İyi uykular(!)

Elleme!

Yapma!

Kurcalama!

      ●     

Ah beni bu üç söz öldürüyor!

Nasıl öldürmesin?

Doğduğu andan itibaren çevresine hayret dolu gözlerle bakan, yeni katıldığı bu dünyayı tanıma gayretine düşen çocukların merak duygularını kısa sürede iğdiş etmede, budamada kullandığımız makasvari sözler değil mi bunlar?

“Onu elleme, bunu yapma, kurcalama, sorma…” Dilimizde hep bir -me, -ma…

İstiyoruz ki onlarda kısa sürede bizim gibi bu dünyaya alışsınlar. Yaşam onlar için de bir alışkanlık haline gelsin. Çocuk olmanın en güzel yönünü, hayret etme yetisini alıyoruz ellerinden. Saflığın ayarını bozuyor güya kendimizce en uygun alaşımı yaratma derdine düşüyoruz. Sabrın yenik düştüğü bu kara düzen bana Doğan Cüceloğlu’nun bir kitabında rastladığım kör adamın hikayesini anımsattı. Hikayeyi daha iyi anlaşılabilmesi için biraz uzunca alıntılayalım:

“Dere, tepe, dağ, bayır dolaşmayı seven tek gözlü bir adam varmış, yürür yürür gidermiş, gider gider yürürmüş. Bir gün uzaklarda, renkleri karma karışık, alacalı, bulacalı garip bir köy görmüş. Yaklaşmış köye doğru, yollar bir tuhaf, evler bir tuhaf insanları bir tuhafmış bu köyün.

Girince köyün içine anlamış meseleyi: körler köyü imiş burası. Kadınlar, erkekler, çocuklar, velhasıl herkesin sımsıkı kapalı imiş gözleri...

Bizim tek gözlü gezgin karar vermiş bu köyde yaşamaya; ‘Hiç değilse benim bir gözüm var’ diyormuş. ‘Körler ülkesinde şaşılar kral olur derler; ben de bunların başına geçer kral gibi yaşarım.’

Körlerin gözleri yokmuş ama, elleri burunları, bilhassa kulakları çok hassasmış ve kendi kurdukları düzenlerinde yuvarlanıp gidiyorlarmış…

Bir gün körlerden biri öteki körün malını aşırmış, bunu sadece tek gözlü adam görmüş ve bağırarak ilan etmiş;

-‘Filancanın malını filanca çaldı!!!’

Körler, ‘Nereden biliyorsun, o kadar uzaktan duyulmaz ki, demişler.’

Tek gözlü adam, ‘Ben duymadım gördüm. Gözüm var benim, görüyorum.’ demiş.

Körler göz diye, görme diye bir şey bilmiyorlarmış. Uzun yıllardır çoktan unutmuşlar bu hissi.

(Bir türlü adamın ne anlattığını, görmenin nasıl bir şey olduğunu anlayamamışlar) Adamı yaka paça yakalayıp köyün hekimine götürmüşler. Hekim de kör tabii. Elleri ile adamı yoklamaya başlamış. Vücudunda, bacağında, yüzünde gezdirirken elini;

- ‘Buldum’, demiş, ‘bozukluk burada!’

Adamın açık olan gözünü kastederek hekim devam etmiş, ‘Saçmalaması bundan dolayı, ben şimdi düzeltirim hallederim bu işi.’

Körler ülkesinde kral olmaya kalkan tek gözlü gezgin zor kurtarmış kendisini oradan.”

     

Biz yetişkinlerin dünyasında hayret etme yetisi bir mum gibi eriyip gidiyor yaş aldıkça. Dünyayı sahip olduğu tüm muhteşemliği ve gizemine rağmen alışkanlık haline getiriyor, bir şekilde yaşama mucizesini yaşayıp gitmeye evirebiliyoruz. Dilimize yerleşen “uslu çocuk” tabiri bile oturduğu yerden kalkmayan, sorularıyla ebeveynlerini bunaltmayan, ellemeyen, kurcalamayan çocuklar için kullanılıyor daha çok. 

Bu köşede çok sevdiğim için çokça alıntıladığım kitabı Sofie’nin Dünyası’nda yazar Jostein Gardeer insanların felsefeye olan ilgisizliğini şu şekilde anlatır:

“Acıklı olan, büyüdükçe alışkanlıklarımızın sadece yerçekimi yasasıyla sınırlı kalmaması. Aynı zamanda dünyanın kendisine de alışırız.

Görünen o ki, çocukluğumuz sırasında dünyaya hayret etme yeteneğimizi kaybediyoruz. Ama bu sırada çok önemli bir şeyi de kaybetmiş oluyoruz. Filozofların tekrar hayata kazandırmak istedikleri şey de budur işte. Derinlerimizde bir yerde bir şey bize hayatın büyük bir sır olduğu söyler. Bu, düşünmeyi öğrenmeden çok önce yaşadığımız bir duygudur.”

     

Bugün bizim için ülke insanının da eğitimin de temel sorunu bu olmalı. Çocuklardaki merak duygusunu, öğrenme arzusunu bitkisel hayata soktuğumuzda sınıflarda zaman geçirmekten keyif almayan, sormayan, sorgulamayan, araştırmaktan, öğrenmekten imtina eden; kendine söyleneni, gördüklerini, empoze edilenleri kolayca gerçek olarak kabul eden nesiller yetiştiriyoruz. Sahip oldukları büyük zenginliğe, her an bilgiye, farklı yorumlara, düşüncelere ulaşabilecekleri bir zenginliğe rağmen onlar ellerinde tuttukları ekrandan TikTok lağımından damlayanları, Instagram sayfalarından dökülenleri takip etmeyi daha cazip görüyorlar. Düşünmek zor ve çaba isteyen bir süreç olarak algılanıyor. Beyin adeta bir depo olarak kullanılıyor okullarda. Sınav öncesi bilgileri depola… Kullan... Sonrasında depoda unutulan mallar gibi çürümeye bırak… Öğrenmeden, üzerinde düşünülmeden, yeni bir fikir doğurmadan edinilen bilgi kolayca buharlaşabiliyor. Özümsenmeyen, emilmeyen bilgi bireyin düşünce dünyasında da bir zenginleşmeye sebep olamıyor haliyle. Sonuç… Sonuçta testlerde başarı sağlasa bile bir fikri yorumlayamayan, özetleyemeyen, kompozisyon yazmaktan kaçan gençler geliyor katılıyor topluma… Okullar ezber yuvası olmaktan öteye geçemiyor.

     

Düştüğü toprakta kısa sürede gelişip çevredeki her şeyin üzerini saran Kudzu Sarmaşığı gibi bizim de günlük yaşamda sığlık her tarafımızı sarmış. Edebiyattan sinemaya, gündelik ilişkilerden kullanılan dile kadar sığlığın istilası altındayız. Ve daha küçük yaşta -me, -ma bıçağını indirerek merak duygusunu, hayret yetisini budadığımız gençleri böylece sığlığa çok daha kolayca kurban verebiliyoruz.

Ve sonrası…

Sonrası Antalya’da emekliye ayrılan bir tarih öğretmeninin ders esnasında çektiği fotoğrafa benziyor..

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi