Mark Rothko-I

Birçok insanın resimlerimle karşı karşıya geldiğinde çözülüp ağlamaya başlaması, temel insan duygularıyla iletişim kurabildiğimi gösteriyor. Resimlerimin karşısında ağlayanlarla, o resimleri çizerken yaşadığım aynı ruhani deneyimi paylaşıyoruz

“Birçok insanın resimlerimle karşı karşıya geldiğinde çözülüp ağlamaya başlaması, temel insan duygularıyla iletişim kurabildiğimi gösteriyor. Resimlerimin karşısında ağlayanlarla, o resimleri çizerken yaşadığım aynı ruhani deneyimi paylaşıyoruz.”(1)

Yukarıdaki sözler kulağa, sanki kendini beğenmiş ve burnu büyük birinin ağzından çıkmış gibi gelse de öyle değil, bunu söyleyen kişi son derece alçakgönüllü biri aslında; gerçekten de resimlerini neredeyse dinsel bir coşkuyla yapan bu ressam, Mark Rothko.

Önce Rothko’nun yaşam öyküsünden söz edelim biraz.

Mark Rothko, Markus Yakovlevich Rothkowitz adıyla, o dönem Rus İmparatorluğu sınırları içindeki Letonya’nın Daugavpils kentinde doğduğunda takvimler 1903 yılını göstermektedir. Orta halli ancak aydın bir Yahudi ailesidir Rothkowitzler. Bir eczacı ve sanat aşığı bir Marksist olan baba Jacob, Avrupa'nın ufkunda beliren kara bulutların farkındadır. 1910’da, silah altına alınmalarından korkarak, askerliğe elverişli çağdaki üç oğlunu da alarak ABD'ye göç eder. Küçük Markus, annesi ve ablasıyla geride kalmıştır(2). Savaşın eşiğindeki Rus toplumunda gitgide yükselen Yahudi düşmanlığı yüzünden korku içinde geçen üç yıl ardından babası, ailesinin geri kalanlarını da ABD’ye aldırmayı başarır. Oregon’daki Portland’a yerleşen Rothkowitzler tam rahat bir nefes almışken baba Jacob, kanser tanısı konmasından birkaç ay sonra yaşamını yitirir.

Vanlı Arshile

Zorluklar içinde geçen bir çocukluktan sonra, Markus 1921'de Yale Üniversitesi'nden sanat eğitimi bursu kazanmayı başarır. Ne var ki -muhtemelen Yahudi karşıtlığının bir kurbanı olarak- bursu yenilenmeyince üniversite eğitimini yarım bırakmak zorunda kalır. Geçimini kuryelik ve garsonluk gibi işlerle sağlarken bir yandan da New York'taki bir sanat akademisindeki derslere katılır olabildiğince. Bu yıllarda örnek aldığı sanatçıların başında, soyut dışavurumcu biçemiyle Arshile Gorky gelir.

[Arshile Gorky, 1902’de Van’da doğmuştur. 1915’teki “Büyük Felaket”te, önce Erivan’a kaçmak, sonra da Ermenistan’da yaşanan büyük kıtlık nedeniyle ABD’ye göç etmek zorunda kalan onbinlerden biridir. Onun öyküsü de çok ilginç ancak şimdilik son Gerçeküstücü’lerden ve ilk Soyut Dışavurumcu’lardan bir sanatçı olarak kabul edildiğini belirtmekle yetinelim.]

Markus Rothkowitz, sonraki yıllarda New York’taki bir Yahudi Merkezi'nde çocuklara sanat dersi vererek geçimini sağlar. 1932'de mücevher tasarımcısı Edith Sachar’la evlenir. 1935'te Dışavurumcu diğer sekiz sanatçıyla birlikte “The Ten”(Onlar) topluluğunu kurar.

[İçlerinde Rothkowitz dışında, Ben-Zion, Ilya Bolotowsky, Adolph Gottlieb, Louis Harris, Yankel Kufeld, Louis Schanker, Joseph Solman ve Nahum Tschacbasov’un bulunduğu bu dokuz kişinin “Onlar” adını alması, 1908’de on İzlenimci sanatçının kurmuş olduğu “The Ten Painters” (On Ressam)  topluluğuna yapılan bir göndermedir.]

Rothkowitz’ten Rothko’ya

O güne dek Amerikan yurttaşlığına geçmeyi hiç düşünmemiş olan sanatçı, Avrupa’da -ve hatta ABD’de- gitgide yükselmekte olan Yahudi düşmanlığından ürker ve sınır dışı edilme olasılığından kurtulmak için 1938’de Amerikan uyruğuna geçer, adını da Markus Rothkowitz’ten Mark Rothko’ya çevirir.

Mark Rothko’nun 1940’ların ortalarına kadarki resim çalışmalarını bir arayış olarak düşünmek daha doğru olur. Kimi resimlerinde Gerçekçilik, hatta Gerçeküstücülük etkileri görülse de bu dönemki çalışmalarını genel olarak Dışavurumcu akım yörüngesinde değerlendirmek gerekir. O yıllarda yaptığı -ve sonrasında pek çok ressamın da gözde konusu olan- “kentlerde yaşayan insanların yalnızlığı” temalı resimleri önemli olsa da şunu da kabul etmek gerek, Rothko’nun o dönem eserleri çığır açacak bir bakış açısı ya da teknikten çok uzaktır. 1946’dan başlayarak ürettiği yenilikçi “çok biçimli” (multi-form) ve “renk alanı” (color field) yapıtları olmasa, Mark Rothko, bugün sanat tarihçileri dışında pek az kişinin bildiği bir ad olacaktır büyük olasılıkla.

[Rothko’nun sanatını besleyen kaynaklar çok çeşitlidir; Rothko, -Gustav Klimt gibi, hakkında konuşmaktansa resmi yapmayı seçenlerin tersine- resim, ya da genel olarak sanat üzerine konuşmayı sever; biçeminin oluşmasında Adolph Gottlieb ve Barnett Newman’la yaptığı sonu gelmez tartışmaların etkisi büyüktür. Belirli dönemlerdeki resimlerinde Milton Avery, Max Weber ve son olarak Clyfford Still’in etkisi sezilebilir. Yalnızca diğer sanatçılar da değil, Yunan mitolojisi, antropoloji, Nietzsche, Freud ve özellikle Carl Jung’un düşünce ve kuramları da Rothko’nun sanatını biçimlendiren etkenler arasındadır.]

Rothko, 1946’dan başlayarak çok farklı bir biçemle, -önceleri dikey, sonra yatay- farklı boyutlardaki birkaç dikdörtgen biçimli renk bloğundan oluşan soyut resimler yapmaya başlar ve -yaşamına trajik bir şekilde son vereceği 1970’e dek- bir daha arkasına hiç bakmaz.

[Onu biçem olarak etkilemiş ressamlar arasında adı pek anılmaz ama Paul Klee’nin bir ölçüde Rothko’nun (da) öncülü olduğunu düşünüyorum. Gerçi her ne kadar Rothko’nun yoğunlaşması ağırlıkla renkler ve formlar (çoğunlukla dikdörtgen ve kare) üzerine olsa da, onun hiç bilinmeyen yeni renkler yaratma gibi bir kaygısı olduğunu sanmıyorum, onu ilgilendiren daha çok, renkler ve formlarla bunlar arasındaki geçişlerin izleyicide tetikleyeceği duygulardır. Rothko’nun bunlar üzerinde çalışırken, renkler ve geçişleri üzerine olağanüstü çalışmaları bulunan Klee’nin -çok daha eski tarihli- çalışmalarından (da) esinlenmiş olması yüksek bir olasılık bence.]

Sanatçının “soyut” dönemini sonraki yazıya bırakırken, bir Rothko resmini ilk kez burada görenlerin aklına gelmesi çok olası bir soruya da yanıt vermeye çalışalım, “Peki bu resim ne anlatıyor?”; yanıtı aslında çok basit, “Hiçbir şey, yalnızca siz ne görüyorsanız…”

Neden öyle olduğunu da gelecek hafta anlatalım dilimiz döndüğünce…

  • Time Dergisi’yle söyleşisinden, 1956.
  • Baba ve oğlanlar ABD’ye kaçak yollarla girdikleri ve/veya orada karşılaşacakları şeyleri bilmedikleri  için anne ve iki küçük çocuğu -sonra yanlarına almak üzere- geride bırakmış olmalılar diye düşünüyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Oğuz Pancar Arşivi