"Bu kitap gençliğime bir ağıt"

“10 - 15 yıl önce tiyatro yaptığımız, eğlendiğimiz, büyüyüp geliştiğimiz tüm mekânların büyük bir şiddetle el değiştirmesi insana geçmişini kaybettiği hissini veriyor. Sanki hiç yaşanmamış. Anılarınız silinip atılmış. Kanıt yok."

‘Yalnız’ romanıyla 2022 yılında Attila İlhan Edebiyat Ödülü’nü kazanan Zeynep Kaçar, Notre-dame De Sion Edebiyat Ödülü’ne de layık görüldü. Kaçar, ‘Yalnız’ romanında bu toprakların kadınlarından birinin, Feray’ın hikâyesini anlatıyor. Feray tanıdık bir kadın. Aşkla evlendiği adamın esiri haline gelmiş, fizik öğretmeni olarak başladığı kariyeri evliliğiyle sona ermiş, kutsallık atfedilen annelik duygusuyla mücadele eden, benliği unutturulmuş bir kadın. Yaşadığı onca acının ardından Feray’ın annesi ona “Bir kadın için en büyük erdem unutmaktır” diyor. Oysa Feray yaşadıklarını unutmuyor, unutamıyor. Yaşadıklarını, içindeki çığlığı “İçimde sessiz canavarlar uluyor” diye anlatıyor. Ödülün ardından ulaştığımız Zeynep Kaçar’a Feray’ın hikâyesini sorduk.

‘Yalnız’ romanınızla iki ödüle layık görüldünüz. Kitapta anlattığınız Feray yakanızı pek bırakmayacak gibi. Onunla aslında pek çok kadının yarasına parmak basıyorsunuz. Öncelikle duygularınızı öğrenmek isterim.

Yazmak hep geçmiş zamanda yapılan bir iş, geçmişte ve tek başına. Yankısı çok sonra size ve başkalarına ulaşıyor. Ödül almak elbette mutluluk verici. Çabalarınızın görünür ve değerli olduğunun zarifçe dile getirilmesi.  Feray'ı seviyorum. Tüm çelişkileriyle. Öyle veya böyle zaten hep benim bir parçam olarak kalacak.

Oyunculuğun yanı sıra tiyatro metinleri de kaleme alıyorsunuz. Kitabı okurken Feray’ın hikâyesini tiyatro sahnesinde ya da bir sinema filmi olarak izleyebilir miyiz diye düşündüm.

Tiyatro oyunu olabileceğini pek sanmıyorum. Bir oyun tek odaklı olmalı bana göre. Roman ise çok geniş bir alanı kapsıyor. Böylesi bir genişliği bir / bir buçuk saatlik bir metne indirmek çok zor. Film ya da dizi olmasını isterim. Oradaki olanaklar Feray'ın ve Türkiye'nin otuz yılını anlatmak için çok daha uygun.

Kitabınızın başında Latife Tekin’in ‘Sevgili Arsız Ölüm’ kitabından bir alıntıya yer veriyorsunuz. Dirmit “Şiirlerimi yırttılar, şiirlerimi yırttılar” diyordu. O da aile baskısından kendisini yaşayamayan bir karakter. Aynı zamanda Didem Mamak’ın dizeleri var: Bir süredir plastik vazolar gibi hiç kırılmıyorum. Fakat korkuyorum.  Her iki alıntı da kitabı bitirip yeniden başa döndüğünüzde Feray’ın ağzından dökülmüş sözler gibi. Bu topraklarda kadınların yaşadıklarını yine en iyi kadınlar anlatıyor sanırım değil mi?

İçeriden bir bakış kadınınki. Erkek yazarın kadını anlatması bir gözleme dayanıyor. Doğal olarak yanlı bir gözlem üstelik. Kadın yazarın kadını anlatması kendi gerçeğini bulup çıkarması, onu yaşayarak, bilerek, ruhuyla, etiyle kemiğiyle var etmesi demek.

"Feray'ın hapsolduğu durum fantastik"

Bir söyleşinizde fantastik bir kitap yazdığınızı söylemişsiniz. Bugün yaşadığımız Türkiye’ye bakınca hâlâ fantastik bir öykü yazdığınızı veya Feray’ın fantastik bir karakter olduğunu söyleyebilir misiniz?

Fantastik bir yanı olduğunu düşünüyorum Yalnız'ın. Ama bu Feray'ın karakterinde değil, içine hapsolduğu durumla ilgili. Onun görünme ve gözlerden uzak tutulma biçimiyle ilgili. Orta yaşlı her kadın gibi görünmez olması ve Veli tarafından bir sandığa kapatılıp uzun süre orada yaşayabilmesi bir fantezi. Fizik ve metafiziğin çatışması roman boyu süren bir şakaydı benim için. Yoksa Feray tam da bu ülkenin gerçeklerini yaşıyor elbette.

Feray, Esma, Defne, Cennet ve diğer kadınların yaşadıkları zulmün, eril şiddetin yanı sıra değişen bir kenti de anlatıyorsunuz. Feray’ın yaşadığı değişimle İstanbul’un değişimi arasında nasıl bir paralellik var?

Kentler politikadan muaf değil. Romanda karakterlerin savrulup durduğu iki şehir, Bursa ve İstanbul değişimden payını alıyor. Gerçek hayatta olup bittiği gibi yazmaya gayret ettim bu büyük değişimi. Feray tıpkı İstanbul gibi muhafazakâr bir tavrın koşullarına tabi oluyor. Şehir hızla kaotikleşirken Feray da o şehrin yeni koşullarında kendini kaybolmuş hissediyor.

Beyoğlu’nun değişen çehresi, gittiğiniz mekânlar, tiyatro, sinema afişlerinin olmaması ya da kitapçıların azalması Feray’ın şehre dair yaşadığı acıyı da anlatıyor. Örneğin pek çok gencin eğlendiği, vakit geçirdiği kendisinin de sahneye çıktığı Kemancı’yı yerinde bulamıyor. Bu kitap aynı zamanda gençliğinize bir ağıt mı?

Tamamen öyle. Daha on / on beş yıl önce tiyatro yaptığımız, eğlendiğimiz, büyüyüp geliştiğimiz tüm mekânların büyük bir şiddetle el değiştirmesi insana geçmişini kaybettiği hissini veriyor. Sanki hiç yaşanmamış. Anılarınız silinip atılmış. Kanıt yok.

"Yolda olmak Feray'ı özüne yakınlaştırıyor"

İstanbul’un değişen atmosferini anlatırken geçmişe ait tüm izlerin silindiğini yazıyorsunuz. Feray’ın bebeğini kucağına aldığı andan itibaren yaşadıkları, kimseye duygularını anlatamayışı, eşinin günden güne ondan uzaklaşması ve sonunda kocasının doktorluğu bırakıp üfürükçülüğe başlaması, kendini bir tarikat lideri olarak konumlandırması… Tüm bu karakterler için de köksüz diyebilir miyiz? Feray kaybolduğu boşlukta kendini bulabiliyor mu?

İnsan yalnız. Romanda tüm karakterler, hepsi ayrı ayrı kendine özgü biçimlerde yalnız. Ama kimse Feray kadar yalnız bırakılmayı hak etmiyor. Geçmişi, idealleri, dostları, ailesi, sonunda kızı, bir zamanlar sevdiği adam tarafından parça parça ediliyor, külleri havalara savruluyor. Ama hem çok güçsüz hem çok güçlü olma çelişkisiyle hepimiz kadar insan Feray. Derin bir körlükten uyanıp gözlerini gerçeğe açabildiğinde, önce kendini bulması gerektiğini anlıyor. Yolda olmak Feray'ı özüne yakınlaştırıyor. Bir zamanlar kaybettiği kendine.

Feray’ın sabrı, yıllarca susturulması hatta görünmezliği her satırınızda okurun içini burkuyor. Çıldırdığı anlarda çığlık atıyor, kimse onu susturamıyor. Deli muamelesi yapıyorlar Feray’a. Okurken karakterle bir olup sabrımın sınırlarında dolaştığımı hissettim. Siz yazarken neler hissettiniz? Bir çığlık koptu mu içinizde?

O gün hissettiklerimle ilgili oluyordu genelde yazdıklarım. Romanı neredeyse iki yılda tamamladım. Sürekli aynı duygunun içinde kalmak imkânsız. Ama duyguyu takip etmek şart. Bazen samimiyetle hissederek, bazen de sadece işimi yaparak yazdım. Belki aylar sonra araya kalbimi yakan bir cümle ekledim, işimi yaptığım sayfalar böylece bir duygu kazandı. Epey eğlendiğim yerler de oldu ama romanın ağır atmosferinde okuyucu galiba benim kadar eğlenmedi o cümlelerde.

"Unutmak tüm suçları örtbas ediyor"

Feray’ın annesi ona “Bir kadın için en büyük erdem unutmaktır” diyor. Oysa Feray yaşadıklarını unutmuyor, unutamıyor. Çocuğunu elinden alıyorlar. O günden sonra sessiz bir canavara dönüşüyor. Ancak sabırla öcünü alacağı günü bekliyor. “İçimde sessiz canavarlar uluyor” diyor. Kadınlardan neden unutmaları bekleniyor?

Unutmak örtbas ediyor çünkü tüm suçları. Unuturmuş gibi yapmak, sineye çekmek, affedici olmak, narin, zarif, kibar, alçak gönüllü olmak hep kadınlara düşüyor. Erkeklerin de kendi dünyalarında üstlenmek zorunda kaldıkları yakıcı roller var tabii ama kadınların her şeyi o kadar içerde halletmesi bekleniyor ki sonunda kurtlar gibi ulumak gerek o yükü dışa vurabilmek için.

Zeynep Kaçar hakkında

Zeynep Kaçar, 1995 yılında MSM Tiyatro Bölümü’nden, 1999’da İstanbul Üniversitesi Dramaturji Bölümü’nden mezun oldu. Oyunları, 2007-2017 yılları arasında Toplu Oyunlar başlığıyla Mitos Boyut Yayınları tarafından yayımlandı. Ayrıca çeşitli tiyatrolar, devlet ve şehir tiyatroları tarafından sahnelendi. Eserleri İngilizce, Çince ve Fransızca’ya çevrildi. ABD, Tayvan ve İsveç’te sahnelendi. Radikal Kitap, Varlık Dergisi ve çeşitli web sitelerinde tanıtım ve eleştiri yazıları yayımlandı. 2000 yılında Tiyatro Boyalı Kuş ve 2008’de Bab-ı Tiyatro’yu kurdu. Yazar, oyuncu ve yönetmen olarak da bu topluluklarda görev alan Kaçar, Sahne 3’te eğitmenlik de yapıyor. Yazarın ilk yayımlanan romanı Kabuk.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Eda Yılmayan Arşivi