
Eda Yılmayan
“Başkanlık Kenan Evren’le Başlayan Bir Tartışma"
Türkiye’de siyasal yaşam merkezden uçlara nasıl evrildi? 12 Eylül askeri darbesinin ardından siyaseti şekillendiren Turgut Özal iddia edildiği gibi Türkiye’ye çağ mı atlattı? Özallı yıllar bugünkü siyasetin öncüsü olabilir mi? Batıdaki neoliberal dalga Türkiye’deki siyasal yaşamı nasıl etkiledi? Tayyip Erdoğan ile Özal arasında benzerlikler var mı? 1983-2002 yılları arasında merkez sağ partilerdeki iç rekabet ve kopuşlar, partilerin birbirleriyle yaşadığı çekişmeler, merkez sağ ile doktriner sağ arasındaki ilişkiler merkezi nasıl dönüştürdü? Sorularımızı Merkez’den Uç’lara Neoliberal Dönemde Türkiye’de Sağ Siyaset kitabının yazarı İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Güven Gürkan Öztan yanıtladı.
Özal için bugünkü siyasetin mimarı diyebilir miyiz?
Özal olmasaydı 12 Eylül’ün tasarımının kitleler nezdinde bu kadar makbul hale gelmesi mümkün olmazdı. Sivilleşmeyi sadece sandıktan çıkan kişinin başbakan olmasıyla eşitleyen birinden söz ediyoruz. 1982 Anayasası ile açıktan hiçbir biçimde mücadele etmemiştir. Bununla mücadele etmeyi kendisine görev edinen insanların da siyasal alanlarını sistemik olarak daraltan bir kişi. 1980’ler Türkiye’sinin kurduğu yeni meşruiyet rejimi daha sonra krize girmeye gebe bir meşruiyet biçimidir. Onun içinden bugünkü rejim doğdu. Özal’a dair Türk sağının yarattığı mitlerin ne kadar gerçeklikle örtüşmediğini anlatmak için kitapta bir sürü örnek vermek zorunda kaldım. Örneğin bu askeri mangayı şortla denetleme meselesi değil! Gerçek anlamda sivilleşme, yurttaşlığa ait değerlerin belirleyici olduğu bir siyaset biçimi yok! Özal siyaseti bunun tam karşı kutbunu oluşturur.
12 Eylül sürecinden sonra cezaevlerindeki şiddet olayları, insan hakları ihlalleri devam ediyor. Raporlar hazırlanıyor ama dikkate alınmıyor. “Cezaevlerinde şiddet yoktur” deniliyor.
Hatta gazetecilik meselesinde de aynı bugün olduğu gibi “Onlar gazetecilik faaliyeti için içeride değiller” deniliyor.
YÖK’ün kurulma süreci var.
ANAP hükümetinin üniversiteler üzerindeki denetimi tam da 12 Eylülcülerin istediği biçimde oluyor. Özal “Türkiye 80 öncesini bir daha yaşamak istemiyorsa bizi seçmelidir” demiştir. Bu halkın seçimine ipotek koymak demektir. AKP’li yıllarda da bu söylem “Eğer bizimle kazandığınız hakları, özgürlükleri kaybetmek istemiyorsanız bize oy vermeye mahkumsunuz” mesajına dönmüştür. Türkiye sağının kendi iç ilişkilerindeki dönüşüm Türkiye’de demokratikleşememenin de öyküsünün bir parçası.
NEOLİBERAL SÜREÇLE TÜKETİM TOPLUMUNA DÖNÜŞTÜK
12 Eylül’ün ardından Turgut Özal ve ANAP’ın yükselişini uluslararası politik bağlama nasıl oturturuz? Neoliberalizm Türkiye’deki siyasal yaşamı nasıl etkiliyor?
