Sesimi duyan var mı?

Mağaralardan plazalara, avcı toplayıcılıktan sanayi 4.0’a kadar insanoğlu dünya üzerinde varolduğu günden bugüne ilerleyen ve gelişen medeniyetin, teknolojinin nimetlerini hiç olmadığı kadar çok kullanıyor, keyfini sürüyor. Özellikle Aydınlanma Devrimi ile başlayan ve Sanayi Devrimi ile hız kazanan süreç sonrası doğayla olan mücadelemizde büyük başarılar elde ettik (mi acaba?). Küresel ısınma, mikro plastikler, radyoaktif sızıntılar gibi küçük(!) problemlerimiz olsa da genel haliyle doğaya çok daha kolaylıkla hükmettiğimiz bir antroposen çağındayız. Acziyetimizi ortaya çıkaran doğal afetlerde ise o afeti yaşayanları kısa bir süre kucaklayıp “Sakın üzülme, ben yanındayım” deyip bir süre sonra hiçbir şey olmamışcasına tüm sıkıntıyı, zorluğu afetzedenin sırtına bırakıp usulca ortamdan buharlaşıyoruz. Modern yaşam denen zırva, bir dakika durmadan gündelik ve sıradan yaşantılarımıza devam etmemizi emrediyor.

Zayıf kalan, güçsüz kalan kolaylıkla eleniyor çünkü bu oyunda.

     

Baş döndürücü gündeme sahip ülkemizde deprem gerçeği gitgide arka plana bırakılmaya başlandı bile. Naci Hoca’nın beklenen İstanbul depremi hakkındaki açıklamaları da olmasa çoktan unutacağız altı ay önce yaşananları. Merkez Bankası’nın faiz artırımları, memur maaş zammı, tiyatroya atanan genel müdür, erken seçim hazırlıkları, kurulan, bozulan, tazelenen ittifaklar, bir türlü bırakılamayan deri koltuklar… hayatımızın içine sızıp nasıl da bulandırıveriyor bakışlarımızı. Odak noktamızı ne de kolayca değiştirebiliyor, gerçek gerçeklerden sahta gerçeklere kolayca kayabiliyoruz. Oysa altı-hatta yedi- ay öncesi yaşanan depremin yarattığı izler Ahmet Altan’ın benzetmesindeki gibi kılıç yarası misali işte orada, o afeti yaşayan topraklarda duruyor. Acı hiç silinmemiş. İnsanların yüzlerindeki çizgilerde kolaylıkla okunabiliyor.

     

Bir yazımıza daha konu olan Gaziantep’in Nurdağı ilçesinde Gedikli, eski adıyla Karahöyük köyündeyim bir haftadır. Nurdağı bilindiği üzere 6 Şubat depreminde en fazla zarar gören yerleşim yerlerinden biri. Şehrin sokaklarında, ki sokak demeye bin şahit ister, dolaştığınızda insanlık sonrası bir çağı yaşıyormuş gibi hissediyorsunuz. Yarından sonrayı yaşıyor buralar. Şehir büyük kısmıyla alelacele hazırlanmış konteynır kentlere taşınmış. Başka şehirlerde zorunlu ikamet eden yerli halk da yavaş yavaş dönüyor (evlerine demek isterim ancak ev konforundan fersah fersah uzak olan) konteynırlarına. Özellikle Nur 1 ve Nur 2 Konteynır Kentleri balık istifi dizilmiş, Antep Güneş’inin altında küçük bir gölgeye muhtaç şekilde misafirlerini ağırlıyor. Allah’tan devletin dağıttığı klimalar var. Aksi halde konteynırların içi cehennem sıcağını aratmayacak cinsten. Akşam üzeri Güneş ışığının kuvvetini yitirmesiyle beraber insanlar sıkışıp kaldıkları tenekeden dışarı çıkabiliyorlar. Kaldırımın genişliği kadar alan sosyalleşme imkanı sağlıyor.

     

Nurdağı merkeze 10 km uzaklıktaki Gedikli Köyü de tıpkı ilçe merkezi gibi. İnsanlar konteynırlara sığmak, sığınmak zorunda kalmış. Elimden geldiğince çok haneyi ziyaret etmeye çalışıyorum. İnsanların yorgun yüzlerinde acının izleri hâlâ sıcak. Ama inanılmaz bir tevekkülle yaşananları kabullenmişler. Hayat akıp giderken onlar da sorumlu olduklarına karşı (bu kimi zaman evlatları, kimi zaman torunları) mücadele etmeye devam ediyorlar.

     

Biz insanoğlunun hem laneti hem nimetidir alışmak. Konfora, rahata, kolaylığa öyle bir alışırız ki dünyaya gözümüzü açtığımız andan itibaren onunla yaşamışızdır sanki. İnternetimiz kesilir hayatla olan bağımız kopar, telefonumuz kaybolur dünyaya küseriz. Alışmışızdır bir kere. Ve bu lanet hiç bırakmaz yakamızı.

     

Ama aynı kabiliyet hayatta diğer canlılara üstünlük kurmamızı da sağlar. Değişen ortam şartlarına uyum sağlar, varlığımızı bir şekilde devam ettirebiliriz. Alışırız.

Kolay ya da zor.

Gedikli’de moloz yığınları arasında insanların bu kabiliyetlerine hayran oluyorsunuz. Hane başına devlet birer konteynır vermiş. Eş dosttan ya da yardım kuruluşlarından alınanlarla beraber bazı hanelerde konteynırların sayısı ikiyi üçü buluyor. Devletin verdiklerinde ufak bir mutfak, klozet ve duş yeri de mevcut. Devlet harici gelenlerden bazıları ise bomboş, genelde bu tür konteynırlar oturma alanı olarak düzenlenmiş. Her aile kendine verilenlere farklı bir dünya yaratmış. Kimi iki konteynırını L düzeninde kurmuş etrafını çitle çevirip yaşam alanını genişletmiş.

     

Köyün imamı Ramazan Hoca’yla konuşuyorum. Oturdukları eski lojman depremde yıkılmış. Kendisi, karısı ve kızı enkazdan köylülerin yardımı sayesinde çıkabilmişler. Ziyaret ettiğimde eşi Fatma abla komşularıyla beraber ekmek yapıyordu. Konteynırlarının önüne kurdukları bahçe çiçeklerle dolu. Ne güzel!

Hemen karşı evde (eski bir yazımızda da bahsettiğimiz) Ahmet Ağa, köydekilerin tabiriyle Ede ve hanımı Firdevs anne var. Deprem anında tek katlı evlerinde mahsur kalmışlar. Demir kapı sıkışmış açamamışlar. Devrilen sobadan döşemeye saçılan kömür közlerini o sarsıntılı kör karanlıkta zorla söndürmüş Ahmet Ağa. Firdevs anne %97 görme engelli. Deprem duvardan duvara çarpmış. Aylarca geçmemiş vücudundaki morluklar.  Şimdi bir köroğlu bir ayvaz yaşıyorlar. Arada ziyaretlerine gelen çocukları ve torunları dışında geçen ay doğum yapan evin kedisi Coci ve beş yavrusu da konteynırların arasında yaşam mücadelesinde onlara destek veriyor.

Yan konteynırda Şaban Ağa var. Hanımı oğlu, gelini ve iki torunuyla onlar da konteynıra sığınmışlar. Köydeki evleri depremde yıkılmamış ama duvarlardaki dev çatlaklar gözlerini korkutmuş. Eşya almak için girip çıkıyorlar sadece. Depreme Nurdağı ilçe merkezinde yakalanmış Şaban Ağa ailesiyle birlikte. Deprem sonrası hemen yıkım kararı çıkan apartmandan o şiddetli sarsıntıda nasıl olup da sağ çıktıklarına inanamıyor. Çıkış kapısına ulaşamadan yere düşmüş, duvar devrilmiş üzerine. Oğlu sürükleyerek çıkarabilmiş ancak. Anlatırken gözleri doluyor. “Bu afet felan değildi, biz küçük bir kıyamet yaşadık” diyor. O an düşünüyorum. Deprem anının korkunçluğu bir yana eksi on dereceye varan şubat soğuğunda çocuklarla bir anda sokakta kalakaldığımı hayal ediyorum. Çocukların üzerinde pijama, ayaklarında ayakkabı bile yok. Kar yağarken enkaz altında kalmış otomobilin koruyuculuğundan uzakta sığınacak bir dam altı aramak…

     

Biz insanoğlu karada yaşayan canlılarız. Evlerimiz kalelerimiz bizim. En güvenli yaşam alanımız. Bir anda oradan kopartılıp atılmak tüm çıplaklığıyla acziyetimizi çıkarıyor ortaya.

Ahmet Ağa ve Şaban Ağa iki kardeş. Depremden sonra köyde yıkıntıların arasında hemen alelacele bir çadır kurmuşlar çocuklar için. İlçede evi yıkılanlar köye koşmuş. Eski tavuk kümesinin demir iskeletine branda giydirmişler. Yeri gelmiş 20 kişi dokuz metrekarelik çadırda sadece çömelerek ısınmaya çalışmışlar teneke sobanın etrafında. Devlet çadırı ulaşana kadar kaşınmaktan vücutları yara bere içinde kalmış eski tavuk kümesinin taze bitleri yüzünden.  

Bir başka akşam Antep’in sarı sıcak güneşi batarken Ökkeş Abi’yle Sevim Abla’nın misafiri oluyorum. Konteynırlarının önünü brandayla çevirmişler. “Gel hoca!” diyor Sevim Abla. “Sana oturma odamızla mutfağımızı göstereyim.” Her şeye rağmen ayakta kalma çabalarını hayranlıkla izliyorum. Deprem anında evin merdivenleri çökmüş. “İki yorganı sarıp aşağıya fırlattım, oğlan aşağı atladı, merdiven dayayıp bizi kurtardı” diyor Ökkeş abi. Sonrasında da yılların hanesi moloz yığını haline gelmiş. İlçe merkezindeki zirai ilaç dükkanını köye taşımışlar, şimdi konteynırın önünde çadırda ekmek parası kazanmaya çalışıyorlar.

     

Az ötede Halil abiyle tanışıyoruz. Yüzü onca zamana rağmen hâlâ acıyla dolu. Bakışları yorgun. “Anamın bağırtısı hâlâ kulaklarımda hocam.” diyor. “Canımız sağ çok şükür ama uyku tutmuyor gözümü.” Fotoğraf çekmek istiyorum, “Yok hocam” diyor ve ekliyor “Bana depremi hatırlatmasın hiçbir şey.”

     

Faruk’la konuşuyorum en son. Annesini, babasını, kızkardeşini eşi ve iki çocuğuyla beraber Nurdağı’nda enkazın altından çıkarmak için çabalamış günlerce. Anlatırken gözleri acıdan ve öfkeden kıpkırmızı oluyor. Yokluğun ortasında vermiş mücadelesini. Kızkardeşi ve yeğenleri şu ünlü(!) müteahhit Yunus Kaya’nın deprem anında tuzla buz olan CCK bloklarında can vermiş. Bir tek Elmas kalmış aileden geriye. Antep Vehbi Dinçerler Fen Lisesi dokuzuncu sınıf öğrencisiymiş Elmas. Deprem olduğu gece okula gidebilmek için Nurdağı’ndan Gaziantep’e dayısının yanına gitmiş. Faruk dayısı şimdi tüm varlığını Elmas’a adamış. Gözü gibi bakıyor kızkardeşinden geriye kalan bu mücevhere. Ama ölümün, hele ki böyle bir ölümün acısı gölge gibi bırakmıyor peşlerini. “Nasıl unutabiliriz ki?” diyor Faruk.  “Salman Mirza’nın (küçük yeğeni) loderin kepçesindeki cansız görüntüsü gözümün önünden gitmiyor”. Bu sözden sonra yutkunamıyorum.

     

Aylar geçiyor, mevsimler değişiyor. Deprem olduğunda kara kıştaydık. Bahar geldi, yaz geçti. Sonbahara ulaştık. Benim gezebildiğim Nurdağı’nda da Gedikli’de de acılar sıcak hâlâ. Ölüm acısını yaşayanlar da kendi içinde ayrılmış burada. Sevdiklerinin cansız bedenine ulaşıp kefenle gömebilenler, ayaz bir şubat gecesinde battaniyeye sarıp veya ceset torbasında defnedenlere göre daha şanslı. Günler sonra ölüsüne ulaşanlarsa hiç bulamayanlara göre.

     

Ortalama ömre sahip bir insan yaşamı boyunca çok ölüme şahit olabilir. Çoğu sevdiğini toprağa verebilir. Ancak böyle bir şey yöre halkının da sıkça dile getirdiği gibi “Allah düşmanımın başına vermesin” dedirten cinsten.

     

Burada insanlar acıyla mayalanmışlar. Yorgunlar. Unutulmak üzücü, umutlar olabileceği kadar taze. “İnsan adı artık anılmadığında gerçekten ölür” demişti Barış Manço. Kıyameti andıran bir afetten sadece canlarını kurtarmış bu insanları unutma gibi bir lüksümüz yok. Zira burada hayat her zamanki gibi akmıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi