POLİSİYE EDEBİYATTA TÜRKİYE BİR LABORATUVAR GİBİ

Mahfi Eğilmez’in son kitabı Sahte Sultan’da İstanbul-Londra arasında yaşanan polisiye bir hikâyeyi okuyoruz. Ekonomi alanında yazdığı kitapların yanı sıra ‘Anitta’nın Laneti’ ve ‘Hattuşa’dan Kaçış’ kitaplarıyla okurla buluşan Mahfi Eğilmez’in, polisiye türünde yazdığı ilk kitabı İnferis’in ardından Sahte Sultan kitabı yayımlandı.Resim Müzesi’nde yıllar sonra ortaya çıkan Sultan tablosunun sırrını, sahtesinin nasıl yapıldığını, ucu tarikatlara, cemaatlere, bürokrasiye ve başbakana uzanan süreci soluksuz okuyacaksınız. Bu hafta Mahfi Hoca’yla Sahte Sultan’ı ve polisiye edebiyatı konuştuk.

Polisiye bir roman yazmaya nasıl karar verdiniz? Ülke gündemi mi sizi polisiyeye sürükledi?

Bu eski bir sevda aslında. Gençliğimde de edebiyat ve polisiye çok okudum. Özellikle klasik polisiyeden okumadığım hemen hemen hiçbir şey kalmadı. Sherlock Holmes serisi, Arsen Lüpen, Agatha Christie’nin bütün romanlarını lise çağındayken okudum. Edgar Allen Poe’nin öykülerini de. Bir yandan da kendi kendime de öyküler yazıyordum ama hiçbir zaman yazacağımı düşünmedim. Dediğiniz gibi ülke gündemi çok etkili. Okuduğum polisiyelerde birtakım eksiklikler gördüm. Bulundukları ülkeye göre eksik değil de bizim ülkemize göre eksiklikler var. Mesela kuzey ülkelerinde şimdi çok polisiye yazılıyor. İskandinav ülkelerinde yazılan polisiye romalar var. Dikkat ederseniz bunlar seri cinayetler sadomazoşizme dayalı vahşi cinayetler, suçlar, vb. Neden? Bu ülkelerde ekonomik sorunlar çok yüksek değil. İnsanlar başka bunalımlar içinde oralarda. Bu yüzden o suçlar çıkıyor piyasaya. Oysa bizim ülkemizde mali suçlar, dolandırıcılıklar, yolsuzluklar, kadın şiddeti gibi dünyada fazla işlenmemiş suçlar var. Bu da kafamı kurcalıyordu. Siyasal suçlar bizde çok mesela. Onun için ben de böyle bir şey kaleme almaya karar verdim. Sahte Sultan ilk düşündüğümdü ama nedense önce İnferis kitabı ortaya çıktı. Sonra Sahte Sultan geldi.

İnferis bittikten sonra mı Sahte Sultan’ı yazmaya başladınız?

Inferis’i yazarken Sahte Sultan’ı yazmaya başlamıştım. Kafamda Sahte Sultan’ın konusu vardı. Müzelerimizden çok resim çalındı maalesef. Resim Heykel Müzelerimizden çok fazla resim eksiliyor. Çalınıyor da büyük ölçüde. Bu da beni üzüyordu. Kafamda olan bir şeyi İnferis’i bir yandan yazarken Sahte Sultan’da da bu konuyu işlemeye başlamıştım.

İstanbul Resim Heykel Müzesi’ni yeni haliyle ziyaret ettiniz mi?

Maalesef, son iki senedir hiç müze gezemedim, üzülüyorum da ama gidemedim henüz.

“RESİM HEYKEL MÜZESİ’NDEKİ ESERLERİN CUMHURBAŞKANLIĞI’NA VERİLMESİNİ ANLAYAMIYORUM”

Kitabınızda ‘Sultan’ tablosunun sahte olduğu anlaşılınca Londra’daki sergi iptal ediliyor ve resimler İstanbul’a geri gönderiliyor.  Eserler İstanbul Resim Sanatı Müzesi’ndeki yerlerine yerleştiriliyor. Yalnızca Sultan tablosunun yerine tablonun fotoğrafı konuluyor ve Sultan tablosu geçici olarak sergiden kaldırılmıştır yazan bir not asılıyor. İstanbul Resim Heykel Müzesi’ni ziyaret ettiniz mi? Yakın zamanda müzenin açılışı yapıldı. Müzeye ait bazı tabloların cumhurbaşkanlığına verildiğini gördük. Bu konu haberlere de yansıdı. Siz takip edebildiniz mi?

Bunu duydum sizden de duyunca teyit etmiş oldum. Çok üzücü bir durum. Resimlerin reprodüksiyonunun Cumhurbaşkanlığı’na gitmesi gerekir. Binlerce insan müzeleri geziyor neden fotoğrafını veya reprodüksiyonunu görsün ki… Şunu anlarım: Örneğin İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde Kadeş Anlaşması’nın replikası var. Orijinali depoda korunuyor. Gün ışığı görmemesi lazım, kil nihayetinde bozulabilir. Orijinali orada altına da nedeniyle yazılmış ama bu durumu anlayamam. Bir resmi bir başka kamu kurumuna verip yerine replikasını koymak anlaşılır bir şey değil!

Her iki kitabınızın başında “Romanda adı geçen olayların ve kişilerin gerçekle ilgisi yoktur. Roman, tamamen yazarın hayal gücünü yansıtmaktadır. Olaylar, isimler ve unvanlarla ilgili kurulabilecek benzerlikler ya tesadüf ya da okuyucunun zihninde oluşan yansımalardan kaynaklanmaktadır” diyorsunuz. Fakat okuyucu olarak anlatılan hikâyenin gerçeklikle bir payı olduğunu da düşünmeden edemiyoruz. Gelebilecek tepkilere karşı mı özellikle bunu belirtmek istediniz?

Özel bir şey bu. Güzel de tespit ettiniz. Karakterlerin isimleri soyadlı değil. Türkiye ilginç bir ülke. Murat’a mesela Murat Yılmaz desem biri çıkıp dava edebilir. Bunu önlemek istedim. Bu dediğinizi yazmamın nedeni ülke gündeminden koparmak için değil. Buradaki olay bir tane değil. Bir olayı alsam gerçekten müzeden bir hırsızlığı tespit etmiş olsam o zaman mesele yok ama buradaki kişiler, olaylar, bağlantılar birden fazla. Onun için bunu söylemek istedim. Bunun gibi on tane olay var. Türkiye ortamından soyutlanacak bir şey değil. Polisiye konusunda da Türkiye laboratuvar gibi ekonomide de öyle. Bunların hepsi ayrı yazı konusu. Bu açıdan çok zengin. Tarikatla bir kişinin ilişkisi olabilir buradan bir suç çıkabilir ama bizde herkes birbiriyle ilişkili. O nedenle karmaşık ve renkli.

SAHTE SULTAN SİYASAL BİR POLİSİYE

Sahte Sultan kitabınızda Stefan Zweig’dan bir alıntı var. “Ben söylediklerimden sorumluyum anladıklarınızdan değil” sözüne yer veriyorsunuz. Her iki kitap da çok sürükleyici. Bir anda devletin farklı kademelerinin kirli işlere bulaştığı, gerçeklerin üzerini örtmek için yargıyla yapılan iş birliğinin ortaya çıktığı, cemaat bağlantılarının deşifre edildiği bir kitabın içinde buluyoruz kendimizi. Biz anladıklarımızdan sorumluyuz haklısınız ama siz ne anlatmak istediniz?

Polisiye roman dediğimiz şey birkaç farklı türden oluşuyor. Birisi klasik polisiyeler. Suç veya suçlu var bir de polis ve kahraman var. Bunu yakalıyor, yargılıyor, yargının önüne çıkarıyor. Sherlock Holmes, Agatha Christie var. Bir de kara roman denen bir tür var. Kara roman suç ve suçlu ilişkisini toplumla ele alır. İşi sosyolojisi ve psikolojisiyle değerlendirir. Bunun da dünyada pek çok örneği var. Benimki sanki bu ikisinin ortalaması. Burada birçok grup giriyor işin içine. Tarikat, cemaatler giriyor. Ahbap çavuş ilişkileri giriyor. Siyasetçiyle müteahhit arasındaki ilişki. Bu siyasal bir polisiye aynı zamanda. Mali suçlar var işin içinde, siyasi yönleri var. Bunlar Türkiye’de her zaman karşımıza çıkıyor. Polisiyeye farklı bir renk farklı bir bakış açısı getirsin istedim. Onun için böyle kurgulandı.

Ya da adam tutup gazeteci dövdürüyorlar mesela.

Avrupa’daki bir polisiyede karşımıza çıkan bir şey değil bu. Bizde çok rastlandığı için okuyana normal de geliyor mesela. İlk defa siz söylüyorsunuz. Toplum o kadar alışmış kabul etmiş ki… Bu da tehlikeli bir şey. Bazen bir tweet yazıyorum aman hocam diyorlar biraz da bunlara tepki. Her şeye rağmen bu toplumun sıkıntılarına, çürümüş ilişkilerine karşın hâlâ iyi insanları var.

Bu ayrıntı önemli. Kılıçdaroğlu’nun yaptığı bir açıklamayla da paralellik gördüm. Bunu sona saklayalım şimdilik isterseniz. Romanla devam edelim.

İlk romanınız İnferis’teki karakterleri görüyoruz Sahte Sultan’da. Bunu planlamış mıydınız?  

Evet Sahte Sultan’ı, İnferis’i yazarken yazmaya başladığım için planlamıştım. Ama bu iki kitap birbirinin devamı değil, karakterler devam ediyor. Bir ara Sahte Sultan’ı yazarken Murat ve Rüya’yı oraya taşımaya niyetliydim ama insanlar o kadar sordular ki… Semra’yı merak edenler oldu.

Üçüncü polisiyede Semra çıkabilir mi karşımıza?

Daha henüz yazmadım. Üçüncü romanın sonunu yazdım. Ben romanımın sonunu yazıyorum önce. Zannediyorum böyle bir yöntem yok! Sondan başa geliyorum. Romanın sonunu görürseniz yazması daha kolay oluyor. Roman nereye gidecek öyle de gelişebilir ama ben öyle yazmıyorum. Sonunu yazıyorum, özü değişmemekle birlikte başa dönüp oraya giderken sonunun şekillenmesi biraz değişebiliyor ama ne olacağını biliyorum. İnferis’te de bu böyleydi, Sahte Sultan’da da.

“HAZİNEDEKİ ÇALIŞMA YÖNTEMİMİ KİTAPLARIMI YAZARKEN DE UYGULUYORUM”

Aldığınız eğitimin, birikiminizin, sistematik bakışınızın bir sonucu olabilir bu?

Ben şöyle bir şey yapıyorum: Mesela hazinede görev yaptığım sırada da öyle yapıyordum. Sizin dairenizden bir plan bekleniyor diyelim. Örneğin 2025’te Türkiye’nin ne durumda olacağına ilişkin bir plan bekleniyor. Enflasyon, büyümesi, vb. Tahmin yapmak biraz uyduruk bir şey. 2025’te Türkiye’nin ekonomi gayri safi yurt içi hasılası, milli geliri 750’den 1 trilyona çıkacak. Neye göre çıkacak? Bunu anlatmadığınız, izah etmediğiniz sürece bir anlamı yok! Ben şöyle yapıyordum: Bir trilyon olacak, oradan geriye geliyordum. Bu bir trilyona varmak için o günden bugüne ne yapmanız lazım. O zaman araları dolduruyorsunuz. Bu modeli kitaplarıma da taşıdım.

Sahte Sultan kitabınızda hikâye Londra’da başlıyor. Robert, 40 yıldır Londra Sanat Müzesi’nin baş danışmanı. Bir eserin sahte olup olmayacağını anlayabilecek kadar deneyimli.  İstanbul Resim Sanatı Müzesi’nin en ünlü on iki tablosu Londra Resim Müzesi’nde sergilenecek. Serginin biletleri satılmış, duyuruları yapılmış, tablolar Londra’ya ulaştırılmış. Serginin öne çıkan eseri de Sultan tablosu. Londra Müzesi’nin baş danışmanı Robert eserin sahte olmasından kuşkulanıyor. Gerisini sizden dinleyelim.

Tablo gerçekten sahte çıkıyor. Bu durum Türkiye’de büyük olay yaratıyor. Üç kanattan işin incelemesi başlıyor. Sigorta şirketi, müze devreye giriyor. Polise bildiriliyor. Savcılık devreye giriyor. İnferis romanımda yaptığım gibi dört koldan bir araştırma başlıyor. Burada maliye müfettişliğinden ayrılmış üniversitede hukuk okumuş Murat devreye giriyor. Birçok ilişki çözülüyor. Tablonun müzeden çıkarılmasında işin içine tarikat, cemaat, siyasetçiler, kısmen müze yetkilileri giriyor. Bürokratlar işin içinde. Uluslararası ilişkiler de söz konusu. Genellikle polisiye romanın sonunda iş burada biter ya da mahkeme safhasına gider. Ben onları boşlukta bırakıyorum. Türkiye’de biliyorsunuz mahkemeler bitmiyor yirmi yıl sürüyor. Kitapta öykü içinde öyküler var. Birtakım sürprizleri var.

“DEVLET KADROLARINDA İYİ İNSANLAR OLDUĞU

İNANCINI KAYBETTİK”

Başta konuştuğumuz ayrıntıya dönelim isterseniz. Devletin farklı birimlerinde hâlâ iyi insanların olduğuna olan inançtan söz ettiniz. Bu bana Kılıçdaroğlu’nun son dönemde evinden yaptığı yayınlardan birinde bürokratlara seslenişini hatırlattı. Kılıçdaroğlu yolsuzlukların ortaya çıkması için bu ülkenin hala namuslu bürokratları olduğu inancını taşıdığını söylemişti.  

Benim yazdığımla Kılıçdaroğlu’nun sözleri arasında zaman farkı var tabi. Ben bunu yaşadım. On yıl maliye müfettişliği yaptım. Sonra on beş yıl da hazinede yüksek düzeyde bürokratlık yaptım. Sonra özel sektöre geçip başka işler yaptım. Polisiye roman yazmaya kadar geldim. İsterseniz bunu çok kısa anlatayım size. Neden iyi insanlar var? Son zamanlarda bu inancı kaybettik. Kamuda olan insanların hepsi kötü, hepsi yolsuzluklara karışıyor gibi bir inanç var. Bir kısmı cesur, bir kısmı belki ses çıkarmıyor. Tertemiz insanlar var. Ben maliye müfettişiydim. Bana bir görev verildi. Adını vermeyeyim. Bir kurumda yapılmış yolsuzluklara ilişkin bir ihbar gelmiş. O zaman Başbakan Bülent Ecevit. Maliye Bakanı Ziya Müezzinoğlu. Bülent Ecevit’e bir ihbar yapılmış. Ecevit’in imzasıyla maliye bakanlığına gelmiş, bir maliye müfettişinin görevlendirilmesi istenmiş. O zamanlar maliye müfettişleri çok tarafsız, objektif üst düzey kabul edilen insanlardı. Sonra kaldırıldı, 2011 yılında Maliye Teftiş Kurulu kapatıldı. Ziya Müezzinoğlu teftiş kuruluna havale etmiş, kuruldan da bana geldi. Bu kurumda bir aydan fazla inceleme yaptım. Daha yeni yeterlilik sınavını vermişim. Mesleğe gireli beş yıl olmuş, iki yıllık müfettişim. İnceledim bitirdim. Herhangi bir yolsuzluk çıkmadı. Ben de bunu yazdım. Herhangi bir yolsuzluk olmadığı gibi tam aksine takdir edilecek çalışmalar yapılmıştır diye yazdım. Teftiş kurulu başkanı aradan üç gün geçtikten sonra beni çağırdı, bakana çıkacağız dedi. Ziya Müezzinoğlu son derece sert bir insandır. Daha sonra karşılaşıp çok sohbet ettik. Ama o dönemde beğenmediği bir şey olduğunda dosyayı adamın suratına fırlatır. Sert bir adamdı. Birlikte başbakana gidiyoruz dedi. Kapıda bizi özel kalem karşıladı. Şimdiki gibi lüks arabalar yok, tasarruf zamanı birlikte gittik. Bülent Ecevit makamından kalktı, önünü ilikledi, hepimizin elini sıktı. Raporu aldı. Kırmızılarla altlarını çizmiş, notlar almış yanına. “Sizi tebrik ederim, bir maliye müfettişi böyle yapar, tertemiz çok doğru bir inceleme yapmışsınız. Bunu bizim partili arkadaşlar ihbar ettiler” dedi. Çünkü oradaki adam Adalet Partisi zamanında göreve getirilmiş, partililer de kendi adamlarını o göreve getirmek istiyorlar. Ecevit bunu böyle karşıladı ve olay bitti. Bizler böyle yetiştik. Onun için devlette dürüst, temiz insanlar çok fazla.

İnferis kitabınızda Murat’ı hayal ettiği ve çalıştığı kurumdan istifaya zorlayan olaylar oluyor. Devletin içindeki yapılanmayı, kirli ilişkileri görünce mesleğini bırakıyor. Siz de maliyede müfettiş muavini olarak çalıştınız. Daha sonra hazine müsteşarıyken istifa ediyorsunuz ve üniversitede hocalık yapıyorsunuz. Kitabınızda anlattığınız Murat yoksa siz misiniz?

Ben değilim benden parçalar var Murat’ta. Belki yüzde kırkı benim. Mesela ben bamya hiç sevmem, bir kere yedim sonra hayatımda hiç yemedim. Murat’a bamya yediremem, içimden gelmez. Birçok şey benden yansıma olabilir ama tamamı  değil.

“İSTANBUL’UN TADI KAÇTI, EĞLENMEYİ UNUTTUK”

Kitabınızda gazeteci Ali ile Murat’ın konuşmasındaki ayrıntı dikkatimi çekti. Şehirde yaşanan değişimden söz ediyorlar. Murat “Buraların tadı kaçmış gibi ne dersin? O eski canlılık neşe görünmüyor. İnsanlar evlerine kapanmış” diyor. Eskiden festivaller düzenlendiğini söylüyor. “Almanya’da her hafta sonu bu eğlenceler yapılır, insanlar bir araya gelip yeni dostluklar kurarlar” diyor. Pandemi tabi dünyada bunu sekteye uğrattı ama bu yavaş yavaş kırılıyor. İstanbul’un tadının kaçması meselesine dönecek olursak sizce İstanbul’un tadı mı kaçtı?

Tadı kaçtı evet. Önemli bir ayrıntıya değindiniz. İstanbul’un eski tadı yok biz eğlenmeyi unuttuk. Toplu halde konserlere, tiyatrolara gidilirdi. Sokak eğlenceleri olurdu. AKM önünde kuyruklar olurdu. O eski heyecan oeksi tat pek kalmadı. Bir iki sene evveldi.  Sarıyer’de yürüyorum, trafik polisi yolu kesmiş. Uzaktan müzik sesi geliyor. Ortaçağ kıyafetleri giymiş, ellerinde davullar, borazanlar olan bir grup geliyor. İnsanlar da durmuş bakıyorlar. Önümüzden geçerken bir polis memuruna sordum. Tiyatro festivali için tanıtım olduğunu söyledi. Adamlar geçti kimsede çık yok. Ben alkışladım. Kalabalık üstlerine su dökülmüş gibi birden uyandı, onlar da alkışlamaya başladı. O kadar uzak, hasret kalmışız ki böyle şeylere. Eskiden böyle değildi bu işler. O yüzden tadı kaçtı diyorum. Kitaptaki toplumsal eleştirilerden biri buydu.

MAHFİ EĞİLMEZ NELER OKUYOR?

Ali Ekber Yıldırım’ın Yeni Tarım Düzeni, Stefan Zweig’ın Seçme Eserleri’ni ve Mehmet Selek’in Markist Değer Teorisi’ni okuyorum. Mehmet Selek benim hocamdı. Başımıza o kitap yüzünden gelmeyen bela kalmadı. Polis yakaladı mı götürüyordu. Kitabı alıp yırtıyordu. Şimdi yeniden yayımlanmış.

ÇOK SATANLAR

1. Tiamat

2. Ezbere Yaşayanlar

3. Gece Yarısı Kütüphanesi

4. Körlük

5. Var mısın? Güçlü Bir Yaşam İçin Öneriler

HAFTANIN KİTAPLARI

FAHRENHEIT 451

Ray Bradbury

İthaki Yayınları

Mahfi Eğilmez’le yaptığımız söyleşide adı geçen eserlerden üçünü haftanın kitaplarına ekliyoruz. Ray Bradbury 1953 yılında yayımlanan eseri Fahrenheit 451 ile on yıllar öncesinden bugünün ve uzak geleceğin dünyasına sert eleştiriler yöneltiyor. Distopik bir dünyada geçen eser teknolojinin gelişmesiyle birlikte toplumun gerileyen sanat ve düşünce dünyasını ele alıyor. Bradbury bilim kurgu ögelerini baskı rejimi ve robotlaşmış bir toplumla harmanlıyor. Kitabın olay örgüsü, itfaiyecilerin yangın söndürmek yerine kitap yakmakla görevlendirildiği totaliter bir düzen etrafında şekilleniyor. Roman, adını kitapların yanma derecesi olan ısı ölçüsünden alıyor.

CESUR YENİ DÜNYA                                                                                                                                    Aldous Huxley                                                                                                                                        İthaki Yayınları

Aldous Huxley’nin 1932 yılında yayımlanan Cesur Yeni Dünya adlı kitabı, distopya edebiyatının dünyadaki en güçlü örneklerinden biri. Huxley, Cesur Yeni Dünya’da eleştirel bakış açısını hayal gücü ve kara mizahla harmanlıyor. Geleceğin modern toplumuna da ağır bir insanlık dersi veriyor. Romanını Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasındaki dönemde kaleme alan Huxley, okurlara 30’lu yılların karamsar atmosferini güçlü bir şekilde hissettiriyor.

1984                                                                                                                   George Orwell                                                                                                     Can Yayınları

Büyük Birader olarak adlandırılan kişi ve onun denetimindeki partisi, Okyanusya yönetiminin başıdır. Okyanusya’da Büyük Birader’in otoritesiyle, toplumda hiyerarşik bir yapı vardır. Topluma, tüm insani duygulardan arınmalarını emreden Büyük Birader; ülkede aşkı, erotizmi, bireysel evliliği ve günlük tutmak gibi insani eylemleri de yasaklamıştır. Evlilikler, tamamen devlet kontrolündedir ve amaç yalnızca devlete hizmet edecek çocuklar yetiştirmektir. Diğer yandan, ülkedeki tüm yazılı ve yazısız yayın organları, sadece devlete bağlıdır ve asla kendi düşüncelerinizi ifade etmenize izin verilmez. Çoğunluğun bu sisteme uyduğu ve itiraz etmeksizin Büyük Birader’e saygı gösterdiği Okyanusya’da, elbette ki sisteme karşı gelen kişiler olacaktır. Bunlardan biri de Doğruluk Bakanlığı’nda çalışan Winston’dır. Winston’ın başkaldırışı, Julia ile olan yakınlaşması ve eylemleri sonucu başına gelenlerini okuyoruz 1984’te.

ORHAN TAYLAN İLE RESİM SANATI

VE HAYAT ÜZERİNE

Söyleşi: Necil Beykont

Myrina Yayınları

Kendi tanımıyla “soyut figüratif resimler” yapan Orhan Taylan’ın yaşamı, mücadelesi, duvar resimleri, sendikalara çizdiği afişler, resim dili ve bir entelektüel olarak resme, sanata bakışı öğrencisi Necil Beykont’un kendisiyle yaptığı söyleşiyle okurlara sunuluyor. Geçtiğimiz hafta Şükran Yiğit’le son yayımlanan kitabı ‘Burası Radyo Şarampol’ üzerine konuşurken Orhan Taylan’ın Antalya Belediye İş Hanı’nın duvarına yaptığı Prometheus heykelini konuşmuştuk. Hatırlayacaksınız Kenan Evren 12 Eylül’de resmi duvardan bir türlü sildirememiş, resmin üzeri boyansa da her defasında boya akmış, en sonunda Prometheus’u tellerle kazıtmıştı.  Orhan Taylan’ın yaşamını, sanata bakışını anlatan bu kitapta tüm detayları okumak mümkün.

KİTAP KURTLARI NE OKUSUN?


Peki Ama... Kim Bu Armstrong?

Giulia Calandra Buonaura

Ay görevine televizyon ve gazetelerde geniş yer verildi; soğukkanlılık kavramı artık hep onun adıyla anılır oldu ve resmen yeni bir çağ başlattı! Bugün uzayda yaşam ve uzaya yolculuk onun keşifleri sayesinde mümkün! Peki ama kim bu Neil Armstrong? Dinozor Çocuk bir kitap serisi hazırlıyor. Seride yer alan diğer isimler kimler mi? Leonardo da Vinci, Marie Curie, Shakespeare, Charles Darwin, Pablo Picasso, Mozart ve Kleopatra.

CAN SIKINTISI

Dicle Keskinoğlu

İthaki Çocuk

Can, canının sıkılmasından çok korkardı ve can sıkıntısının bir numaralı düşmanı, içinde tabletiyle kulaklığının olduğu “sıkıntıkovar” çantasıydı. Dışarı çıkacakları zaman annesi ilk iş bu çantayı kapının yanında hazır ederdi. Bir gün doktor randevusuna giden Can ve annesi, muayenehaneye vardıklarında “sıkıntıkovar” çantasını evde unuttuklarını fark etti. Bu Can için korkunç bir şeydi! Annesi doktorun yanındayken, tableti ve kulaklığı olmadan Can ne yapacaktı? Kesin canı çok ama çok sıkılacaktı! En azından Can öyle sanıyordu…

Dicle Keskinoğlu kitabında günümüz çocuklarının en büyük sorunlarından biri olan medya kullanımına ilişkin bir hikâye anlatıyor. Kitap okul öncesi ile 1.ve 2.sınıflar için uygun.

PADİŞAHIN EBRUSU

Aysel Gürman

Günışığı Kitaplığı

Yerinde duramayan çocukların okuduğu Zıpzıplar Okulu’na günün birinde yaşlıca bir adam geldi, atölyesini kurup ebru yapmaya başladı. Ebru ustası, bir süre sonra zıp zıp zıplamaktan vazgeçip kendisini izlemeye dalan çocuklara bir masal anlattı: Yüzlerce yıl önce, fermanları taklit edilerek halkı dolandırılan Padişah, ülkesinin her yanına haberciler yollamış, derdine çare aramış. Sarayın bahçesinde dertli dertli dolanırken, eski dostu Ebru Ustası’na armağan ettiği köşke ulaşmış yolu. İşte o günden sonra, kimse Padişah’ın fermanlarını taklit edememiş. Acaba nasıl dersiniz?..

DOĞRULUK PERİSİ OKULA GİDİYOR

Matt Haig

Yapı Kredi Yayınları

Kendin olmak varken, normal olmaya çalışmak neden? Olmadığın birine dönüşmeye çalışma. Kendin olmak en iyisi, hiç boşuna yorulma. Doğruluk Perisi bu yeni macerada Aada’yla beraber okula gidiyor. Doğrular yüzünden okul karışıyor, üstelik bu kez karşılarına bir zorba çıkıyor. Peri ile Aada arkadaşlığın ve kendi olmanın önemini keşfediyor. Bildiğiniz gibi Doğruluk Perisi doğruları söylemekten asla vazgeçmez, karşısına bir trol çıksa bile fark etmez. Kitapları çok sevilen Matt Haig’in yeni hikâyesini Chris Mould resimledi.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Eda Yılmayan Arşivi