Begüm Erdoğan

Begüm Erdoğan

Lanthimos’un Tuhaf Dünyası

filminden değil, yönetmenliğinden de bahsetmek lazım bu sıra dışı Yunan yönetmenin. Bu amaçla sizi, yakın zamanlı bir kısa filmine ve bir kült haline gelmiş uzun metraj filmine bakmaya davet ediyorum. İşte geçmişten günümüze Lanthimos...

  1. Köpek Dişi (Kynodontas) 2009 (MUBİ)

İşin aslını söylemek gerekirse, bu film Yunan yönetmenin izlemesi en zorlu filmlerinden. Film, dış dünyadan neredeyse tamamen koparılmış bir şekilde büyütülen üç çocuğun yaşantısını konu alıyor. Bu çocuklar, dili de dünyaya dair her şey gibi ailelerinin hastalıklı zihinlerinden ortaya çıktığı şekliyle öğreniyorlar. Ama bu bir mübalağa değil, gerçekten de ebeveynler çocuklara evin dışındaki dünyaya ait kelimeleri, evin içerisinde görecekleri farklı objelermiş gibi öğretiyorlar. Mesela “telefon” tuzluk oluyor, “deniz” ise ahşap kolçaklı deri bir koltuk…

Çıktığı anda sinema dünyasını kasıp kavuran bu filmde aslında Lanthimos’un sinematik dilinin oturmasını gözlemliyoruz. Kişiselleşmekten uzak bir sinematik dil kullanıyor Lanthimos, zoomlar, statik shotlar ve “pasif kabulleniş” olgusunu çarpıcı bir şekilde kullanıyor.

  1. Nimic 2019 (MUBİ)

Başrolünde Matt Dillon olan bu kısa film, profesyonel bir çellocunun metroda karşılaştığı bir yabancıyla tuhaf bir deneyim yaşamasını konu alıyor. Ana karakter, pasif bir kabullenmişlikle hareket ediyor ve yaşanan olaylar dünyanın doğal akışıymış gibi yadırgamadan ve sorgulamadan hayatına devam ediyor.

İşte Lanthimos’un sinemasındaki önemli vurgulardan birisi olan “pasif kabulleniş” bu filmde daha da öne çıkıyor. Neden bu karakterler, dünyalarındaki tüm gariplikleri ve tuhaflıklarını sorgusuz sualsiz kabul ediyorlar? Peki bu sorunun öbür tarafında olan bizler, kendi dünyamızda sorgulamadan neleri kabul ediyoruz?

  1. Zavallılar (Poor Things) 2023 (Vizyon)

Her şeyden önce bir çocuğun büyüme hikayesini anlatıyor “Poor Things”. Bir tür deney gibi aynı zamanda, “eğer bir kadın sosyal baskılardan tamamen özgür bir şekilde büyüyebilseydi, nasıl olurdu?” diye soruyor. Olduğu insanı ve aydınlanmayı arıyor Emma Stone’un canlandırdığı Bella Baxter. Bununla birlikte gerçek bağlantılar da arıyor. Sevgisini, onu kontrol etmek ve sahiplenmek isteyen insanlarla değil, ona dost olacak insanlarla paylaşmak istiyor.

Filmde, Yunan yönetmenin önceki filmlerinden çok farklı gözüken ve çok farklı hissettiren taraflar var. Yukarıda bahsettiğimiz filmlerle zıt olarak, Bella’dan hiç de kopuk değiliz. Aksine, derin bir kişisellik var Bella’nın hikayesinde. Buna ek olarak Bella, “pasif kabulleniş” temasının antitezi gibi. O her şeyi sorguluyor, tüm algısal engellerin üstünden süzülerek zarafetle geçiyor. Sinema dili bizi ondan koparmıyor, aksine onun dünyasına yaklaştırıyor. Mizansenler mesela, George Melier’nin setlerinden fırlamış gibi çünkü Bella’nın algısı öyle.

Bir taraftan da aslında yönetmen kendi izleklerini sürdürüyor filmde, “The Favorite” adlı filminde mekanlar ve insanlar arasındaki kopukluğu gözler önüne sermek için kullandığı geniş açılı lensleri bu filmde neredeyse hiç bırakmıyor Lanthimos. Her şey Bella’nın bakışını yansıtacak şekilde romantik ve bir taraftan da çarpık.

Peki ya oyuncular? Emma Stone! İnanılmaz gerçekten. Kendini daha önce “The Favorite” filminde birlikte çalıştığı yönetmene bırakıyor ve ortaya çıkan performans müthiş. Belirtmek lazım, William Dafoe ve Mark Ruffolo da azımsanmayacak derecede harika performanslar veriyor. Gerçekten de bu kadronun performansları aday oldukları Oscar’lara layık.

Kıyafetleriyle ve renkleriyle Bella’nın dünyasıysa estetik olarak keyifli, duygusal olarak sarsıcı bir deneyim sunuyor. Sonunda da günlerce aklınızdan çıkmayacak bir şekilde Bella’ya tutunuyorsunuz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Begüm Erdoğan Arşivi