Menekşe Tokyay

Menekşe Tokyay

Kimim Ben? Ben Bir İnsanım!

Toplum kendine benzemeyeni ötekileştiriyor. Ötekileştirdiğine de kendine göre kötü saydığı tüm özellikleri yüklüyor. Ama giderek de bu öfkeli kalabalığa karşı “Ben bir insanım” diyenlerin yanında yürüyen duygudaş ve sağduyulu kalabalık büyüyor, genişliyor.

Geçtiğimiz hafta 17 yaşındaki Ahmad Kanjo isimli Suriyeli genç, üzerinde hâkî renkli tişörtü ve sırt çantasıyla İstanbul’da Üsküdar meydanından geçerken aslında birkaç saat içerisinde Türkiye’nin en çok konuşulan gençlerinden biri olacağını tahmin edemezdi.
Kendisini kuşatan öfkeli ve önyargılı bir çemberin ortasında bulmuştu kendisini. Ne içindeydi çemberin ne de dışında. Ona doğrultulan mikrofonu bir “altın fırsat” olarak görüp derdini anlatmaya çabalamıştı tüm masumiyeti ve insancıllığıyla.
O dimdik duruşunun içine gizli hüznünün sayfa aralarından, kendisine “Kimsin sen?” diyenlere yanıt olarak yüzümüze o unutulmaz yanıtı çarptı: “Kimim ben? Ben bir insanım!”
Kim bilir belki de Mevlâna bu sahneyi görse bir kez daha yinelerdi o müthiş sözünü: “Dünle beraber gitti, cancağızım / Ne kadar söz varsa düne ait / Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.”
Daha sonra kendisine ulaşanlara, “Hedefim hem Türklerin hem Suriyelilerin bundan faydalı çıkmasıydı. Çok güzel yorumlar aldım, videodakiler Türk halkının bütününü temsil etmez” diyen Ahmad, dilencilik yapmadığını, haftada iki gün part-time çalışarak dershane taksitini ödediğini, ancak kendisine yapılan ırkçılıktan dolayı dokuzuncu sınıfta, sınıf birincisi olmasına rağmen okulu terk etmek zorunda kaldığını anlatmıştı Üsküdar halkına.
Bir an için durup kendinizi benzeri bir öfkeli kalabalık içerisinde Avrupa’nın en kalabalık meydanlarından birinde hayal edin. Çevrenizi saranlara sabırla kendinizin bir insan olduğunu anlatmak için çırpınıyorsunuz. Kin ve nefret dilini kuşananlara karşı tüm direncinizi üzerinize geçirip diğerlerine örnek oluyorsunuz. Çünkü nereli olduğunuzun bir önemi yok aslında. İyi insan olmak aslolan.
Ama bir yandan da insan olduğunu adeta haykırmak zorunda kalanların dünyasında, ırkçılık gemisine binmeyen, ötekileştirici dilden hazzetmeyen, insanı insan olduğu için sevebilen herkesin çok daha fazla çabalaması gerekiyor.
Benzer dönemde bir başka sokak röportajı daha geliyor bunun üzerine:
– Nerelisin sen?

  • Haymanalıyım…
    – Ne işin var burada?
  • Çalışıyorum…
    – Oğlum vatanını niye terk ettin?
  • Ne vatanı? Haymana Ankara’da, Suriye’de mi?
    O da yetmiyor, uyanık bir vatandaşın cep telefonu kamerasıyla görüntülediği ve parkın göletinde ördek çaldıkları iddiasıyla sosyal medya gündeminin merkezine yerleşen Iraklı kardeşlerin komşularına gürültü çıkardığı gerekçesiyle ördeklerini gölete bırakmak istedikleri ancak görevliler izin vermediği için çantalarına koyup eve götürdükleri anlaşıldı. Türk komşusunu rahatsız etmemek adına içi acıya acıya ayrılmayı göze aldığı “kendi” ördekleri üzerinden tetiklenen göçmen düşmanlığını, “Arkadaşlar durun, ırkçılık kötü bir şeydir” diye sönümlendirmeye çabalıyoruz.
    Ardından Ankara Kızılay’da Saab isimli Somali lokantası, önce tabelası Türkçe değil diye baskı gördü, ardından 11 yıldır Türkiye’de yaşayan ve ülkesinde ölüm tehdidi olduğu söylenen sahibi için sınır dışı kararı verildi. Lokantanın ortaklarından Mesaret Karakaya, “Ben burada vergimi ödüyorum, yasal çalışıyorum ama baskı görüyorum. Bazen ‘Ekonomi sizin yüzünden kötüleşti’, ‘Sen siyahisin ne işin var burada’ diyenler oluyor” diyerek yaşadığı ırkçılık aysberginin görünmeyen yüzünü kamuoyuyla paylaşıyor.
    Çünkü mesele ne ördek, ne Haymana, ne Somali yemekleri, ne de tabela.
    Mesele, onu pazardan gramla meyve almaya mecbur bırakan, birkaç günlüğüne bir sahil kasabasında ailesiyle tatil yapacak kadar para biriktirmesini engelleyen enflasyona, onu sigortasız çalıştırıp kolu bacağı koptuğunda ortalıktan sıvışan işverene, kaotik bir hal almış sağlık sisteminde saatlerce beklediği hastane kuyruklarında yönelt(e)mediği öfkesini, ondan güçsüz gördüğüne çeviren, ama bu sırada kendi insanlıktan çıkışına kendisi seyirci kalan nobran bir hayatta kalma mücadelesi…
    Çünkü onlar da biliyorlar ki “Suriyeliler ülkelerine geri dönsün” dediklerinde bir hokus-pokusla ortalıktan yok olmayacaklar. İçimizdeki öteki düşmanlığından sınırdaki son Suriyeli de evine döndüğünde kurtulamayacağız. Çünkü tüm sığınmacılar ülkeyi terk ettiğinde biz daha müreffeh hale gelip birbirimize karşı daha anlayışlı olmayacağız. Bunun bir sihirli değneği de yok.
    Körüklenen ‘Sosyal Acı’
    Hükümetin göç yönetimi ve sınır politikalarındaki hataları ve öngörüsüzlükleri eleştirmek yerine hıncını göçmen ve sığınmacılardan çıkaran halkın bir kesimi hepimizin kalbini kırıyor ve sosyal acıyı körüklüyor.
    Sosyal acı, son dönemde sıklıkla tartışılan ve beyin görüntüleme çalışmalarıyla da desteklenen yeni bir nöropsikolojik alan. PNAS (ABD Ulusal Bilimler Akademisi Bildirileri) başta olmak üzere birçok prestijli dergide bu konuda güçlü makaleler yayınlandı.
    Fiziksel acıyla ilişkisi, kalp kırıklığına içinde acetaminophen etken maddesi bulunan baş ağrısı ilaçlarının iyi gelmesi gibi çok ilginç veriler barındırıyor. Bir göçmen topluluğuna yaşatılan sosyal acı, yani örneğin Üsküdar meydanında bir gencin kalbinin kırılması veya bir başka Suriyelinin yaşadığı toplumdan dışlanması, reddedilmesi, ilginç bir şekilde bir Suriyelinin ırkçı saldırıya maruz kalarak kolu kırıldığındakine benzer beyin faaliyetleri doğuruyor.
    İnsanlar her geçen gün daha sert bir şekilde yaşadıkları ekonomik zorlukların hesabını, siyasetçiler yerine gencecik bir sığınmacıya yöneltiyorlar; zihinsel engelli bir Suriyeli kadının yüzünü tekmeleyebiliyorlar. Kendi hemşehrisine gösterirken yüz kez düşüneceği bir davranış modelini ötekine yöneltirken tüm ahlaki normları yerle bir edebiliyorlar.
    Sığınmacılar da ötekileştirmenin zirvesini yaşadıkları bu koşullar altında dertlerini, kalp sızılarını, toplumdan beklentilerini birçok siyasetçiden çok daha net ve güçlü bir şekilde ifade ediyorlar: Ben bir insanım!
    Bu ırkçılık, geçmişte Kürtlere veya Almanya’daki Türklere yapılan ırkçılıkla oldukça benzer. Irkçılığı yapan kitle aşağı yukarı aynı. Toplum kendine benzemeyeni ötekileştiriyor. Ötekileştirdiğine de kendine göre kötü saydığı tüm özellikleri yüklüyor. Ama giderek de bu öfkeli kalabalığa karşı “Ben bir insanım” diyenlerin yanında yürüyen duygudaş ve sağduyulu kalabalık büyüyor, genişliyor.
    Yarattığı kalp ağrısına baş ağrısı ilaçlarının fayda etmesine gerek kalmayan yeni bir dil, yeni bir söylem, yeni bir göz gerek hayata. Çünkü hepimiz insanız ve daha iyi insan olmaya çabalamalıyız.
    İnsanlara davranış biçimlerimizin onların ruhu ve kalbindeki izdüşümlerini öngörerek zaten ekonomik ve siyasi konularda kangrenleşen sosyal acıları daha da körüklememeliyiz. Emin olun ki bir yerde göçmen karşıtlığı yapan kişi, mutlaka başka bir ortamda toplumsal cinsiyet eşitliğine aykırı söylemlerle gelecektir. Başka koşullar altında ise, feministleri toplumdaki tüm musibetin kaynağı görecektir. Çünkü o, kendisinden olmayan herkesin temel hak ve özgürlüklerine karşıdır.
    Ötekine -bu öteki bir göçmen de olabilir, “et yığını” olarak görülen başı açık bir kadın da olabilir, bir Arap yatırımcı da olabilir, engelli bir çocuk da olabilir- dair dil ve eylem kalıplarımızda, “Ben bir insanım” dedirtmeyen bir yöne kaymalıyız.
    Öfke, her biri kendi biricikliği içinde ayakta kalma mücadelesi veren ve çoğu da işçi sınıfının bir parçası olan mültecilere yöneltilmek yerine, sistemdeki aksaklıklara, emek piyasasındaki güvencesizlik ve güvensizliğe dair yapıcı ve dönüştürücü bir eleştiriye dönüşmeli.
    Kolektif Çaba ve Kesintisiz Uyum
    Mültecilik halinin bir tercih olmadığı, ancak bu halden ileri gelen hakların istisnasız uygulanmasının bir norm olduğunu unutmamalı.
    Birçok kesim için siyaset oyunlarının objesine dönüşen mülteci politikaları, yaklaşan bir genel seçim ortamında, İçişleri Bakanlığı’nın kısa süre önce başlattığı seyreltme projesi gibi örneklerle büyükşehirlerdeki mültecileri görünmezleştirmeye çabalarken toplumda oluşan sosyoekonomik anlaşmazlıkların kök sebeplerine inilmemesi, bazı muhalefet partilerinin de seçim vaadi olarak “onları bir günde geri göndereceğiz” söylemine sığınıp konuyu tırmandırmasına zemin hazırlıyor. Adeta bir bilgisayar oyunu misali mültecileri kim ne kadar hızlı ve ne kadar fazla sayıda yok ederse onun o kadar kazançlı çıkacağı varsayılıyor. Ancak mültecilerle birebir çalışan, sahada aktif ve tarafsız sivil toplum kuruluşları, karar alma süreçlerine yeterince dahil edilmiyor.
    Öfke, mobilyacı dükkanında sigortasız ve daha ucuza Suriyeli çocuk çalıştıran işverene, IŞİD’den kaçıp ülkemize sığınan Ezidi kadınları eşlerine kuma yapanlara, mülteci karşıtlığı denince mangalda kül bırakmayıp emek sömürüsü yaparak cebini dolduran, mülteci meselesinin “kârlı” tarafı olan herkese yöneltilmeli. Ekmeğe zam geldiğinde sorumlusu Suriyeli mülteci değil. Bunun çözümü, buram buram ırkçılık kokan Suriyeli düşmanlığını bir popülist sığınak olarak kullanmaktan geçmiyor. Altın formül ise, sorunların gerçek kaynaklarını belirleyen kolektif bir çaba ve kesintisiz bir sosyal uyum çabasında gizli.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Menekşe Tokyay Arşivi