Eksikliğe mi alışmışız, mutsuzluğa mı yoksa?

Hayatımıza düzeni getiren talimatlar kimi zaman Çinlilerin “Lotus Ayak” geleneğinde beş yaşından itibaren ayakları dar ayakkabılara sokulan bu nedenle yaşamları boyunca küçük ama biçimsiz ayaklarla dolaşmak zorunda kalan Çinli kadınların dramlarını yaşatıyor bize. Anlamsız kalıplara sıkıştırılıyoruz bazen. Kimi zaman özgünlüğe önem vermeyen ya da kafasındaki çocuğu yetiştirmek isteyen ana babalar, kimi zaman tüm öğrencilerini aynı kefeye koyan öğretmenler, kimi zaman da vatandaş değil kul yaratmaya çalışan yöneticiler öldürüyor yaratıcılığı.

                19.yüzyılın sonuna doğru Danimarka Güney Jutland’da on çocuklu yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi Ole Kirk Christiansen. Ailesi epeyce yoksul olsa da o lise eğitimini tamamlayabildi. Okul dışında çiftliklerde çalışıyor ve bu zamanlarda ağaç kesme işlerinden büyük keyif alıyordu. Abisinin yanında bir süre çırak olarak çalıştıktan sonra 1911’de Danimarka’dan ayrılıp Almanya’ya gitti ve orada beş yıl marangoz olarak çalıştı. Danimarka’ya döndüğünde kendine bir marangoz dükkanı satın aldı ve tahta merdiven, ütü masası gibi ev eşyaları üretmeye başladı. 1924’te dükkanında çıkan yangında hem evi hem de atölyesi yandı. Ancak bu acı olay onun hayatında önemli bir dönüm noktası oldu. İşini büyütme kararı alan Christiansen oğullarıyla birlikte daha büyük bir atölye kurmak için kolları sıvadı. Başlarda işler hiç de fena gitmiyordu. Ancak 1930’lu yıllar Danimarka için ekonomik sıkıntı yıllarıydı ve Christiansen’in titizlikle ürettiği yüksek kaliteli mallar eskisi kadar alıcı bulamıyordu. Bunun üzerinde ahşap oyuncaklar başta olmak üzere daha ucuz ürünler üretme kararı aldı. Ürettiği ilk oyuncağın 1932’de vefat eden eşinin ardından çocuklarını mutlu etmek için yaptığı ahşap ördek olduğu rivayet edilir. Başlarda isimsiz kurduğu oyuncak şirketine daha sonra Danca’da “İyi oyna” anlamına gelen “Leg godt” kelimelerinden türettiği “Lego” adını verdi. Christiansen’in verdiği bu ad aynı zamanda Latince’de “yan yana koymak” ve “bir araya getirmek” anlamlarına da geliyordu. Ahşap bir oyuncak ördekle başlayan macerası bugün ve çok uzun zamandır Lego’yu açık farkla dünyanın en büyük oyuncak şirketi haline getirdi.

                Peki Lego’yu bu konuma taşıyan, onu özel kılan özelliği neydi? Sanırım ilk başta karşısındaki kişiye sunduğu sonsuz olasılık evreni. Onunla neredeyse her şeyi yapabilirsiniz. Hatta Sean Kenney ve Nathan Saway gibi sanatçıların ellerinde birer sanat eserine dönüştüğüne de şahit olabilirsiniz. Çünkü Lego, yaratıcılığı besleyen hayal gücüne hitap etmektedir. O çocuklar için sınırları olmayan bir oyun sistemi yaratıyor.

Emmet’ın hikayesi

                Bir Lego seti aldığınızda (ki bugün popüler kültürün de etkisiyle bambaşka bir noktaya savrulduğunu düşündüğüm firma sinema karakterlerinden bilgisayar oyunlarına kadar pek çok farklı set çıkarmış olsa da sanırım benim gibi pek çok kişi hâlâ Lego Classic setlerinin hayranıdır) elinizde yaratıcılığınızı ortaya koyabileceğiniz bir evren duruyordur. Hoş çoğunca kutunun içinden Lego mühendislerinin tasarladığı figürlere ait yapım kılavuzu size talimatlar yağdırmaktadır. Benim gibi çocukluğunuzda değil de çok daha geç, çocuklarınızın zamanında bu sihirli oyuncakla tanışmışsanız çocuğunuzdan evvel başına kurulur talimatlara uyarak kılavuzdaki figürleri bi gayret yapmaya çalışırsınız. Sonrası ise işin kırılma noktasıdır işte. O zahmetle, el emeğiyle yapılan figürler hep öyle kalmak zorunda mıdır? Onların kalıcılığı çocuğun hayal gücünü tek bir yöne kanalize etmek, yaratıcılığın önüne kocaman duvarlar çekmektir. Lego’lardan yapılmış bir at ömrünün sonuna kadar at; bir araba ömrünün sonuna kadar araba olarak kalmak zorunda mıdır ki? Lego burada kararı kullanıcıya (oyuncuya mı demeliyim?) bırakmaktadır. 2014 yapımı The Lego Movie sinema filminde de bu konu izleyicinin karşısına taşınmıştır. Film Lego evreninde yaşayan ve sıradan bir figür olan Emmet’ın hikayesini anlatır. Filmde Emmet kendisine verilen talimatlara hastalıklı derecede bağlı ve yaşam mutluluğunu bu talimatları yerine getirmeye endekslemiş bir karakter olarak çıkar karşımıza.

                Bir gün kader ona talimatlarla şekillendirilmiş, eğlenceyle uyuşturulmuş toplumu uyandırma görevini verir. Surat ifadesi bile hiç bir özgünlük barındırmayan, hiç bir alanda yeteneği, becerisi olmayan bu alelade kahramanımız talimatlar evreninden çıkıp yaratıcılığın sütunlarında yükselmekte ve kendini bulmaktadır. Çünkü artık o kendi değerinin farkına varmış, talimatlara hapsettiği yaşamında özgünlüğünün ayırdına varmıştır. “Lego Asla Sadece Lego Değildir” kitabındaki bir makalesinde Tyler Shores bazı yeni araştırmaların Lego ile hayal gücüne dayalı serbest inşanın kitapçık talimatlarını izlemekten daha yaratıcı düşünceye yol açtığına dikkat çekiyor ve bir kullanıcının dikkat çeken şu sözlerini aktarıyor: “Bitmiş bir ürünle oynamaktan hoşlanmadım.”

“Ne çizeceğiz?”

                Hayatımıza düzeni getiren talimatlar kimi zaman Çinlilerin “Lotus Ayak” geleneğinde beş yaşından itibaren ayakları dar ayakkabılara sokulan bu nedenle yaşamları boyunca küçük ama biçimsiz ayaklarla dolaşmak zorunda kalan Çinli kadınların dramlarını yaşatıyor bize. Anlamsız kalıplara sıkıştırılıyoruz bazen. Kimi zaman özgünlüğe önem vermeyen ya da kafasındaki çocuğu yetiştirmek isteyen ana babalar, kimi zaman tüm öğrencilerini aynı kefeye koyan öğretmenler, kimi zaman da vatandaş değil kul yaratmaya çalışan yöneticiler öldürüyor yaratıcılığı. Hayatımız tıpkı Lego Filmi’ndeki Emmet’ın başlangıçtaki o konformist tavrı gibi görünür görünmez talimatlarla sevk ve idare ediliyor. Uzun zaman önce internet ortamında denk geldiğim ancak kaynağına ulaşamadığım aşağıdaki hikaye de konuyu özetler nitelikte.

***

Bir sabah küçük çocuk okuldayken öğretmeni seslenmiş:

-“Bugün resim yapacağız.” 

Küçük çocuk çok sevinmiş. Resim yapmayı çok severmiş. Her türlü resim yapabilirmiş.Aslanlar, kaplanlar, tavuklar, inekler, trenler ve tekneler.Mum boyalarını çıkarmış ve başlamış çizmeye ama öğretmeni:

-“Bekleyin! Daha başlamayın.” diye bağırmış. Herkes hazırlanana kadar beklemişler.

-“Şimdi çiçek resmi yapacağız.” demiş öğretmeni.Küçük çocuk sevinmiş. Çiçek resmi yapmayı çok severmiş. Güzel güzel çiçekler yapmaya başlamış. Pembe, portakal rengi ve mavi rengarenk çiçekler.Ama öğretmeni:

-“Bekleyin! Ben size nasıl yapacağınızı göstereceğim” demiş.Tahtaya bir çiçek resmi çizmiş. Sapı yeşil, kendisi kırmızıymış.

-“İşte böyle.Tamam şimdi başlayabilirsiniz.” demiş öğretmeni. Küçük çocuk öğretmeninin çizdiği çiçeğe bakmış. Sonra da kendi çiçeğine. Kendi çizdiği çiçeği daha fazla sevmiş. Ama bunu söylememiş. Kağıdın öteki yüzünü çevirmiş ve öğretmeninkine benzer bir çiçek çizmiş.Yeşil saplı kırmızı renkli bir çiçek. Başka bir gün küçük çocuk kapıyı kendi başına açabilmeyi başardığında öğretmeni:

-“Bugün hamur çalışacağız.” demiş.

Küçük çocuk hamurla oynamayı çok severmiş. Hamurdan çeşitli şeyler yapabilirmiş.Yılanlar, kardan adamlar, filler, fareler, arabalar, kamyonetler ve hamurunu yoğurmaya başlamış.Ama öğretmeni:

-“Bekleyin! Daha başlamayın.” diye bağırmış ve herkes hazırlanana kadar beklemişler.

-“Şimdi tabak yapacağız.” demiş öğretmeni.Küçük çocuk çok sevinmiş.Çeşitli boyalarda ve şekillerde tabaklar yapmaya başlamış.

Öğretmeni:

-“Bekleyin! Ben size nasıl yapılacağını göstereceğim.” demiş ve herkese derin bir tabak nasıl yapılır göstermiş.

-“İşte böyle.Tamam şimdi başlayabilirsiniz.” demiş öğretmeni.

Küçük çocuk hamurunu tekrar top haline getirmiş ve öğretmeninkine benzer bir tabak yapmış. Bu derin bir tabakmış. Çok geçmeden küçük çocuk beklemeyi öğrenmiş, izlemeyi de. Öğretmeninkine benzer şeyler yapmayı da. Çok geçmeden kendine özgü şeyler yapamaz olmuş.

Daha sonra küçük çocuk ve ailesi başka bir şehirde yeni bir eve taşınmışlar. Ve küçük çocuk başka bir okula gitmek zorunda kalmış.

Bu okul diğer okuldan daha da büyükmüş. Dışarıdan içeriye açılan bir kapısı da yokmuş. Oldukça büyük basamaklardan çıkmak zorundaymış.Sınıfına ulaşmak için bir de uzun bir koridordan yürümek zorundaymış.

Daha ilk gün öğretmeni:

-“Bugün resim çizeceğiz.” demiş.Küçük çocuk çok sevinmiş. Öğretmeninin komut vermesini beklemiş. Ama öğretmen hiçbir şey söylememiş, sadece sınıfın içinde, öğrencilerin arasında gezinmiş. Küçük çocuğun yanına gelince:

-“Resim çizmek istemiyor musun?” diye sormuş

-“İstiyorum.” demiş küçük çocuk. “Ne çizeceğiz?” diye sormuş küçük çocuk.Öğretmeni:

-“Buna sen karar vereceksin.” demiş.

-“Nasıl çizeceğim?” diye sormuş küçük çocuk.

-“Nasıl istersen öyle.” demiş öğretmeni.

-“Hangi renkle boyayacağız?” diye sormuş küçük çocuk.

-“Hangi renkle istersen onla.” demiş öğretmeni

-“Eğer herkes aynı resmi çizerse, aynı renkle boyarsa kimin yaptığını nasıl anlayabilirim?” demiş öğretmeni

-“Bilmiyorum!” demiş küçük çocuk.

Ve pembe, portakal rengi ve mavi çiçekler yapmaya başlamış. Yeni okulunu çok sevmiş ön kapıdan  sınıfa bir kapısı olmasa bile!

***

                Çocuklarımızın ekrana çekildiği, ana sınıfı öğretmenlerinin “10 yıl önceki çocuklardan o kadar gerideler ki. Oyun kurma becerileri yok denecek düzeyde, ben kurmasam oturup bakarlar ya da ağlarlar sıkıntıdan. Öğrendikleri tek beceri izlemek! Bugün oyun kuramamak yarın iş kuramamak, ilişki kuramamak, üretmemek.” diyerek isyan ettiği bir dönemde aynı tezgahtan geçirilip aynı şekilde kalıplanmasından, yaratıcı becerilerinin körelmesinden korktuğumuz,  evlatlarımızın Lego ve türevi gibi hayal gücünü besleyen, yaratıcılığı teşvik eden bir oyuncaklara daha uygun fiyatlarla daha kolay ulaşabilmesini; tüm okul öncesi sınıflarında -hatta ilkokulun birinci sınıfında dahi-  devlet desteğiyle eğitimin bir parçası olmasını arzu ederdim. Daha pek çok şeyi isteyeceğimiz gibi. Pek çok şey de eksik ya da geç kaldığımız gibi. Cemal Süreya’nın da altını çizdiği gibi:

                “Belki de biraz geç rastladım sana 

                Ama her şey geç gelmiyor mu yurdumuza 

                1929 buhranı bile geç gelmemiş miydi 

                Eksikliğe mi alışmışız, mutsuzluğa mı yoksa” 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi