Sackler Ailesi ve Opioid Krizi

Güneş doğdu.

Yeni bir gün başlıyor.

Kahvaltı yapmaya vaktiniz var mı peki?

Yoksa yoldan aldığınız bir simitle yahut bir poğaçayla alelacele mi doyuruyorsunuz karnınızı?

O yetişme telaşı hiç düşmüyor mu yakanızdan? Akşam eve dönüşlerde bir bedeni sürükler gibi mi hissediyorsunuz kendinizi?

O çok istediğiniz araba ya da ödemeniz gereken taksitler, ihtiyaçlara evrilen istekler mi sizi buna zorluyor?

Sahip olduklarımız bizi yeterince mutlu etmiyorsa sahip olmak istediklerimizin de bizi mutlu edeceğine nasıl emin olabiliyoruz? Peki isteklerimizin ve ihtiyaçlarımızın ne kadarı kendi irademizin eseri? Yoksa hepimiz Jim Carrey’nin en güzel filmlerinden biri olan Truman Show’daki Truman Burbank gibi başkalarını eğlendirmek, mutlu etmek için tasarlanmış, şekillendirilmiş hayatlar mı yaşıyoruz?

● ● ●

Dünyaya bakışımızı, yaşama dair bir anlam arayışımızı, beklentilerimizi, isteklerimizi şekillendiren temel güç ne yazık ki bizim gibi insanların değil sadece mutlu bir azınlığın yaşamını güzelleştirmek adına kurulmuş bir düzene dayanıyor. Adam Smith’in “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” sözüyle kendine yol haritası çizen modern kapitalist sistem, temellerinin atıldığı günden bu yana, dünya nimetlerinin kırıntılarını sunduğu milyonlarca insanın emeğini bir avuç zenginin yaşamını cennete çevirmek için kullanmaktan çekinmiyor. Kapitalist sistemde her şey başlangıçta bir meta değildi, ancak sistemin hayatta kalabilmesi için sürekli yeni pazarlar yaratması gerekir. Bu yüzden sistem, henüz meta olmayan her şeyi (sanatı, suyu, geni, sevgiyi, zamanı) potansiyel bir meta olarak görür ve onu piyasa ilişkileri içine çekmeye çalışır. Her şeyin metalaştırılabildiği bu geç kapitalist dönemde insan hayatı da bundan nasibini alır.

Gelin insan yaşamının bir ailenin zenginleşmesi için nasıl istatistiklerde sadece bir rakam olarak sayıldığını gösteren Sackler Ailesi ve opioid krizine bir göz atalım.

whatsapp-image-2025-11-27-at-09-39-17.jpeg

Acı İmparatorluğu’nun Simyası: Bir Nesli Öğüterek Nasıl Milyar Dolarlar Yarattılar?

Dünya’nın en büyük müzelerinden biri New York’taki Metropolitan Sanat Müzesi’nin devasa, sessiz ve kutsal salonlarında yürüyenler kuvvetle muhtemel ki, duvarlara kazınmış isimlerin ardındaki hikayeleri nadiren düşünürler. Yıllarca bu duvarlardan birinde, sanatın hamisi, bilimin destekçisi olarak parlayan tek bir soyadı asılıdır: Sackler.

Ancak o ismin, müzenin mermer zeminlerinden binlerce kilometre ötede, Batı Virginia’nın kömür madeni kasabalarında, Ohio’nun paslanmış sanayi bölgelerinde veya kırsal Amerika’nın unutulmuş karavan parklarında yarattığı cehennemle olan bağlantısını kurmak, yakın zamana kadar imkansızdı. Patrick Radden Keefe’nin sarsıcı kitabı Acı İmparatorluğu (Empire of Pain), işte bu iki dünya arasındaki görünmez kan bağını, cerrah titizliğiyle kesip önümüze koyuyor. Bir tarafta sanat galerileri, milyon dolarlık bağışlar, vakıflar, lüks ve elit bir yaşam; diğer tarafta ise aşırı dozdan morarmış bedenler, dağılan aileler ve bağımlılıkla zehirlenmiş bir nesil.

Sackler ailesinin hikayesi ve yarattıkları opioid krizi, sadece bir "ilaç hatası" değildir. Bu, tıp tarihinin gördüğü en organize, en sinsi ve en ölümcül pazarlama başarısıdır.

● ● ●

Opioidler, vücutta ağrı kesici (analjezik) etki yaratan ve hem tıbbi amaçlarla kullanılan hem de ciddi bağımlılık riski taşıyan geniş bir ilaç sınıfıdır. Haşhaş bitkisinden (Papaver somniferum) doğal olarak elde edilebildikleri gibi laboratuvarda sentetik olarak da üretilebilirler. Sackler Ailesi’nin yarattığı Opioid Krizi yere göğe sığdıramadıkları mucizevi(!) ilaçları OxyContin ile başlamadı. Her şey, ailenin en büyüğü ve vizyoneri Arthur Sackler ile başladı. Arthur Sackler, tıbbi reklamcılığın babasıydı. Onun dehası, ilacı sadece hasta olanlara değil, doktorlara pazarlamakta yatıyordu. Ürettikleri ilk geniş çaplı ilaç olan Valium’u "annelerin küçük yardımcısı" olarak pazarlayıp, günlük stresleri tıbbi birer soruna dönüştürerek ilaç endüstrisinin kurallarını yeniden yazan oydu. Arthur, OxyContin piyasaya sürülmeden önce öldü, ancak kardeşleri Mortimer ve Raymond’a çok daha tehlikeli bir miras bıraktı: Agresif pazarlama taktikleri, bilimsel verilerin bükülmesi ve doktorları birer satış temsilcisine dönüştürme stratejisi.

Bu taktikler, 1990’ların ortasında Sackler Ailesi’nin biricik firması Purdue Pharma’nın "mucize" ağrı kesicisi OxyContin ile birleştiğinde, pim çekilmiş oldu.

● ● ●

Purdue Pharma, OxyContin’i piyasaya sürerken devrim niteliğinde bir iddiada bulundu: Bu ilaç, morfinin kimyasal kuzeni olan oksikodonu içeriyordu ama özel bir "sürekli salınım" (continual release) mekanizmasına sahipti. İddiaya göre ilacın en büyük avantajı, kana yavaş yavaş karıştığı için bağımlılık yapma riskinin, diğer ağrı kesicilere göre çok daha düşük olmasıydı. Şirket, bu "geciktirilmiş emilim" mekanizmasının, ilacı kötüye kullanıma karşı koruduğunu uzun yıllar boyunca savundu.

whatsapp-image-2025-11-27-at-09-40-37.jpeg

Bu, tarihin en pahalı yalanlarından biriydi.

Gerçekte ise, ilacın dışındaki kaplamayı basitçe emerek, ezerek veya suda çözerek bu mekanizma kolayca devre dışı bırakılabiliyor ve kullanıcı, saf, güçlü bir eroin etkisiyle eşdeğer bir narkotik darbesi alabiliyordu. Sackler’lar ve Purdue Pharma yöneticileri bunu biliyor muydu? Keefe’nin ortaya koyduğu belgeler, şirketin sahadan gelen "ilacın suistimal edildiğine" dair raporlardan çok erken dönemde haberdar olduğunu gösteriyor. Ancak tepkileri, ilacı geri çekmek veya uyarıları sertleştirmek olmadı; aksine, suçu kullanıcılara attılar. Onlara göre ilaç mükemmeldi, sorun onu kullanan “keşlerdi".

Şirket başta OxyContin’i şiddetli ağrılar yaşayan kanser hastaları için hazırlamayı düşünse de bu kısıtlı pazarın beklenen geliri getirmeyeceği ortadaydı. O halde önce ağrının insan yaşamı üzerine etkisi vurgulanmalı, topluma ağrı dolu bir yaşamın zorlukları dikte edilmeli, ardından da “Çok aramanıza gerek yok, çözüm bizde.” diyerek Oxycontin bir mucize olarak yediden yetmişe milyonlarca insanın önüne konulmalıydı. Öyle de oldu. Şirket ağrı ile ilgili bazı sivil toplum kuruluşlarına el altından maddi destek vererek halkı dolaylı yönden kendi ilacını tüketmeye yönlendirdi.

Opioid krizinin bu denli büyümesinin arkasındaki asıl motor işte tıp camiasının ve toplumun sistematik olarak bu şekilde manipüle edilmesidir. Sackler’lar, sadece bir ilaç satmadılar; "ağrı" kavramını yeniden tanımladılar.

Doktorlara, kongrelerde, lüks tatil köylerindeki seminerlerde şu fikir aşılandı: "Ağrı, ateş ve tansiyon gibi beşinci bir yaşam bulgusudur ve ne pahasına olursa olsun dindirilmelidir." Kronik ağrısı olan hastalara opioid vermemek, onlara işkence etmekle eşdeğer tutuldu. Oysa o güne kadar opioidler sadece kanser hastaları ve palyatif bakım (ölüm döşeği) için saklanan ağır silahlardı. Purdue, bu ağır silahları sırt ağrısı, diş çekimi veya spor yaralanmaları için "güvenli" birer seçenek olarak sundu.

Purdue’nun satış temsilcileri ordusu, doktorların reçete alışkanlıklarını takip eden veri madenciliği yöntemleriyle donatılmıştı. En çok reçete yazan doktorlar ("balinalar") hediyelere boğuldu. Sonuç? Amerika Birleşik Devletleri’nde bazı kasabalarda, nüfustan daha fazla reçeteli ağrı kesici şişesi dolaşıma girdi.

Sackler Ailesi, ilacın kendilerine servet getireceğini bildiği için hiçbir şeyde sınır tanımadı. Purdue Pharma’nın OxyContin’i satışa sunabilmesi için FDA- Amerika Birleşik Devletleri Gıda ve İlaç Dairesi’nden izin alması gerekiyordu. Bu noktada Curtis Wright Sackler Ailesi’nin tam da aradığı kişiydi. FDA’da tıbbi inceleme memuru olarak çalışan Wright ile Purdue Pharma arasındaki ilişki mide bulandırıcı bir noktaya ulaştı. Wright tartışmalı ilacın onayının hızla alınmasında öncülük etti. Wright'ın onayıyla, OxyContin'in prospektüsüne ve pazarlama materyallerine şu tarihi ve ölümcül cümle eklendi: "Geciktirilmiş emilim mekanizmasının, ilacın suistimal edilme riskini azalttığına inanılmaktadır.”

Curtis Wright, OxyContin'in 1995'teki onayından yaklaşık bir yıl sonra FDA'daki görevinden istifa etti. İstifasının ardından çok kısa bir süre içinde, Purdue Pharma'da yüksek maaşlı bir yönetici pozisyonunda işe başladı. İlk yılki maaşının, FDA'daki maaşının üç katından fazla (yaklaşık 400.000 $) olduğu bildirilmiştir.

● ● ●

Sackler ailesinin yarattığı krizin en trajik boyutu, bağımlılığın evrimidir. “Hem başlanacak hem devam edilecek ilaç” olarak tanıtılan OxyContin ağrıyı 12 saat boyunca giderdiği savıyla tanıtılıyordu. Oysa şirket başlangıçtan itibaren bunun yalan olduğunu biliyordu. Milyonlarca insan, doktorlarının güvenli olduğunu söylediği bir ilaçla bağımlılığa adım attı. OxyContin pahalıydı ve tolerans geliştikçe aynı etkiyi almak için daha yüksek dozlar gerekiyordu. Sigorta şirketleri ödemeyi kestiğinde veya doktorlar reçete yazmayı bıraktığında, bu insanlar ne yaptı peki? İyileşmediler ve sokağa yöneldiler.

OxyContin ile beynin kimyası değişen hastalar, çok daha ucuz ve erişilebilir olan Meksika eroinine ve nihayetinde sentetik fentanile geçiş yaptılar. Bugün Amerika’da yüz binlerce insanın hayatına mal olan opioid krizinin temelinde, yasal bir şirketin yönetim kurulu odasında alınmış kararlar yatmaktadır. Bu, bir halk sağlığı krizi olduğu kadar, bir kurumsal cinayet silsilesidir.

Sackler ailesi bu süreçte ne yaptı? Kâr paylarını tahsil etti. Milyarlarca doları denizaşırı hesaplara aktardı. Ve en önemlisi, isimlerini "temiz" tutmak için dünyanın en prestijli kurumlarına bağış yapmaya devam etti. Bir yandan insanların hayatını karartan zehri satarken, diğer yandan Louvre’da, Guggenheim’da, Yale Üniversitesi’nde isimlerini altın harflerle yazdırdılar. Bu, modern çağın en büyük "itibar aklama" (reputation laundering) operasyonuydu.

whatsapp-image-2025-11-27-at-09-39-24.jpeg

● ● ●

Patrick Radden Keefe’nin kitabında en can yakıcı bölümlerden biri, hukuki süreçlerin anlatıldığı kısımdır. Aile, Purdue Pharma’nın yönetiminden çekildi, şirketin içini boşalttı ve milyarlarca doları kendi kişisel servetlerine (yaklaşık 10-13 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor) aktardı.

Davalar çığ gibi büyüyüp şirket köşeye sıkıştığında ise, dahiyane ama ahlaksız bir hukuk manevrasıyla şirketi iflas ettirdiler. Ancak bu iflas, ailenin iflası değildi. Yapılan anlaşmalarla, Sackler ailesi üyeleri kendi kişisel servetlerinin büyük bir kısmını korurken, gelecekte kendilerine açılabilecek tüm davalardan "dokunulmazlık" kazanmayı talep ettiler.

Şirket suçlu bulundu, şirket battı, şirket dağıtıldı. Ama kararları veren insanlar? Onlar Connecticut’taki malikanelerinde, Londra’daki evlerinde veya Akdeniz’deki yatlarında yaşamaya devam ettiler. Hiçbiri kelepçe takmadı. Hiçbiri bir nezarethanenin soğuk zemininde yatmadı. Oysa onların ilacıyla zehirlenen binlerce genç, hırsızlık yaptıkları veya uyuşturucu bulundurdukları için hapishanelerde çürüdü.

● ● ●

Bugün, kamuoyu baskısı ve aktivistlerin (özellikle fotoğrafçı Nan Goldin ve P.A.I.N. grubunun) eylemleri sayesinde, müzeler ve üniversiteler birer birer Sackler ismini binalarından söküyor. Bu, sembolik bir zaferdir. Ailenin en çok önem verdiği şey, yani "mirasları" lekelendi. Artık Sackler ismi, hayırseverliği değil, ölümü ve açgözlülüğü çağrıştırıyor.

Ancak bu yeterli mi?

Acı İmparatorluğu’nu okuyup bitirdiğinizde içinizde kalan tortu, öfke ve çaresizlik karışımı bir his oluyor. Çünkü sistemin nasıl işlediğini görüyorsunuz. Yeterince paranız varsa, en iyi avukatları tutabiliyor, yasaları esnetebiliyor ve işlediğiniz suçun bedelini sadece "para" ile ödeyerek özgürlüğünüzü satın alabiliyorsunuz.

Opioid krizi, denetimsiz kapitalizmin insan hayatına biçtiği değerin sıfır olduğunu bize en acı yoldan öğretti. Sackler’lar, tıbbın kutsal yemini olan "Önce zarar verme" (Primum non nocere) ilkesini, "Önce kâr et" ile değiştirdiler.

Geriye, dağılmış hayatlar, yetim kalmış çocuklar ve Amerika’nın kırsalına yayılmış sessiz bir yas kaldı. Ve bir de cevaplanmamış o büyük soru: Bir insanın hayatı kaç paradır? Sackler ailesinin muhasebe defterlerinde bu sorunun cevabı ne yazık ki çok ucuzdu.

Bugün o müzelerden isimleri silinmiş olabilir. Ancak o isimlerin yarattığı hayaletler, milyonlarca ailenin sofrasındaki boş sandalyede oturmaya devam ediyor. Gerçek mirasları duvardaki harfler değil, işte bu sonsuz boşluktur.

Oysa geçtiğimiz yüzyıl Sackler Ailesi’nin yarattığı ve açıkça karşısına geçip izlediği Opioid Krizi gibi nice acı örneklerle doludur. İşte bazıları:

○1950’lerden itibaren tütün şirketleri (Philip Morris, R.J. Reynolds vb.), sigaranın akciğer kanserine yol açtığını ve nikotinin bağımlılık yaptığını kesin olarak gösteren iç yazışmalara sahipti. Ancak kamuoyu önünde bu gerçekleri on yıllarca inkar ettiler.

○ U.S. Radium Corporation, saat kadranlarını karanlıkta parlaması için radyumlu boya ile boyayan genç kadınları işe aldı. İşçilere, fırçaların ucunu sivriltmek için dilleriyle yalamaları söylendi (bu tekniğe "lip-pointing" deniyordu). Radyumun zararsız olduğu söylendi. Kadınların çeneleri erimeye başladı (radyum çenesi), kemikleri kırıldı ve korkunç acılar içinde öldüler. Şirket ise ölen kızların "frengi" (o dönem utanç verici bir hastalık) yüzünden öldüğünü iddia ederek kurbanları suçladı ve itibarsızlaştırdı.

○ 1970'lerde Ford, "Pinto" model aracının yakıt deposunun arkadan çarpmalarda kolayca patlayabileceğini keşfetti. Mühendisler sorunu çözmek için araç başına sadece 11 dolarlık bir parça gerektiğini belirttiler. Ford yönetimi ünlü bir maliyet-fayda analizi yaptı. 11 dolarlık parçayı her arabaya takmanın maliyeti (yaklaşık 137 milyon dolar), olası ölümler ve yaralanmalar için ödenecek tazminat maliyetinden (tahmini 49 milyon dolar) daha yüksekti. Arabaları düzeltmemeye ve tazminatları ödemeye karar verdiler. İnsanlar yanarak can verdi.

○ 1950'lerin sonunda Alman firması Grünenthal, "Thalidomide" adlı ilacı hamile kadınlar için güvenli bir sabah bulantısı önleyici/uyku ilacı olarak pazarladı. "Tamamen zararsız" denilerek reçetesiz bile satıldı. Sonuç olarak ise ilaç, anne karnındaki bebeklerin gelişimini durdurdu. Dünya genelinde 10.000'den fazla bebek kolsuz, bacaksız veya ciddi deformasyonlarla doğdu.

○ 1970'lerde Nestlé, Afrika ve Güney Amerika gibi gelişmekte olan bölgelerde anne sütünün yerine geçecek bebek mamalarını agresif bir şekilde pazarladı. Hastanelere "süt hemşiresi" üniformaları giydirilmiş satış temsilcileri gönderildi. Annelere ücretsiz numuneler verildi. Numuneler bittiğinde annenin sütü kesilmiş oluyor ve pahalı mamaya bağımlı kalıyorlardı. Temiz suya erişimi olmayan anneler mamayı kirli suyla hazırladı veya pahalı olduğu için çok sulandırdı. Milyonlarca bebek yetersiz beslenme ve ishalden hayatını kaybetti. Ürünün kendisi (mama) zehirli değildi ancak "yanlış kullanım koşulları" (kirli su) ve "yanıltıcı pazarlama" birleşince ölümcül oldu. Şirket suçu "cahil annelere" veya "hijyen eksikliğine" attı, kendi pazarlama stratejisine değil.

● ● ●

Sackler Ailesi’nin sebep olduğu Opioid Krizi ya da yukarıda sıralanan örnekler sadece Amerika’ya ya da bir kaç ülkeye özgü bir distopya gibi görünebilir. Ancak hem ilaç endüstrisinin hem de kapitalist sistemin küresel gücü, (dünya nüfusuna oranlandığında) bir avuç zenginin mutluluk ve saadeti üzerine kurgulandığını açıkça ortaya koyuyor. Ve baştaki sorulara eklenecek son iki soru kalıyor?

Kim için yaşıyoruz? Kendimiz için mi onlar için mi?

Ek: Aşağıdaki film/dizi/belgesel önerileri bu olayı dolaylı ya da doğrudan olarak işlemektedir.

  • Dopesick (2021) - Dizi
  • Painkiller (2023) - Dizi
  • The Crime of the Century (2021) - Belgesel
  • All the Beauty and the Bloodshed (Hayatın Tüm Acıları ve Güzellikleri - 2022) - Belgesel

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi