Kerem Gürel
Modernite ve Örgütlü Şiddet
Yağmuru seviyor musunuz?
Sevmiyor musunuz yoksa?
Yağmurlu havalarda trafik kilitleniyor, yeni aldığınız o güzelim haki kabanınız yok yere ıslanıyor, şemsiyeler arasında yürümek bir işkence haline mi dönüyor sizin için.
Peki hoyratça ve umarsızca, bir yağmurun sizi sırılsıklam ıslatmasına en son ne zaman izin verdiniz?
Saçma bir düşünce mi sizce bu?
Atmosfere ilk nem damlacıkları ulaştığından bugüne yağmurlar dünyayı yıkamaya devam ediyor.
Eski insanlar için yağmur, hayatta kalmak demekti. Ekinlerin büyümesi, hayvanların doyması, kıtlığın bitmesi demekti. Islandığında üşüse bile, yağmura derin bir minnet ve saygı duyardı insan. Yağmur, dua ile çağrılan kutsal bir misafirdi.
Şehirde yaşayan modern insan için yağmur, hayatın akışını bozan bir "teknik aksaklık"tır. Trafiğin sıkışması, paçaların kirlenmesi, saçın bozulması, işe geç kalma riskidir. Modern dünyanın tanrısı "Hız" olduğu için, bizi yavaşlatan yağmur, bilinçaltımızda bir "pürüz" olarak kodlanır. Modern insan için yağmur; elinde kahveyle, sıcak bir battaniye altında, Spotify’dan hüzünlü bir liste dinlerken güzeldir. Bu, doğayla bir olmak değil, doğayı bir "dekor" veya "fon müziği" olarak kullanmaktır.
Moderniteyle birlikte büyüsü bozulan bir dünyada insanların yağmura bakışı bile değişmiş durumda. Eski insan yağmurla "iş birliği" yaparken, modern insan yağmurla "mücadele" eder hale geldi. Ve modernite dediğimiz şey bizden sadece yağmura olan bakış açımızı da çalmadı tabii.
Rönesans, Reform, Aydınlanma ve Sanayi Devrimi’nin doğal sonucu olarak ortaya çıkan bürokrasi araçsal aklı getirip hayatımızın tam ortasına bıraktı. Artık hayata dair her şey, ölçülebilir, planlanabilir, öngörülebilir ve maddi olarak değerlendirilebilir olarak düşünülmeye başladı. Alman sosyolog Max Weber’in tabiriyle modern insan dediğimiz, insanlığın bu en konforlu yaşayan cinsi aynı zamanda rasyonalitenin, bürokrasinin ve ideolojilerin zorunlu kalıplara döktüğü, anlam yitimine uğramış bir canlı olarak dolaşıyor dünya toprakları üzerinde. Weber bu dünyayı "Büyüsü bozulmuş dünya" (Almanca: Entzauberung der Welt) olarak tanımlar.
Modernitenin hayatımıza taşıdığı zenginliklerden(!) biri de “örgütlü vahşet”tir. Norbert Elias, Uygarlık Süreci (The Civilizing Process) adlı eserinde modernleşmeyi bir "ehlileşme" süreci olarak görür. Orta Çağ'da sokakta birini öldürmek veya sakat bırakmak sıradan bir olayken, modern devlet şiddet kullanma yetkisini kendi tekeline almıştır (polis, ordu). Bireyler artık birbirine şiddet uygulayamaz. İnsanlar artık duygularını bastırmayı öğrenmiştir. Dışarıdan gelen korku (ceza), yerini içeriden gelen korkuya (utanma, suçluluk, ayıplanma) bırakmıştır. Elias'a göre şiddet yok olmamıştır ama görünmez kılınmıştır. Örneğin hayvan kesimi artık şehir meydanlarında değil, mezbahalarda yapılır; deliler toplum içinde değil, akıl hastanelerinde tutulur.
Michel Foucault ise Hapishanenin Doğuşu (Discipline and Punish) eserinde tam tersi bir tablo çizer. Ona göre şiddetin "kanlı" olmaktan çıkması, onun azaldığı anlamına gelmez; aksine daha korkunç ve kaçılamaz hale geldiğini gösterir. Eskiden ceza, bedene eziyet etmek (işkence, idam) iken, moderniteyle birlikte ceza, "ruhu" ele geçirmeye ve bedeni itaatkar hale getirmeye odaklanır. Şiddet artık kırbaçla değil, okullar, kışlalar, hastaneler ve ofislerdeki kurallarla, kameralarla ve gözetimle uygulanır. Foucault'ya göre modernite, şiddeti azaltmamış, onu teknik ve bilimsel bir hale getirmiştir. Buna "biyopolitika" veya "disipliner iktidar" der. İnsanları öldürmeyen ama onları sürekli kontrol altında tutan, daha sinsi bir şiddet türü artmıştır.
Peki siz şiddeti nasıl tanımlıyorsunuz?
Eğer şiddeti sadece "kan ve ceset" (cinayet, işkence) üzerinden okursak Elias (ve bugün Steven Pinker) haklıdır. Dünya hiç olmadığı kadar güvenlidir. Ama şiddeti "baskı, stres, ruhsal çöküntü ve eşitsizlik" üzerinden okursak Foucault (ve bugün Byung-Chul Han) haklıdır. Günümüz dünyasında şiddet sadece şekil değiştirmiş ve ruhumuza sızmıştır.
Zaten dikkatle baktığımızda şiddetin azalmadığını, aksine şekil değiştirip daha disiplinli, örgütlü ve daha sterilize edildiğini görürüz. Zira Turgut Özal’a atfedilen “alışacaksınız” sözü gibi modern insan da örgütlü şiddete alıştırılmış, duyarsızlaştırılmış ve umursamaz hale getirilmiştir.
Modernitenin insanlığa hediyesi olan Holocaust (Yahudi Soykırımı) ve Holodomor (Ukrayna Kıtlığı) gibi olaylar, "Modernleşme şiddeti azalttı" (Elias/Pinker) tezinin karşısındaki en büyük ve en karanlık duvardır. Bu olaylar modernitenin şiddeti azalttığı tezini çürütmekle kalmaz daha korkunç bir gerçeği yüzümüze çarpar. Modernite, şiddeti "sanayileştirmiş" ve kapasitesini artırmıştır.
Bu durumu açıklamak için Polonyalı sosyolog Zygmunt Bauman'ın "Modernite ve Holocaust" tezine bir göz atmamız gerekir. Norbert Elias, modernitenin duyguları kontrol altına aldığını söylüyordu. Bauman ise Holocaust'un barbarlık yüzünden değil, tam tersine modern akılcılık, bürokrasi ve teknoloji sayesinde gerçekleştiğini savunur.
Bauman’a göre eski çağlarda katliamlar öfke, kin ve sıcak çatışma ile yapılırdı (duygusal şiddet). Holocaust ise bir fabrika düzeninde, duygulardan arındırılmış, "evrak işi" gibi yönetilen bir süreçtir. Gaz odasına giden süreçte makinist treni sürer, memur listeyi yapar, kimyager gazı üretir. Hiçbiri doğrudan "katil" gibi hissetmez, sadece "işini" yapar. Ve sonuç olarak modernite, evet bireysel vahşeti (sokakta adam öldürmeyi) azaltmış olabilir ama devlet eliyle yapılan, organize ve endüstriyel şiddeti mümkün kılmıştır.
Holodomor veya Holocaust gibi olayların bu kadar büyük çaplı olabilmesinin tek sebebi ise modernitedir. Orta Çağ'da bir tiran, bir halkı yok etmek istese bile bunu yapacak lojistik güce (demiryolları, nüfus kayıt sistemleri, iletişim ağları, endüstriyel silahlar) sahip değildi. Modernite, şiddet uygulamak isteyen iradeye muazzam bir "verimlilik" kazandırdı. Stalin'in Ukrayna'daki tahıllara el koyup yapay bir kıtlık yaratabilmesi (Holodomor), son derece modern bir merkezi planlama ve denetim mekanizması gerektiriyordu.
Bu noktada Bauman’ın modern devleti bir bahçıvana benzetmesine değinmek gerekir. Bahçıvan, bahçeyi "güzelleştirmek" için yabani otları ayıklar. Modern totaliter rejimler (Nazi Almanyası veya Sovyetler), toplumu "mükemmel" hale getirmek için bazı grupları (Yahudileri veya Kulakları/zengin köylüleri) "yabani ot" olarak görmüş ve onları rasyonel bir plan dahilinde yok etmeye çalışmıştır. Bu, Elias'ın bahsettiği "medenileşme"nin (kibarlık, nezaket) karanlık yüzüdür. Medenileşme, "düzen" takıntısını getirmiş, düzen takıntısı da "düzene uymayanları" yok etme arzusunu doğurmuştur.
Tüm bu süreç içerisinde ise insanları birbirine bağlayacak esaslı bir çimentoya ihtiyaç duyulunca sahneye ideolojiler çıktı. Bürokrasi soğuk bir iskeletti. Vergi toplar, nüfusu sayar, sınırları çizerdi. Ancak "Hayali Cemaat" (Milliyetçilik), o iskelete et ve ruh giydirdi. İnsanlar bir vergi dairesi (bürokrasi) için ölmezlerdi ama zihinlerinde kurdukları o kutsal "vatan" ve "millet" hayali (ideoloji) için canlarını verebilirlerdi. Modernite aklı araç, bürokrasiyi yöntem, ideolojiyi ise ruh olarak kullandı. Ancak bürokrasinin yarattığı "demir kafes" (Weber'in tabiriyle), insanı ruhsuzlaştırma tehlikesi taşıdığı için ideolojiler bu soğuk kafesi katlanılabilir kılan duvar resimleri gibi bir işlev gördü.
Ancak günümüzde ideolojilerin de bu işlevinde bir erozyon meydana geldiğini görebiliyoruz.
Günümüzde insanları bir arada tutan tek şey artık ideolojiler değil. "Tüketim alışkanlıkları" ve "yaşam tarzları" da yeni bir çimento görevi görmekte. Aynı markayı giymek veya aynı dijital platformları kullanmak, ideolojiden bağımsız yeni bir "biz" duygusu yaratabiliyor artık.
Büyük ideolojilerin (meta-anlatıların) çöküşüyle birlikte, insanlar artık devasa ideolojiler yerine daha küçük, parçalı kimliklere (çevrecilik, cinsiyet kimlikleri, alt kültürler) tutunmaktadır.
Her geçen gün daha fazla müptelası haline geldiğimiz günümüz teknolojisinin altyapısı (Big Data, Yapay Zeka, Biyometrik Gözetim), Holokost benzeri süreçlerin yaşanmasını sadece desteklemekle kalmaz, bu süreçleri çok daha hızlı, görünmez ve kaçılamaz hale getirir.
Bauman’ın "Bürokrasi ve Modernite" eleştirisini bugünün teknolojisine uyarladığımızda ortaya ortaya şöyle bir tablo çıkıyor ne yazık ki:
- Holokost’ta Nazilerin en çok zorlandığı şey "kimin Yahudi olduğunu tespit etmekti". Nüfus kayıtları taranıyor, kilise defterlerine bakılıyor, ihbarlar bekleniyordu. Bu yavaş ve hatalı bir süreçti.
Bugün devletler veya şirketler, insanların kim olduğunu, siyasi görüşünü, etnik kökenini, dini eğilimini, cinsel yönelimini onların beyanına gerek kalmadan, sadece internetteki ayak izlerinden (beğeniler, konum verisi, harcamalar) %99 doğrulukla tespit edebiliyorlar. Bauman’ın bahsettiği "Bahçıvan Devlet" (yabani otları ayıklayan devlet), bugün elinde dijital bir makasla bekliyor. Bir otoriter rejim, "Şu etnik kökene sahip ve muhalif olan herkesi listele" dediğinde, bu liste saniyeler içinde hazır hale gelebiliyor. 1940'larda aylar süren bu işlem, bugün bir SQL sorgusu kadar sürüyor.