Seçim güvenliği

“Bunlar seçimle gitmezler!” “Kaybetseler de gitmezler!” “Seçim yapmamak için OHAL ilan ederler!” “Seçimi kaybederlerse iç savaş çıkarırlar!”

Son dönemde biraz azalmakla birlikte, bu sözleri duymaya devam ediyoruz çevremizdeki insanlardan.

Tek bir vatandaşın bile böyle düşünmesi bir iktidar için yüz karası değil midir?

Ama bizimkilerin umurunda bile değil. Tersine bu lafların yayılmasından hoşnut görünüyorlar. “Nasıl olsa bunlar allem eder kallem eder, yine kazanırlar” şeklinde bir kanaatin yayılmasının muhalif seçmeni sandığa gitmekten alıkoyacağının hesabını yapıyorlar.

1946 yılında çok partili sistemin ilk seçimleri yapıldı. Yargı denetimi olmaksızın ve açık oy, gizli sayım usulüyle yapılan bu seçimleri demokratik olarak nitelemek mümkün değildi. Adnan Menderes’in ifadesiyle, “Seçim kanununu uygulama görevi verilen makamlar ve vazifeliler tarafından türlü türlü kanunsuz hareket ve muamelelerin, her çeşitten tazyik ve tehditlerin, zor ve şiddet kullanma hadiselerinin her yerde açıktan açığa yapılmış olması” 1946 seçimlerinin demokrasi tarihimize hileli, şaibeli seçimler olarak geçmesine neden oldu.

1950 seçimlerine giderken ise iki büyük partinin uzlaşması sonucu seçim kanunu değiştirilerek gizli oy, açık sayım yöntemine geçildi. Seçim yasakları kavramı geliştirildi. Yargı denetimi getirildi. Kimse tarafsız ve bağımsız yargı denetiminde yapılan o seçimlerin adil ve serbest olmadığını iddia edemedi.

Tarafsız ve bağımsız yargı! “O da ne?” demeyin. Vardı bir zamanlar.

1950’yi izleyen yıllar içinde seçimlerde zaman zaman usulsüzlükler yapıldığını biliyoruz. Ancak bunların seçimlerin sonucunu değiştirecek boyutta hileler olmadığını da…

Vatandaş, Türkiye’de seçimlerin sağlıklı bir biçimde yapıldığına her zaman güven duymuş, sonuçlara yapılan itirazlar az farkla kaybedenin oyların bir daha sayılması halinde durumun değişebileceği umuduyla yaptığı girişimlerden ibaret olmuştu.

Ta ki Akape’nin oylarının düşmeye yüz tuttuğu 2014 yılına kadar.

Akape sayesinde, 1946 yılından yaklaşık 70 yıl sonra şaibeli seçim kavramı yine girdi gündemimize. 2014 yerel seçimlerinde Akape iktidarının seçim hileleri konusundaki maharetini gördük.

Hani trafolara kedilerin girdiği seçimler…

Önümüzde yeni bir seçim var. İkinci yüzyılına girerken Cumhuriyetimizin kimin tarafından yönetileceğine karar verecek bir seçim. Cumhuriyetin kurucu ilkelerini, demokrasiyi, eşitliği, özgürlüğü, insan haklarını, adaleti, dürüstlüğü, barışı ve insan onurunu savunanlar mı? Cumhuriyet ve değerleriyle kavgayı dava edinmiş aydınlık düşmanı siyasal İslamcılar mı?

Anket yapmışlar. “Seçimlerde hile yapılacağını düşünüyor musunuz?” Yüzde 57,2 “İktidar partisinin hile yapacağını düşünüyorum” demiş.

Düşünür tabii. 24 Haziran 2018 seçimleri öncesinde sızan bir videoda Cumhurbaşkanı, seçim günü sandıklarda görev yapacak Akapelilere “İstanbul’da başlamadan
işi bitirmiş oluruz” yolunda laflar ettiği görülüyor, HDP’nin baraj altında kalması gerektiğini partililerine tembihliyordu.

Altılı masanın sandık güvenliği konusunda birlikte çalışma kararı seçmene güven vermektedir. Yaşanan deneyimler ışığında ne sandık başında ne oyların sayımı ve merkezde birleştirilmesi süreçlerinde hile yapılması kolay olacak; muhalefet partileri buna izin vermeyecektir.

2017 referandumunda mühürsüz oyların geçerli sayılması gibi hukuksuz kararlar alınması karşısında da muhalefetin bu kez sessiz kalmayacağını umuyoruz.

Ancak iş sandık güvenliğinde bitmiyor. Bir seçimin siyaseten meşru olabilmesi için adil ve eşit bir yarışma ortamı içinde gerçekleşmesi gerekiyor.

İktidarın bir baskı aracı haline dönüştürdüğü yargı yoluyla da muhalefete saldırdığı, Canan Kaftancıoğlu’nun parti üyeliğinin düşürüldüğü, İmamoğlu’nun mahkeme mahkeme süründürüldüğü bir ortamda özgür seçimlerden söz edilebilir mi?

AGİT gözlemcilerinin raporlarında 2015 seçimlerinden itibaren uygulamaların demokratik seçim normlarıyla uyuşmadığı, muhalefete yeterince söz verilmediği, muhalefetin çalışmalarının engellendiği, dolayısıyla seçim kampanyalarının adil bir seçim görüntüsü vermediği söyleniyor.

Akape Türkiye’sinin seçimlerinde daha kampanya aşamasında büyük bir eşitsizlik var.

Muhalefetin sesi kısılıyor. Muhalefete yakın duran medya bin türlü baskı altında tutuluyor.

Devletin Akapenin borazanına dönüştürülen televizyonu da haber ajansı da muhalefeti görmezlikten geliyor. Sansür uyguluyor.

İktidar partisi ise devletin tüm imkanlarını kullanıyor fütursuzca. Partili cumhurbaşkanı 84 milyonun vergileriyle edinilen uçakları, araç filolarını hiçbir kısıtlamaya tabi olmadan seçim kampanyasında kullanıyor.

Devletin maaşlı memurları kampanyada görev alıyorlar.

Eskiden seçim dönemi tarafsız kişilerle değiştirilen bakanlar kampanyaya bizzat katılıyor, cumhurbaşkanının muhalefete yönelik hakaret, küfür ve her türlü kem sözlerine alkış tutuyorlar.

Altılı masayı oluşturan siyasi partiler, sandık güvenliğinin yanında, propaganda faaliyetlerinin eşit, adil yürütülmesi için iş birliği yapmayı ve bu yöndeki ihlallerin önüne geçmeyi de amaçlıyor. Seçim yasaklarının ihlal edilmesinin, kamu gücünün ve bürokrasinin kullanılmasının engellenmesi, TRT, Anadolu Ajansı, Basın İlan Kurumu, RTÜK gibi kuruluşların hukuka aykırı yayınları ve müdahaleleri konularında da işbirliği yapacaklar.

Seçimlerin halkın iradesini tam olarak yansıtmasını sağlamak, yani iktidarın yapması beklenen hilelerin önüne geçmek için muhalefete ve sivil topluma yaşamsal önemde görevler düşüyor.

Ne acı değil mi? Hükümete güvenmemek. “Bunlardan her kötülük beklenir” duygusuyla yaşamak.

Çok acı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kaya Türkmen Arşivi