Eda Yılmayan
Başar Başarır’dan atasözleri defteri: “Fukaranın ahı tahtından indirir şahı”
“Atasözlerine eskiden beri meftunum” diyen Başar Başarır, ‘Fukaranın Ahı’ adını verdiği yeni kitabında bir atasözleri defteri tutuyor. Yanlış duymadınız bu bir kitap değil, bir defter. Hem de içinde atalarımızın yüz yıllar önce söylediği bugün de hala geçerliliğini koruyan sözler var. Başarır defterinde onları öyle bir harmanlıyor ki günümüzle bağlıyor ve okura sorular soruyor. Bazen hiç düşünmediğiniz biçimde bir atasözüne farklı açıdan bakarken buluyorsunuz kendinizi. Bazı sözler o kadar çok kadınların söylediklerini çağrıştırıyor ki onlara atasözü demek yerine ana sözü demeyi tercih ediyor. Başarır’la söyleşimize kitaba adını veren fukaranın ahından başladık.
Neden Fukaranın Ahı? Bunu kitapta da anlatmıyorsunuz.
Anlatmıyorum çünkü kitaplar teorik olarak uzun mesafe koşuları. Bir kitap yayınlıyorsanız temel beklenti kalıcı olmak. Kitap çıktıktan on yıl sonra hatırlanıyorsa bir anlamı var. İyi bir kitap on yıl sonra da kalacaktır. Böyle baktığım için kitapta İstanbul’un seçilmiş belediye başkanının eften püften sebeplerle içeriye atılıp hukuka siyaset darbesinin vurulmasından bahsetmedim. Çünkü belki on yıl sonra bunlara güleceğiz. “Fukaranın ahı, tahtından indirir şahı” doğrudan Türkiye’nin içinden geçtiği politik kaosa ve hukuksal çöküşe yönelik bir sözdür ama elbette ki bu güzel sözü ben uydurmadım; atalarımızın sözü. Kitapta da söylediğim gibi temenni mahiyetinde söylenen bir söz. Çünkü biliyoruz ki hayatta işler böyle olmuyor. Fukaranın ahı şahları kolay kolay tahttan indirmiyor. Bu dua uzun zamanlar içinde yerine geliyor. Biz yine de canı yürekten söyleyelim.
“ATASÖZLERİ BİR ÇEŞİT ARKEOLOJİ”
Atasözlerine olan meftunluğunuz nereden geliyor?
Türkçeyi çok seviyorum. Eskisiyle, yenisiyle, günceliyle, her haliyle seviyorum. Atasözleri de bir dilin en önemli hazinelerinden biri. Dil maceranız boyunca ürettiğiniz toplam dağarcığın çekirdeği atasözlerinde duruyor. Tabii bu bütün atasözleri çok iyidir anlamına gelmez. Bugün için çağ dışı kalmış birçok atasözü de var ama dil değeri olarak onlar benim için hâlâ kıymetliler. Onları da deftere yazıyorum. Defterime kitaba koymadığım, dile getirmediğim, tekrar üretilmesine destek olmak istemediğim atasözlerini de yazarım. Bu sözler Türkçe konuşan insanın ne olduğunu anlatır bize. Atasözlerine bakarak toplumu anlamaya çalışmak bir çeşit arkeoloji aslında.
Neden bir kitap değil de defter? Atasözlerinin nesiller boyu aktarıldığından söz ederek bunu açıklıyorsunuz ama bir yandan da okura “Bir kitabı defterden ayıran nedir?” diye soruyorsunuz? Nedir bu ayrım? Kitap aslında yazarın bitmiş defteri değil midir?
Özünde bütün kitaplar bir defter olarak başlar hayatına. Bir defter alır ve yazmaya başlarsın. Çoklukla o defter bir kitap olmayı arzular ama hepsi olamaz elbette. Kitaba dönüştüğü zaman içeriği değişmemiştir. İkisinin içinde de aynı şey yazar. Fakat zaman denen o büyük yargıcın önüne çıkıp muhakeme gördüğünde kitap kalıcı olmayı başardıysa yıllar sonra da okuruz. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü söyleşi öncesi konuştuk seninle. Neredeyse 75 yıl olmuş. Bu çerçevede eğer kalıyorsa iyi ki kitap olmuş deriz ama birinci baskıda unutulup gidiyorsa basılmış, basılmamış önemi yok! Defter dememin sebebi ise başrolde atasözleri var ama atasözlerinin telifi bana ait değil, atalarımızın sözleri.

Babanız köy enstitülü bir ilkokul öğretmeni ve babanızdan size kalan atasözlerine de defterinizde yer veriyorsunuz. Örneğin; “Karnı doyan misafir pabuçlarını arar.” Bu ilginin ardında babanızın etkisi olduğu aşikâr değil mi?
Peder bey rahmetli acayip bir adamdı. Çok güzel lafları vardı. Atasözleriyle, deyimlerle, Türkçeyle köprümü kuran babamdır. Sözlü kültür adamıydı. Önce dedemden başlayayım. Dedem iki savaş gazisi, Balkan ve Çanakkale Savaşlarından sonra köye topal dönmüş ve köylü de dedeme acıyıp kahveyi işletmesi için vermiş. Babam kahvecinin oğlu, ayrıcalıkları olan bir çocuk. Bir kere şeker çuvalına yakın. 1936 doğumlu. Üç yaşından itibaren savaş var, şekerin yanında olmak çok kıymetli. Kahvede herkes sigarayı mangaldan yakıyor. Babam da maşayı tutuyor ve yetişkinlerin arasında laf dinliyor. Kahvede büyüdüğü için köy ağzını çok iyi biliyor. Dokuz yaşında dedem ölüyor, babam kardeşleriyle ortada kalıyor. Annem halalarımı evlendiriyor, babamı da köy enstitüsüne yatılı veriyorlar. Lakin babamın okumakla yazmakla bağı yok! Haylaz, yaramaz bir çocuk. Hatta ilkokul birde sınıfta kalmış bir çocuk. Köy enstitüsüne gittiği zaman deneme sınavı yapıyorlar, okuma yazma çat pat, dört işlem nafile. Hazırlık okuyacaksın diyorlar. Enstitüden çıktığı zaman hayatın kaç bucak olduğunu anlamış durumda. Tayini Afyon’da bir kasabaya çıkıyor. Anadolu’dan dönüp İstanbul’a geldiğinde evleniyor, çoluk çocuk sahibi olunca anlıyor ki öğretmenlikle para yetmeyecek. Yarım gün Aksaray-Eminönü hattında dolmuş şoförlüğü yapmaya başlıyor.
O da günlük dile hâkim olmasını sağlayan bir deneyim.
Şoför argosu acayip bir şey, genellikle de müstehcen. Adamlar dikiz aynasından dünyayı seyrediyorlar. O dünyadan babam eve çok şey getirdi. İnanamayacağın zenginlikte hikâyeler ve sözler. Ben o dil coğrafyasının içinde oynayarak büyüdüm.
“SİYASETİN DİLİ TOPLUMA YAYILIYOR”
Defterinizde bazı deyimlere de yer veriyorsunuz. Dikkatimi çeken “dili güllü” oldu. Çok güzel bir ifade. Siyasetin kötü dili topluma da sirayet etmiş durumda. Ülke olarak ne kadar çok güzel söze, dili güllü siyasetçilere ihtiyacımız var değil mi?
Güncel siyaset bizim gibi insanlar için zaman kaybı. Tartışılan konular sönüp gidiyor. Buna harcanan enerji haramdır. Bunu kendime de söylüyorum. Sadece Türkiye değil dünyada da durum benzer. Söylediğin çok güzel bir şey var. Siyaset dili yukarıdan aşağıya doğru topluma yayılıyor. 20 senedir Türkiye benzer bir zihniyet tarafından yönetiliyor. Aynı zihniyet kadın cinayetlerinde karşımıza çıkıyor, “Ya benimsin ya toprağın” dünyasına dönüşüyor ya da trafikte, komşuluk ilişkilerinde karşımıza çıkıyor. İnsanların bir araya geldiği her yerde birbirlerine nasıl davrandıklarına bakarsanız “Balık baştan kokar” dersiniz. O kabalık, o “ben yaptım oldu” tavrı, bütün o olumsuz tavırlar, yukarıdan aşağıya topluma giydirilen bir elbise gibi. O yüzden de bakmamak lazım siyasete.
Peki dili güllü?
Deyimler yöresel de olabiliyor. Ağzından bal damlamak ya da bal dudak gibi. Güzel konuşmak her zaman marifet sayılır. Kitabın sonundaki sözü yeniden hatırlatmak isterim: “Bir güzel söz insanın içini üç kış ısıtırmış.” İyi şeyler duymaya ihtiyacımız var. Bunları söyleyebilen de az insan kaldı. Yapmacık olmadan, samimiyetle söylemek zor iştir. Küçümsenecek bir iş değildir! Bu kitaba koyduğum seçilmiş atasözleri, deyimler benim hazinemdir, en kıymetli hazinem.
“DİL TUTUCULUĞU BİZİ BİR YERE GÖTÜRMEZ”
“Takvimler değişmiş, alfabeler gitmiş, imparatorluklar yıkılmış, tahtlar devrilmiş, ülkeler kurulmuş ama atasözü söylendiği yerde duruyor” diye yazıyorsunuz. Hatta bugün yapay zekâ bile bu kadarını uyduramaz diyorsunuz. Bir de “Asıl vatan dildir, anavatan anadildir” ifadeniz var. Peki anadilimizi acaba yeteri kadar iyi konuşabiliyor muyuz? Yeni kuşaklar bunun farkında mı?
Dil yaşayan bir şey, organik. Donmuş, kalmış sabit bir şey değil. Güncel ihtiyaçlara karşılık verecek şekilde değişiyor. Tık’lamak, like’lamak gibi örneğin. Buna karşı direnemeyiz. Dil tutuculuğu bizi bir yere götürmez. Dili akan bir nehir olarak görüyorum ve nehir yollarını değiştire değiştire gidiyor. Dilin cemaziyelevvelini de seviyorum. Eskisine meftunum ama, kızımın deyişiyle, yenisine de boş değilim. Buradaki güzelliği görmek, bunu kucaklamaktan yanayım. Aksinin yanlış olduğunu düşünüyorum. Keşke bir dil otoritemiz olsa, ama öyle bir otorite yok! TDK bir otorite değil. Her şeyi tartışarak, kamuyla paylaşarak bazı değişikliklerin yapılmasından yanayım. Çünkü dil donmuş değildir. Örneğin de/da bağlaçlarının ayrı yazılıp yazılmaması konusunu dahi konuşabilirim. Ki’leri de mi birleştirsek acaba? Ne olur, dünyanın sonu mu gelir? İnsanlar bunu yapamıyorsa nereye kadar direnebiliriz?
Dil yenisini alıp eskisini kaybetmeden geliştiği, çoğaldığı müddetçe ilerliyor. Yenisi alıp geçmişini kaybetmeye başlarsa sığlaşıyor. Bu sığlaşma da olumsuz sonuçlar veriyor. Benim bir elim 1070’lerde Kaşgarlı Mahmud’da, bir elim kızım Hazan Başarır’da. O da bana “Peder Bey perşe nişo” diyor. Yani “perşembe akşamı Nişantaşı’na gideceğim” diyor. Böyle bakmak istiyorum. Birini yüceltip diğerini kötülemek değil amacım. Genç nesil elbette okumadığı, duymadığı ve sınırlı bir kelime hazinesinin içinde döndüğü için fukaralaşıyor. Dilden kopuyor aslında. Oysa Türkçe kucaklayıcı bir dildir. Türkçe’nin köklerine bakarsanız İtalyanca, Süryanice, Ermenice, Rumca vardır. Osmanlı İmparatorluğu’nun hüküm sürdüğü her yerdeki toplulukların yerel dillerinden alınmış sözcükler, kavramlar vardır. Piyango sözcüğü İtalyancadır örneğin. Bu dilleri bir arada yaşatırken bunların güzelliklerini unutup günün getirdikleriyle idare etmeye kalkmak biraz varlık içinde yokluğa benziyor. O nedenle gençlere söyleyeceğimiz şey; okumalısınız. İyi örnekler okumalısınız. Sadece dil açısından da değil insani açıdan, başkalarının ne hissettiğiyle, kazandığınız iç görü ile zenginleşeceksiniz.
Okuma nasıl aşılanır peki?
Yıllar önce izlediğim bir programda Çetin Altan ve yanında oğulları Ahmet ve Mehmet Altan vardı. Sunucu çocukların eğitiminden yola çıkarak “Okuma alışkanlığını çocuklarınıza nasıl kazandırdınız” diye sordu. Çetin Altan kahkahalarla güldü. “Çocuğa oku mu denir yahu. Kitabı koyarsın bir yere, sen de okursun, eninde sonunda o da alır okur. Çocuğa oku falan denmez” dedi. Ben de öyle düşünüyorum. Çocuk önce anne babanın okuduğunu görecek. Ne görüyorsa ona alışıyor insan.
Neler okumalı gençler peki?
Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, Yaşar Kemal’i, Oğuz Atay’ı, Nazım Hikmet’i, Hilmi Yavuz’u, Sait Faik’i okumalılar. Onları okumak benim gözümde Türk klasiklerini okumak demek. Geçmişe merakı varsa geriye doğru gidebilir. Esendal’ın hikâyelerini okumak, Yahya Kemal’in şiirlerini okumak insanı zenginleştirir. Günümüze doğru yaklaşırken şu topraklarda doğup büyümüş “Ben Orhan Pamuk okumadım” diyen adam görmek beni hayrete düşürür. Leyla Erbil, Sevim Burak, Orhan Kemal, Kemal Tahir okumak lazım. İstanbullu paşa çocuğudur Kemal Tahir. Hapishanede görmüş Anadolu’yu. “Hiç mi âşık olmadın da Attila İlhan’ı duymadın” diye sorardım üniversitede ders verirken ya da Orhan Veli nasıl bilinmez? Bunları okuyacak ve daha sonra kendi yolunu çizecek. Ses olarak Sevim Burak, Leyla Erbil sana iyi geliyorsa orada Yusuf Atılgan var. Günümüz yazarlarından Ahmet Büke’yi okumalarını sonuna kadar tavsiye ederim. İsmail Güzelsoy, Sibel K. Türker, Mahir Ünsal Eriş’i okumalarını tavsiye ederim. Arada Başar Başarır da okusalar fena olmaz.

“YAPAY ZEKA ATASÖZÜ ÜRETEMEZ”
Peki yapay zekâ edebiyatı nasıl etkileyecek? İşinizi ele geçirecek mi mesela?
Hadi oradan. Yapay zekâ ortalama seviyede yazamayanların, çaresizlerin yardımcısı. Kendini Türkçe yazarak ifade edemiyorsan bir elin, ayağın, önemli bir uzvun eksik demektir. Anadiline hâkim olan insan yabancı dilde de kendini iyi ifade eder. Konuşamasan bile iyi yazarsın. Yapay zekanın ortalama bir hali var, atasözleri üretmekten çok uzak. Aforizma üretebilir. Kafiye, redif bilmediği ve her şeyden önce bilgeliği olmadığı için kalıcı bir şey üretemez.
Bazı atasözlerine atasözü yerine ana sözü diyorsunuz. Neden ana sözü?
Ana söz benim uydurduğum bir şey. Bazı sözlerde dişil zekâ algılıyorum. Bunu bir erkek söylemiş olamaz, diyorum. İçgüdüsel bir şey bu, kanıtlayamam elbette. Ev içinde geçiyorsa, kahramanlar dişiyse, olay duygular üzerine ise, ilk bakışta akla gelmeyecek nüanslar içeriyorsa, bütün bu anlatım özellikleri bu sözlerin dişil zekâ tarafından söylenmiş olacağını hatırlatıyor. Örneğin “Taş altında olmasın da dağ ardında olsun.” “Kaynana pamuk ipliği olup raftan düşse gelinin başı yarılır.” Bunu bir erkek söylemez. Hamamda geçen sözler vardır. Türk hamamında kadın erkek ayrı yıkanır. “İyi kadının kocası kurna başında belli olur.” Yani çürüğü, vuruğu yok! Babamın lafıdır, ondan duydum.
Defterdeki atasözlerinden biri de “Şöhret afettir”. Bugünün dünyasına aykırı aslında öyle değil mi?
Afet tehlikeli bir şey. Divan şiirinde, Nabi’den bir beyit şöyle der:
Eğerçi köhne meta’ız, revacımız yokdur
Revaca da o kadar ihtiyacımız yokdur
Ünlü olmak istemiyoruz diyor şair. Bu eski kafa. Yeni kafa şu: Ne olduğun önemli değil, ne kadar takipçin var? Ne yaptığın da önemli değil, ne kadar takipçin var? Bu kafada takipçi uğruna yapılmayacak bir şey yok. Sosyal medyanın ilk yıllarında iki kız ölmüş dedeleriyle fotoğraf çektirip altına “Dedemle ahiret selfiesi” yazdılar. O gün için kendilerince ünlü oldular. Şöhretin afet olduğunu gösteren daha net bir örnek yoktur herhalde.
Blumia olup ölen kadın mesela.
Kardeşinin helva kavururken ki görüntüsünü gördüm. Daha büyük bir afet olabilir mi? Tabii bunlar kötü şöhretler. Bu arada, iyi şöhretler de afet olabiliyor.
Şöhretlik meselesi mi burada sorun.
Şöhret olma çabası afeti getiren şey. Türkan Şoray da Müjde Ar da şöhrettir ve bu ülkede iyi ki var onlar. Şöhret olacağım diye çabalamıyorlar. Bu söz günümüzün koşulları düşünülerek söylenmiş bir şey değil elbette ama tuhaf bir şekilde tüm zamanlar için geçerli bir yanı var. Tanpınar da bir yerlerde “Şöhret afettir” diye yazar. Aklıma takılmasının sebebi bu. Ne demiş Cioran: “Lağım kuyusunda olmak kürsüde olmaktan yeğdir.”
Kitabın sonunda okurların bildikleri atasözlerini, deyimleri göndermesi için e-posta adresinizi veriyorsunuz. Mesajlar gelmeye başladı mı?
Hem de nasıl. Arada müthiş laflar geliyor. Bu sözlerden genişletilmiş ikinci baskı ya da ikinci bir cilt olur diye düşünüyorum. Örneğin biri şöyle: “Dünyanın en güzel iki nefesi: Birincisi sigaranın ilk nefesi, diğeri kaynananın son nefesi” ya da “Dağ adamı hasta eder sağ adamı.” Şahane atasözleri defteri genişlemeye devam ediyor kısacası.
Başar Başarır kimdir?
İstanbul Erkek Lisesi’nin ardından Boğaziçi Üniversitesi Makine Mühendisliği bölümünü bitiren Başar Başarır, City Üniversitesi’nde sosyoloji bölümünde yüksek lisans yaptı. Turist rehberliği, dergi yayıncılığı ve televizyon programcılığı da yapan Başar Başarır çeşitli üniversitelerde iletişim dersleri verdi.
Yazarın öyküleri;
Kent Kitabı (1992), Eski Şehrin Ayazı (1996), Nedir Hayat (2000), Getirin O Günleri Yakalım Bu Öyküleri (2003), Çıktığınız Hevesle İniniz (2004), Düzenboz (2012), Teklifinizle İlgilenmiyorum (2013), Bize Umut Gerek (derleme, 2014), Havaalanında Satılmayan Kitaplar (derleme, 2015)
Romanları: Sibop (2017), Dolunay İki Gece Sürer (2021) ve Dünyanın Bütün Fıstıkları (2023).
Başarır 2004 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı’nı, 2014’te Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü, 2017’de ise Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazandı.