Santorini, cennet mi, cehennem mi?

Ege Denizi’nde, son günlerde sallanıp duran denizin dibi, aklıma, bir süre önce gittiğim Santorini Adası’nı düşürdü.

Akdeniz mavisi ile boyanmış kilise kubbeleri, çarşaf beyazı ev duvarları ile denizin ortasındaki nazar boncuğuydu sanki.

Ama bu koca boncuk pek işe yaramamıştı galiba. Günlerden beri Egelilere korkulu rüyalar yaşatıyordu!

Ege Denizi’ndeki faylar coşmuş, bebek beşiği gibi sallanıp duruyordu. Beşikler çocukları uyuturdu. Halbuki “Helen Yayı” nın üstünde yer alan adada yaşayanlara uyku haram olmuştu sanki.

Halbuki ben adadayken, her şey “Sütlimandı”.

Kiraladığım bir motorla, kraterin bulunduğu adacığa gidip, kızıl-kara bir lav taşının üstüne oturup, 3600 yıl öncesini düşlemeye çalışmıştım.

Hiçbir yaşam izi taşımayan Nea Kameni (yeni yanık) Adası, Akdeniz’in kızgın güneşi altında cayır cayır yanıyordu. Gölgesine sığınacağım küçük bir yaprak dahi yoktu.

Felaketin başlangıcı biraz ötemde gerçekleşmişti. Her şey, hatta medeniyetler, bu çanaktan fışkıran lavlar ve küllerle yok olmuştu... Beynimin kıvrımları arasında dolaşan o kadar çok soru vardı ki; O nedenle, görüntüsüyle ruhumu pas rengine bulayan bu cansız adada, dünyanın göbeğinden fırlayıp, fazla uzaklara gidemeyen bir taşın üstünde oturup kalmıştım.

Burası, Platon’un dediği gibi, Kayıp Kıta Atlantis’in deniz yüzeyinde kalan zirvesi miydi yoksa.

Veya bu volkanik hareketlere, Avrasya Kıtası’nın altına girmeye çalışan Afrika Kıtası mı sebep olmaktaydı?

Dağ, ölüm saçacağının ipuçlarını önceden vermiş miydi? Kimi tarihçilere göre bu sorunun yanıtı, 'evet'ti...

Kraterin ağzından ilk fokurdamaların başlaması, ardından kara-beyaz bir dumanın yükselmesi üzerine ada sakinleri kıyıya koşup, gemilere, balıkçı kayıklarına doluşup denize açılmışlardı. Bu, kıyametten kaçışın gerçek sahnesiydi. Ama bu çaba, kurtuluş için yeterli olmamıştı.

Çok geçmeden müthiş bir patlama meydana gelmiş, kızgın kül bulutları bütün gökyüzünü örtmüş, kızıl lavlar bir anda adayı kaplamıştı. Ve patlamanın şiddetiyle oluşan dev tsunami dalgaları, tekneleri alabora edip, Thera halkını denizin derinliklerine gömmüştü.

ATLANTİS EFSANESİ

Bu felaketten kurtulan olup olmadığı hiçbir tarih kitabında yazmıyor. Aslında bir film karesi gibi anlatmaya çalıştığım olayları da gören herhangi bir tarihçi de yok. Nasıl olsun ki. Etrafını yok eden bu felaket, tarihçilere ayrıcalık tanıyacak değildi ya... Tüm bunlar, olayların birbiriyle ilişkilendirilmesiyle oluşan yorumlardı.

Ama bilinen şu ki, patlamanın şiddetiyle etrafa yayılan volkanik tozlar, 125 kilometre güneydeki Girit'e kadar ulaşmış ve ünlü Knossos ve Minos Saraylarını yerle bir etmişti. Hatta 'Kayıp Kıta Atlantis' efsanesinin, bu patlamayı ve ardından gelen felaketi anlatan bir Mısır öyküsünden kaynaklandığını öne sürenler de vardı.

Daha ileri gidersek, Atlantis'in bu ada olduğunu söyleyenlerin sayısı da azımsanmayacak kadar fazlaydı.

Beni bu kül yığını adaya getiren küçük teknenin kaptanı, “Bu sıcakta boşuna tırmanma. Görecek pek bir şey yok. Her taraf taş, toprak... Sen en iyisi serin sulara bırak kendini...” diye uyarmıştı ama ona kulak asmamıştım. Şarap damıtıp, zeytinyağı sıkacak kadar gelişmiş bu medeniyetin, kendini olmasa da kayboluş nedenini yakından görme isteğimi bastıramamıştım.

MAVİ KUBBELİ KİLİSE

Gelelim yolcuğun asıl amacına!

Antik çağdaki adıyla Thera, modern Yunanca'da Thira veya bizim bildiğimiz adıyla Santorini adasına, bir öğleden sonra, Atina'dan kalkan pervaneli küçük bir yolcu uçağı ile gelmiştim.

Bu adayı seçmemin herhangi bir nedeni yoktu. Yola çıkmadan önce ne tarih öncesi patlamayı düşünmüş ne de kayıp Atlantis'i görme isteği ile kavrulmuştum.

Bu adaya gelmemin tek nedeni, Atina'da, otel odasında karıştırdığım bir derginin, reklam sayfasında gördüğüm kilise fotoğrafıydı.

Mavi kubbesi ile Ege'ye tepeden bakan, beyaz badanalı kilisenin ve ilanı veren 'Homeros'un Şiirleri' adlı pansiyonun görüntüsü beni çok tahrik etmişti. Bir kilise ile eski çağın ünlü yazın adamının adının yanyana gelmesi, kafama bir sürü hınzır düşüncenin üşüşmesine neden olmuştu.

Beton ormanı Atina'dan kaçmak için bahane arıyordum ve aradığımı bulmuştum. Hemen telefona sarılıp, pansiyonda yer ayırtmış ve öğleden sonra kalkan pervaneli küçük bir uçakla adaya ulaşmıştım.

Santorini beni pek yanıltmamıştı. Aynı düşlediğim gibiydi. Topu topu 76 kilometre kare büyüklüğünde olan hilal şeklindeki adanın, kuzeye doğru uzanan iki ucunun arasında, yukarıda anlattığım patlamayla kopan, Nea Kameni (yeni yanık) ve Palaia Kameni (eski yanık) adında iki küçük volkan-ada yer alıyordu.

Bir ana cadde, tüm adayı baştan başa dolaşıyor, daracık sokaklar ise beyaz badanalı evlerin arasından zigzaglar çizerek, bir o yana bir bu yana uzanıyorlardı. Ve her sokak bir uçurumla sona eriyordu. Pansiyonum, Fira semtindeydi. Odalardan oluşan küçük bir siteydi adeta... Tıpkı adanın daracık yolları gibi burada da mavi ve beyaz boyalı dar merdivenler odaları birbirine bağlıyordu. Kimisi altta kimisi üstte kimisi yanda olan tüm odalar, bir uçurumun tepesinden denize kuşbakışı bakıyordu... Bavulumu bir kenara atıp, odadaki buzdolabından bir bira alıp balkona çıkmış, beni 'düşlere düşüren' manzaraya dalmıştım...

Sahildeki limana Rodos'tan, Girit'ten, diğer adalardan, hatta Türkiye'den gelen yolcu gemileri yanaşıyor, gemiden çıkanlar, kendilerini yukarıya taşıyacak eşek,katır bulabilmek için vakit geçirmeden kuyruğa giriyorlardı. Eşek sırtına cesaret edemeyenler de teleferiğe doğru koşturuyorlardı.

Günün ortasında yakamozla kaplanan sütliman denizi, sürat motorları düzensiz çizgilerle çiziyor, açıklardan dönen balıkçı motorlarının üstünde daireler çizen martılar, çığlık çığlığa dalışlar yapıyorlardı.

‘Homeros'un Şiirleri’ne uyan görüntülerdi. Biraz aşağımdaki odanın balkonunda, cüretkar giysileri ile güneşlenen iki genç komşumu da görüntüye katınca, Santorini'ye gelmek konusunda ne kadar doğru karar verdiğimi anlamıştım.

