Bir Mübadele Romanı "Midilli Operasyonu"

‘Midilli Operasyonu’ kitabında bir çocuğun gözünden mübadeleyi anlatan Elif Gülez, “Amacım Mübadele’nin mirası üzerine odaklanan

bir roman yazmaktı” diyor.

İngiltere’de Warwick Üniversitesi’nde hukuk ve sanat fakültelerinde yaratıcı yazma dersleri veren Elif Gülez edebiyat dünyasına ‘Midilli Operasyonu’ kitabıyla girdi. İstos Yayınları’ndan çıkan kitapta 1980’lerde büyüyen bir çocuğun gözünden mübadeleyi, göçün ardından dağılan yaşamları, 12 Eylül askeri darbesini ve toplumda yarattığı etkiyi anlamaya çalışıyoruz. Ayvalık-Midilli hattı arasında geçen hikâye devrimcilerin ülkeden kaçırılmasıyla maceralı bir hal alıyor.

Romanın ana karakteri 10 yaşındaki Deniz. Babasının erken kaybıyla annesi derin bir sessizliğe gömülürken Deniz’in tesellisi evlerine sık gelmeye başlayan Hale Teyzesi olur. Yaz tatili geldiğinde Ayvalık’a gitmek için can atan küçük kız, uzun süren bir hazırlığın ardından annesi ve teyzesiyle yollara düşer. Ayvalık’ta onları bekleyen yayasına kavuşmasına az kalmıştır. Yayasına kavuşur kavuşmasına ama babasıyla her yaz gittiği ve uzun saatler geçirdiği Neco’nun kamp alanına gidince hüzünlenir. Neyse ki imdadına Neco ve enfes patates kızartması yapan Dilber Abla’sı yetişir. Bisikleti Pinokyo’ya atlayıp Ayvalık, Cunda sokaklarını turlayan çocuk, okuru kitap boyunca maceradan maceraya sürüklüyor. Onun gözünden devrimcileri tanıyoruz. Bitmeyen heyecanı ve merakı sayesinde burjuva, devrim, ideoloji, proleterya gibi yeni sözcükler öğreniyor ve gizli gizli dinlediği yetişkinlerin sohbetlerini anlamlandırmaya çalışıyor.

Ailesi de Selanik göçmeni olan Gülez, Türkiye ve Yunanistan arasında yapılan nüfus mübadelelerini, göçleri ve toplumsal hafızayı araştırıyor. Biz de Elif Gülez’le hem mübadeleyi hem de Midilli Operasyonu’nun ayrıntılarını konuştuk.

Kitabınızda bir ailenin geçmişi üzerinden suyun iki yakasında kalan, bölünen yaşamları okuyoruz. Çıkış noktanız neydi?

Benim için en önemli şey Mübadele sırasında geçen bir hikâye, bir Mübadele anlatısı yazmaktansa Mübadele’nin mirası üzerine odaklanan bir roman yazmaktı. Bu yüzden hikâye 1920’lerde değil, ülkemiz için bir başka travmatik dönem olan 1982 yazında geçiyor. Neden roman yazdığımız ve neden roman okuduğumuz sorularına verilebilecek sayısız cevap var. Bunlardan bir tanesi, geçtiğimiz günlerde üniversitede yaptığımız tartışmalardan birinde duyduğum bir cevap: ‘Trajediler yaşandıktan sonra insanların ne yaptığını öğrenmek için roman okuruz.’ Gerçekten de felaketlerin ardından insanların nasıl ayağa kalktıkları ya da kalkamadıkları, ne tür seçimler yaptıklarını ya da seçeneksiz bırakıldıklarını düşünmek bir romancı olarak benim ilgimi trajediyi anlatmaktan daha fazla çekiyor. Tarihsel olayların toplumları ve insanları nasıl etkilediği, bugün başımıza gelen felaketlerin geçmişteki kökleri hakkında düşünmek ve bunu romanın imkanları dahilinde anlatabilmek.

Kişisel tarihinizle kitabınızda anlattığınız hikâye arasında nasıl bir bağ var?

Annemin ailesi Mübadele ile Selanik çevresindeki köylerden biri olan Krifçe köyünden Türkiye’ye gelmişler. Kahramanım Deniz’in ailesinin Selanik göçmeni olması dışında benim hayatımla olay örgüsü arasında hiçbir bağ yok. Hatta Deniz’in ailesi Mübadele’den önce geliyor ve Ayvalık’a yerleşiyor. Ailede ileri görüşlü, Balkan Savaşlarının acısını yaşamış bir büyük dede var. O, olacakları önceden görüp ailesini bir an evvel karşı yakaya geçirmenin derdine düşüyor. Günümüzde ve geçmişteki diğer göç dalgalarını düşündüğümüzde de böyle ileri görüşlü insanlar hep olmuş. Roman, zaten, ihtimaller üzerinde düşünmektir bana göre. Benim ailemde Mübadele çok konuşulan, üzerinde tartışılan bir konu değildi. Ben aile içinde bu konularda anlatılan hikâyelerle büyümedim. Bu durum bana suskunluğu kurcalama imkânı verdi.

“GÖÇMENLER PAZARLIK KONUSU OLMAMALI”

Kitabınızı Homeros’tan bu yana denizde ve savaşta yok olan göçmenlere adıyorsunuz. Avrupa’nın sınırlarını kapadığı, Türkiye’nin dünya politikasında bir göçmen yurdu haline geldiği, insanların yeni bir yaşam umuduyla botlarla denize açıldığı ve pek çoğunun yaşamını yitirdiği bir süreçten geçiyoruz. Halkların yaşadığı bu dramla ilgili ne söylemek istersiniz?

Dünyanın her yerinde karşılaştığımız, göçmen karşıtı, iltica hakkını bir uluslararası insan hakkı olmaktan çıkarmaya yönelik politikalar kabul edilemez. Siyasi istikrarsızlığı, çatışmayı, savaşları, iklim felaketlerini çıkaranlar göçmenler değil. Eğer çokça tekrarlandığı gibi bir ‘kriz’ durumu içindeysek, bu krizleri yaratanlar bir şişme bot içinde hayatını kurtarmaya çalışanlar değil. Krizlerin ortaya çıkmasında devletlerin kendi sorumluluğunu üzerinden atmaya kalkışmasına, ölüm kalım mücadelesi içinde göç eden insanların ‘ekonomik göçmen’ olarak nitelenmesine, ülkeler arasında pazarlık unsuru haline getirilmelerine karşı çıkmak gerekir.

1980’lerde çocuk olanlar nasıl bir tarih anlatısıyla büyüdü?

Elbette sadece 80’lerde çocuk olanlar değil, nesiller bir resmi tarih anlatısıyla büyüdü. Bu sadece Türkiye’de böyle değil. Bütün dünyada resmi tarih yazımını ve anlatısını eleştirmek mümkün. Örneğin İngiltere’de ortaokul çocuklarına kölelikle ilgili anlatılan neredeyse tek şey köleliğin nasıl ortadan kaldırıldığı. Köle sahiplerine, köleleri özgürlüğe kavuştuğu için ödenen tazminatlardan nedense pek bahsedilmiyor.

80’lerde büyürken, tıpkı ben de kahramanım Deniz gibi etrafımda olan bitenlere anlam veremiyordum. Şunu söylemeliyim ki benim yakın çevremde, ailemde darbeden doğrudan etkilenen, tutuklanan, işkence gören, gözaltında kaybolan kimse yoktu. Dolayısıyla yazacağım kitap, örneğin, çok saygı duyduğum, yeteneği ve eserlerine hayran olduğum Sevgi Soysal’ın Şafak’ı gibi bir eser olamazdı. Darbeden doğrudan etkilenmemiş olmak, benim gibi nispeten şanslı kişilerin darbenin yarattığı siyasal şiddet ortamının etkilerinden uzak yaşamış olduğunu göstermiyor. Pek çoğumuz gibi benim de çocukluğum akşam yemeklerinde televizyonda Evren Paşa’nın konuşmalarını dinleyerek, annemle babamın sakıncalı görülen kitapları parlak takvim kapaklarıyla kaplayıp kütüphanenin dikkat çekmeyen bir köşesine saklamasını izleyerek, annemin o sıralar üniversite öğrencisi olan teyzem eve biraz geç gelecek olsa yollara düşmesinden nedenini pek kavrayamadığım bir huzursuzluk duyarak geçti. Siyasi tartışmalara bizim evimizde de pek müsamaha gösterilmezdi. Babamın bir şekilde siyaset yüzünden başımıza iş açılmasından neden korktuğunu bugün bir yetişkin olarak anlayabiliyorum.

“EVDE REÇEL YAPILMAMASI BİR NEVİ HAFIZAMIZIN SİLİNMESİ DEMEK”

Deniz’in annesi Ayvalık’ta yaşayan Selanik göçmeni teyzesi, Yaya’nın belleğini sağlam tutmak için yemek tariflerini not ediyor. Yazar Marianna Yerasimos’un ‘İstanbullu Rum Bir Ailenin Mutfak Serüveni’ isimli bir kitabı yayımlandı. Siz de kitabınızın teşekkür bölümünde Yerasimos’un kitabına yer veriyorsunuz. Yaya karakterini oluştururken Yerasimos’un anılarının ve tariflerinin etkisi oldu mu?

Karakteri oluştururken demeyeyim de Yaya mutfağa girdiği andan itibaren Yerasimos’un kitabında bahsettiği babaanne ve anneannesinin samimi hayalinin bana eşlik ettiğini söyleyebilirim. Ben anneannemi hiç tanımadım, kendisi çok erken yaşta ölmüş. Dolayısıyla bir Yaya özlemi, o boşluğu mutfak serüveniyle doldurma çabası belki de mutfağı çok önemsememe neden oldu. Annem ve teyzelerim de iyi birer aşçıdır. Kimin daha iyi olduğuna dair masum çekişmeler de olur. Yemeğin olması gerektiği gibi pişmesi çok önemlidir ailemizde. Kızartma tenceresi olmadan kızartma yapılmaz. Çiğ börek soğuk yenmez, dolayısıyla tencerenin başında mutlaka biri durur, önce çocuklara sonra yetişkinlere sırayla börek sıcakken servis yapılır. Böylece çiğ börek varsa hep birlikte sofraya oturma zevkinden mahrum kalırız. Tıpkı Yerasimos’un kitabındaki her balığın bir mevsimi olduğu gibi bizim evde de bir reçel mevsimi olur, kayısının olgunlaşma zamanına göre tayin edilen. Annem, ağır bir tedavi geçirmesine rağmen bu yıl da kayısı reçeli yapmayı ihmal etmedi çünkü bu yıl reçel yapılmaması bir nevi hafızamızın silinmesi anlamına gelirdi.

Romanı okurken bir yakın tarih okuması da yapıyoruz. Mübadeleyle topraklarından koparılmış bir halk, Ayvalık ve Midilli arasında bölünen yaşamlar, 12 Eylül darbesi, memleketin her yerinde aranan devrimciler… Romandaki Hâkim Canan “Bu topraklarda hatırlamak mı iyi, hatırlamamak mı bilmem” diyor. Hatırlamak bize ne sağlar?

Hatırlamak insan onuru ile yaşayabilmemizi sağlar. Yakın ya da uzak geçmişle yüzleşip daha iyi bir gelecek kurmak için gereken bilgi birikimini verir bize. Hatırlamak yetişkinlere mahsus bir tavır bence. Unutmak ve unutturmak bir hamlık göstergesi. Sorumluluğu üzerimizden atmak demek unutmak. Romanda Paşa’nın bir metafor olarak kullandığı ‘not defteri’ mevhumunu Deniz ciddiye alıyor ve unutmamak için küçük defterlere not almaya başlıyor.

Biz unutmaya çalışınca, susunca ya da olan biteni herkes bizim istediğimiz gibi hatırlasın isteyince, gerçekler, tarihi olaylar kendiliğinden yok olmuyor. Ben kötü bir gün geçirdiğimde gece uyumadan evvel zihnimde çocukluğumun geçtiği Ankara sokaklarını ve o sokaklarda gördüklerimi hatırlamaya çalışırım. En çok da sokağımızdaki dalları asfalta değen salkım söğüdü, Seymenler Parkı, Botanik Park, Kuğulu Park’taki ağaçları, Ankara’nın dört bir yanına dağılmış iğde ağaçlarını. Sanırım en çok kamusal alanlar olan sokak ve parkları, ağaçları hafızama kazımışım. Ağaçlar kişisel ve toplumsal hafızanın sessiz vakanüvisleri bence. Bu yüzden ağacı kesmek, hafızayı da budama çabası.

MÜBADELE FİKRİ NORVEÇLİ DİPLOMAT FRIDTJOF NANSEN’E AİT

Norveçli diplomat Fridtjof Nansen mübadele fikrini ortaya atan kişi. Lozan Barış Görüşmeleri sırasında Milletler Cemiyeti tarafından görevlendirilen Nansen mübadele fikrini icat ediyor. Siz de kitabınızda bu bilgiye yer veriyorsunuz ve Yunanistan’la Türkiye’deki politikacıların bu icattan ne kadar memnun olduklarını yazıyorsunuz. Nansen mübadelede nasıl bir rol oynuyor?

Tüm suçu Nansen’e yüklememek gerek. Nansen’in önemi, bir uluslararası toplum fikri tahayyül edilir, kurgulanır, pazarlık konusu edilirken bireylerin tüm bunların içinde nasıl rol alabildiklerine dair güzel bir örnek. Lozan’a giden yolda İsmet Paşa, nüfus mübadelesi fikrinin Yunan diplomatlardan çıktığını ifade ediyor. Venizelos da hemen topu mültecilere yardımın uluslararası toplumun ortak sorumluluğu olması gerektiği fikrini ortaya atan Nansen’e atıyor. Nansen buna itiraz ediyor ve asıl fikrin İngiliz, Fransız, İtalyan ve Japon yönetimlerinden çıktığını ifade ediyor.

Nansen 27 yaşındayken Grönland’a yaptığı yolculukla bir gezgin olarak adını duyuruyor. Yaşamının sonraki yıllarında da bir yardım gönüllüsü, bir barış elçisi, bir diplomat olarak çıkıyor karşımıza. Bolşevik Devrimi sonrası Rusya’yla iletişim halinde olan ender Batılılardan biri kendisi. 1921’de Rusya’da yaşanan açlıkla mücadele için yardım çalışmaları yürütürken Bolşeviklerin aslında insani yardım peşinde olmadığını, kendisinin de Batı’da Bolşeviklerin davasına sözcülük edecek biri olarak kullanıldığını fark ediyor. İnsani yardım çalışması da pek başarılı olamıyor. Ardından ihtilal sonrası Rusya’yı terk eden Çar taraftarlarının vatansızlıktan çıkması için mücadele ediyor ve bu konuda daha başarılı oluyor. 1921 yılında bugünkü Birleşmiş Milletler’in nüvesi olarak kabul ettiğimiz Milletler Cemiyeti’nin Mülteciler Yüksek Komiseri seçiliyor. Ben Nansen’in hikâyesini, gazeteci Bruce Clark’ın araştırmasında okudum.

Bugünkü bilgimizle geçmişe bakarak şüpheye yer bırakmayacak şekilde ‘şöyle olsaydı, böyle olurdu, olmalıydı’ demek bana pek bilimsel gelmiyor. Elbette her konu eleştirilebileceği gibi Cumhuriyet’in kuruluş süreci de eleştirilebilir ancak tüm yönleriyle, tarihin tüm aktörlerine eşit mesafede durarak. Benim yapmaya çalıştığım hem o dönemi hem de o dönemden bize kalan mirası anlamaya çalışmak.

“MÜBADELE HER İKİ TARAF İÇİN DE TOPLUMSAL BİR TRAVMA”

Mübadeleden halklar nasıl etkilendi?

Mübadele, her iki taraf için de büyük bir toplumsal travma. Yunanistan’ın kucak açmak durumunda kaldığı nüfusun büyüklüğü bakımından çok çarpıcı. Nüfusunun dörtte biri kadar bir mülteci grubuna kapılarını açmak zorunda kalıyor. Hem siyasi hem de ekonomik olarak çok çalkantılı bir dönemde böyle büyük bir sosyal yük. Türkiye için mübadillerin getirdiği yük nispeten daha az olsa da durum yıllar süren savaşların yükü altında ezilmiş bir toplum için kolay değil. Balkan Savaşları sonunda Anadolu’da 15 milyon kişi yaşarken, Kurtuluş Savaşı sonuna gelindiğinde Anadolu’nun nüfusu 13,6 milyona düşüyor.

Her iki tarafta da mülteciler yeni vatana uyum sağlamada zorlanıyorlar. Yunanistan’da şarkılara, romanlara, hikâyelere konu olurken bu büyük göç, Türkiye’deki mübadiller uzun süre suskunluğa bürünüyorlar. Öte yandan mübadiller için okuyup meslek sahibi olmak, entegre olmak önem kazanmış.

ROMANDAKİ PAŞA KARAKTERİ; ZEKİ MÜREN

Romandaki karakterlerden biri de Paşa. Yani Zeki Müren. Dinlenmek için Ayvalık’taki evine geliyor. Küçük Deniz onunla dost oluyor. Tek tip bir toplum tahayyülünde ve bugün de bu baskıyı yaşadığımız dönemde Zeki Müren’in romanda yer almasının önemi nedir?

Küçükken deniz kıyısında teyzemle okuduğumuz kitaplardan biri de ben yaştaki okurların hemen hatırlayacağını umduğum Vasconzelos’un Güneşi Uyandıralım romanıydı. Romanın kahramanı Zeze, Sir Lawrence Olivier’yle hayalinde bir arkadaşlık kuruyordu. Olivier romanın kahramanlarından birine dönüşüyordu. Daha o zamanlardan ben de Zeki Müren’i hayali arkadaşım olarak benimsemiştim. Romandaki Paşa ne kadar gerçek Müren’le örtüşür bilemem. Yakından tanıyanlar belki de hiç benzetmeyeceklerdir. Benzemesi de gerekmez kanımca.

Zeki Müren’in, homofobinin çok yaygın olduğu toplumumuzda eşcinsel bir kişi olarak açık seçik bir şekilde yaşamayı göze alması çok önemli. Yine de abartılı sahne kostümleriyle yıllar boyu sahneye çıkabilmiş olması kendisinin ayrımcılığa uğramadığının bir kanıtı değil. Yeteneği sayesinde para ve güce kavuşmuş bir kişi olarak toplumda kabul gördüğünü (belki de biraz da hayran olunan bir anomali gibi kabul edilerek), bazı kırmızı çizgilerin ötesine pek geçmediğini düşünüyorum. Ben Paşa’yı, bugün olsa Onur Yürüyüşü’nde en ön sırada yürüyecek biri olarak hayal ettim.

Halk arasında da söylenen, kabul gören, siyasilerin de günlük politikaları çerçevesinde dile getirdikleri ifadeler var. Örneğin “Affederseniz Ermeni” gibi. Günlük yaşamımızda sadece kimlikler üzerinden değil, cinsel yönelimler üzerinden de aşağılayıcı ifadelerle karşılaşıyoruz. Bu ifade biçimleri nefret söylemini de körüklüyor öyle değil mi?

Elbette. Milliyetçi ideolojinin varlığını sürdürebilmesi için mutlaka bir ‘öteki’nin varlığı gerekiyor. ‘Bir’ olmak, ‘birlik’ olmak gibi söylemlerin ardında da tek tip insan yaratma fikri var. Kimdir bu insan? Benim sözümden dışarı çıkmayan, cevap vermeyen, sesini yükseltmeyen, düşüncesini açıklamayan, hatta düşünceyi düşünmeyen insan. Biliyoruz ki düşünceyi düşünmemek mümkün değil. Eşit vatandaşlık anlayışıyla bir arada yaşamanın yollarını aramak ülkemizi ileriye taşıyacak.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Eda Yılmayan Arşivi