak ya da yakın yaşam alanlarını paylaşması, insanları pek çok yeni virüs, bakteri, parazit  ya da mantarla tanıştırmıştır.]

Büyük olasılıkla başlarda son derece ölümcül olan bu virüs ve bakteriler insanların doğal seçilim yoluyla bunlara bağışıklık kazanmasıyla daha az öldürücü bir hale gelmiş olmalıdır. İşte bu hastalıkların Amerika anakarasında Avrupa’ya oranla çok daha fazla ölüme yol açmasının nedeni, yerlilerdeki bağışık eksikliğidir; çünkü Eski Dünya’daki yaygın hastalıkların kaynağı olmuş bu hayvan türlerinin hiçbiri Amerika anakarasında yaşamaz.  

[Büyük olasılıkla, ters yönlü, yerlilerden İspanyollara yerel hastalıkların aktarımı da olmuştur, ancak hastalıklardan korunmada hijyenin ve karantinanın(4) önemini yerlilerden daha iyi bilen ve uygulayan İspanyollar bu hastalıklardan görece daha az etkilenmiş olmalıdır.]

Köle Ticareti

Yerli nüfusunun bu derece dramatik ölçüde azalması, tarihteki diğer bir lanetli olguya, sistemli köle ticaretine yol açmıştır. 15. ve 19. yüzyıllar arasında Amerika anakarası için köleleştirilen Afrikalı sayısının 12 ile 15 milyon arasında olduğu sanılıyor.

[Köle ticareti sömürgecilikle başlamamıştır elbette, eski Sümer ve Mısır yazılarında bile kölelikle ilgili bölümlere rastlıyoruz ancak tarihin hiçbir döneminde bu kadar çok sayıda insanın kitlesel olarak köleleştirilmesine rastlanmamıştır.]

Afrika ve Yeni Dünya arasındaki köle ticaretinin 1502’deki ilk gemiyle başladığı kabul edilir, ilk köleler Hispaniola Adası’na, şeker kamışı tarımı için getirilir. Ancak 1526’dan başlayarak, Amerika’nın hastalıklarla yok olan yerli nüfusunun yerini doldurmak için yapılan köle ticareti katlanarak artar. İspanya dışında Portekiz, İngiltere, Fransa ve Hollanda’nın başı çektiği bu zehirli ticarette, genellikle sanılanın tersine kölelerin çoğu Kuzey değil Güney Amerika’ya taşınmıştır; yalnızca Brezilya’ya götürülen köle sayısının 5 milyona yakın olduğu sanılıyor.

Bugün Amerika anakarasındaki yerlilerin, nüfusun %15’inden azını oluşturduğu düşünülüyor; geri kalan çoğunluk, yerli, Avrupalı ve kölelerin melezlerinden oluşuyor. Katledilen yalnızca canlar değil elbette, yerli nüfusla birlikte pek çok yerel dil, inançlar, ritüeller, kısacası koca bir kültür de yeryüzünden silinip gitmiş durumda bugün.

Günümüzde de hayvan kaynaklı yeni hastalıklara karşı Amerika yerlileri kadar savunmasızız. Son yirmi yıldaki SARS, domuz gribi, deli dana hastalığı ve en son tanıştığımız Covid-19’u düşünün; sütlerini, yünlerini, yumurtalarını, güçlerini, en sonunda da etlerini -ve canlarını- alabilmek için kümeslere, ağıllara, ahırlara tıktığımız hayvanların bize zehirli bir armağanı tüm bu hastalıklar.

  1. İki anakara günümüzde de birbirinden yılda 4 cm uzaklaşmaya devam etmektedir.
  2. Bunların bir kısmının ataları ortaktır; bu türler anakaraların ayrılmasından sonra iki ayrı evrimsel süreçten geçerek farklılaşmıştır.
  3. Aynı topraklarda yaşayan topluluklar birbirlerini rakip ve potansiyel düşman olarak görmüş, gerekmedikçe temastan kaçınmış olmalılar.
  4. Avrupa’da ilk sistemli karantina örneği 14. yüzyılda vebaya karşı Venedik’te görülmüş, oradan tüm Avrupa’ya yayılmıştır. Veba salgını sırasında, limana girecek gemilerin önce 40 gün açıkta beklemesi biçiminde uygulanan karantina (adını İtalyanca “40” anlamına gelen "quaranta"dan alır) daha sonra hasta kişilerin diğerlerinden yalıtılması uygulamasına dönüşmüştür.

Columbus’un Karaya Ayak Basması, 1800-1805

Hasta yerliler, Florentine Codex, 16.yy

Önceki ve Sonraki Yazılar
Oğuz Pancar Arşivi