GÜNEŞ BATARKEN

Akşama doğru, beyaz keten pantolonumu, üstüne de yine beyaz keten gömleğimi giyip, yüzüme çapkın bir ifade oturtarak adalı bir görüntüye bürünmüş, dar sokaklarda voltalayarak Santorini'nin ruhunu (kadınlarını) yakalamaya çalışmıştım.

Girdiğim bir yol beni, kalabalıkla birlikte sürükleyerek adanın bir ucundaki eski bir değirmenin yanına getirmişti. Çevredeki bütün kahveler dolmuş, kahvelerde yer bulamayanlar duvarların üstüne sıra sıra oturmuş, ufka doğru dalmışlardı.

Bir kahvede bulduğum bir şezlonga uzanıp, ben de gözlerimi gökle denizin kesiştiği yere dikmiştim. İşte orada, o akşam, Santorini Adası’nda güneşi batırmanın bir ayin olduğunu öğrenmiştim.

Güneş batışa geçtiği an bütün sesler kesilmiş, kahvenin hoparlöründen Tchaikovsky'nin bir keman konçertosu yükselmeye başlamıştı.

Herkes elindeki şişeden veya bardaktan bir şeyler içiyor ama konuşmuyorlardı. Bu sessizlik, güneş batıncaya kadar sürmüş, ufuk çizgisini mor ışıklar kaplayınca da seyirciler kızıllığı alkışlamaya başlamıştı.

Ada, günü yolcu etmiş, geceye 'hoşgeldin' demişti...

O akşamdan sonra, kaldığım sürece bu ayine ben de katılmıştım.

LDİK MEZELER

Her geçen gün biraz daha adalı olmaya başlamıştım. Karnımı, küçük lokantaların denize nazır masalarında en taze balıklarla doyuruyor, onların öncesinde de menüden hiç de yabancı olmayan mezeler ısmarlıyordum: 'Caciki, dolmaki, kalamari...'

Akşamları bunların yanına ya adanın yöresel üzümlerinden yapılmış Lava şarabı ya da bir iki kadeh Uzo söylüyordum...

Santorini'de herkes herkesin farkındaydı ama kimse kimseye aldırmıyordu.

Bir keresinde bir akşam yemeği için adanın arka kesimindeki plajlık bölgeye gitmiştim... Meyhaneci, masaları denizin kıyısına, kumların üstüne kurmuştu. Yemeğe bir de müzik gurubu eşlik etmişti. Çalınanlar bildik Yunan ezgileriydi. Çalgıcılar bir yandan da demleniyorlardı.

Ben de arada bir aşka gelip, onlara doğru kadeh kaldırıyor, 'Şerefe...' diyordum. Bir ara genç buzikici, kadehini bana doğrultup kırık bir Türkçe ile, 'senin de şerefine abi..' demişti. Şaşırmıştım. Yanına gidip, Türkçeyi nereden bildiğini sormuştum. Dedesi Şirince göçmeniymiş, hala evlerinde Türkçe konuşulurmuş... Şerefime bir sirtaki çalmışlar, kumların üstüne çıplak ayak fırlayan dilber, beni de kolumdan çekip karşısına almıştı. Ama onun kıvraklığına ayak uyduramamış, kasap havası karışımı bir şeyle o güzelim oyunu geçiştirmiştim.

Adada geçirdiğim altı gün, debisi yüksek bir ırmak gibi hızla akıp gitmişti. Unutulmaz bir rüya gibiydi. Bana kalsa hep o rüyanın içinde kalırdım ama gezginliğin kaderiydi bu; Bir yerlere gidip, bir yerlerden dönmek.

Atina'ya doğru uçarken Santorini'ye havadan el sallamış, güzelliğini bir kez daha tadacağıma söz vermiştim.

Son deprem haberlerini okuyunca, tüm bunlar aklıma geldi.

Şaşırdım! Böylesine cennet bir mekân, nasıl olur da Ege Denizi’ni yok etmeye teşebbüs ederdi!

Önceki ve Sonraki Yazılar
Mehmet Yaşin Arşivi