Özal dünyadaki yeni sağ dalganın bir parçası ama bu topraklara özgü nitelikleri var. Bunlar Reaganizm ve Thatcherizm’dan ayırt edebileceğimiz özellikler. Çünkü bir darbe sonrasında bu imkana kavuşmuş oluyor. Ordunun kendisinin bir ekonomi politikası yok! 24 Ocak Kararları darbeden daha önce alınmış kararlar. Bu kararların uygulanmasında nasıl bir yol izleneceğine dair en ufak bir fikirleri yok! Bu anlamda teknokrat desteği aslında izlenecek neoliberal politikalar için gerekli siyasal çatının kurulması anlamına geliyor. Cuntacıların yaptığı buydu. 1982 Anayasası birçok özelliği itibariyle neoliberal siyasetin otoriter devletçilik adı verilebilecek sürecin başlatılmasına imkân tanıdı. Bunun da ayırt edici vasfı yürütmenin güçlendirilmesi oldu. Neoliberal siyasetin Türkiye’ye uyumlaştırılmasında birtakım temel başlık tespit edebiliriz. Birincisi yürütmenin yasama ve yargı karşısında güçlenmesi, devletin zor aygıtlarında görülen yapısal bir değişim, siyasetçi profilinde ortaya çıkan dönüşüm, Türkiye’de devlet-toplum ilişkilerinde sağcılaşma diye tarif edebileceğimiz bir şeyin popülerleşmesi ve bütün bunlara eşlik edecek şekilde aslında hem 80’leri hem 90’ları kapsar şekilde toplumun habitusunun dönüştürülmesi. Yani daha üretim bazlı bir toplumdan tüketimle kendini var eden topluma doğru dönüştürmek. Depolitizasyon diye tarif edilen işte bu süreç.
1983-2002’li yıllar arasını incelediğinizde bugünkü siyasal atmosferle ve başkanlık rejimiyle nasıl bir bağ kurdunuz?
Türkiye sağının güçlü yürütme takıntısı 80’li 90’lı yıllarda geçirilen krizler neticesinde bir rejim tartışmasını beraberinde getirdi. Kenan Evren’in son bir yılında başlayan ve tüm 90’lara yayılan bir başkanlık tartışması vardır. Arka planında da sermaye fraksiyonlarının aradığı güçlü iktidar yapısı vardır. Sermaye 80’ler sonu ve 90’lar başında bu konuda mutabık kalamamıştır. Aynı şekilde doktriner sağın da rejim değişikliği konusunda bir mutabakatından söz etmek mümkün değildir ama 2000 sonrasının değişimlerinin ipuçlarını verecek bazı doneler, cumhurbaşkanını halk seçsin, mümkün olduğu kadar yürütmenin sorumsuz kanadı devlet işlerinde aktif bir rol üstlensin gibi argümanlar 90’lı yıllardan itibaren çokça dillendirilmişti.
Özal’ın cumhurbaşkanı olduktan sonra hükümete müdahalesini de sayabiliriz belki.
Aslında bir fiili başkanlık sistemi deniyor. Fiili başkanlık sistemini denerken de temel bir şey var. Devletin asli fonksiyonları olan şeyleri kendisine bağlıyor. Dış işleri bürokrasisi, ekonomideki önemli kararların kendi bıraktığı ekiplerce alınması ve aynı zamanda da devletin güvenlik aygıtlarıyla doğrudan ilişkisi. Bunları yaparken de eski partisini bir çeşit cumhurbaşkanlığı konumundan yönetir olmak istiyor. Yani bir çeşit partili cumhurbaşkanlığı, adı konulmamış. Fakat ANAP buna müsaade edecek bir kompozisyona sahip değil! Özellikle Mesut Yılmaz’ın başbakan olmasından sonra bu istediği ölçüde gerçekleşemiyor. Temel meseleleri çözümün başbakanlıktan geçtiği yönünde. Bu yöndeki argümanlar İkinci Cumhuriyetçi tezlerle, yeni Osmanlıcı tezlerle kesişiyor.
Peki o dönem sermayenin başkanlık rejimine rızası var mı?
Sermaye açısından ilginç bir durum var. 90’lara baktığınızda aslında sermaye fraksiyonlarının en güçlü kanadı olarak görülecek TÜSİAD kapsamlı bir siyasal partiler kanununu da içeren reformdan ve anayasa değişikliğinden yana. Bu 1995 seçimiyle netleşiyor. TÜSİAD artık bir patron kulübü olmanın ötesinde, sanki Türkiye kamuoyunun genel çıkarına davranıyor gibi görünen sivil toplum elbisesi giymesi gerekiyor. Bülent Tanör hocaya hazırlattıkları rapor tipik bir parlamenter sistem savunusu ama aktörlere tek tek baktığınızda Koç’a, Sabancı’ya daha yarı başkanlık sistemini çağıran bir üslup kullanıyorlar. Bunun da ancak Türkiye’deki yönetim istikrarsızlığını sonlandırabilecek hamle olduğunu iddia ediyorlar ama hala tam bir mutabakattan söz etmek mümkün değil. Sermaye kendi içinde mutabık olmadığı gibi sermaye ve bürokrasi arasında buna askeri bürokrasiyi de katarak söylüyorum bu konuda bir anlaşma söz konusu değil!
“ÖZAL’LA ERDOĞAN ARASINDA BENZERLİKLER VAR”
Kitabınızı okurken Turgut Özal’la Tayyip Erdoğan arasında ciddi benzerlikler olduğunu görüyoruz. Aydınlar Ocağı’ndan tutun da İlim Yayma Cemiyeti’nin faaliyeti, milli-manevi değerler vurgusu ya da “ben yaptım oldu anlayışı”, Özal’ın Göcek’e tüm itirazlara rağmen yaptırdığı termik santrale kadar… Bunu bir güç zehirlenmesi gibi mi görmek gerekir yoksa sağ siyasetin bir nüvesi mi?
Güç zehirlenmesi değil! Özal’la ilişkilendirdiğimiz şey Türkiye’de 1980 sonrasında sağ siyasetin miras aldığı geleneği nasıl dönüştürdüğünü bize anlatıyor. Burada popülist bir retorik var ama bunun ötesinde aslında liderin partinin tüzel kişiliğinin önüne geçtiği bir siyaset yapma biçimi var. Bu da tabi yeni siyaset tasarımını beraberinde getiriyor. Teknokratlar, iç kabine ve bunlar üzerinden yürüyen siyasal karar alma süreçleri. Şüphesiz merkez sağ geleneğin mirasını benimsemek, partide tek belirleyici olmaya çalışmak, meclis gibi süreçleri bypass etmeye yatkın bir kişilik açısından Özal’la Erdoğan arasında benzerlikler var ama ANAP ile AKP birbirinden baştan itibaren farklı partiler. Anavatan Partisi’nde Özal sürekli denge gözetmek zorunda kalan ve bu farklı klikleri birbirine karşı oynayan bir genel başkandı. Erdoğan’ın buna ihtiyacı yoktu. Merkez sağdan hatta sosyal demokrat kökenli isimler AKP’nin kuruluş aşamasında partinin bir yerindeydiler ama onlar hiçbir zaman ana politikayı belirleyici konuma gelmediler ya da parti içi iktidar yarışında bir kutup olamadılar. Erdoğan ve kurucu kadronun belirleyici heyet konumunda olduğu bir partiden söz ediyoruz. İttifaklar hep parti dışı aktörlerle kuruldu. Yani liberallerle, Fethullahçılarla, sermayeyle. Erdoğan’ın eli Özal’dan daha kuvvetliydi.
ANAP hep kendisini 80 öncesiyle korkutarak toplumu var etti. “Bize oy vermezseniz kaos olur” dedi. Erdoğan da kendi seçmen tabanını 2002 öncesi ile korkuttu. 2002 öncesi iktisadi buhran demek, 28 Şubat demek… Hep orayı öcüleştirerek kendini var etti. 2010’dan sonra Cumhuriyet’in kuruluş sürecini ötekileştirerek konuşmaya başladı. Büyük farkı 90’larla hiçbir özne, sermaye fraksiyonlarının ortak çıkarını temsil edebilecek bir güce ulaşamamıştı. AKP’nin ilk dönemde başardığı buydu. Birbiriyle kavgalı, çatışmalı fraksiyonları, buna TÜSİAD-MÜSİAD da dahil uzlaştıracak bir hegemonya projesi kurabildi.
“HALA DAĞITILACAK KAMU KAYNAĞI VAR”

Türkiye’de sermayenin siyasal yaşamdaki etkisi yıllar içinde nasıl değişiyor, dönüşüyor? Yakın zamanda TÜSİAD’ın hükümete yönelik sert bir açıklaması oldu ve soruşturmaya tabi tutuldular. Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla başlayan süreçte ise TÜSİAD’dan tek ses duymadık. Koç Ailesi’nden Çiğdem Simavi ülke çapında boykot varken, boykot edilen kahve zincirinde kahve içerken fotoğraf verdi. Sermayenin bugünkü pozisyonunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
1980’lerde nasıl bütünleşik davranmıyordu, şimdi de bütünleşik bir sermayeden söz etmek mümkün değil! 2000’lerin başından bugüne gelen dönemde bazı dönemeçler tarif edebiliriz. 2006- 2007 arasında TÜSİAD, AKP’nin izlediği ekonomi politikasından hatta AKP’nin Avrupa Birliği ile kurduğu ilişkiden memnun olduğunu gizlemeyen ve uzun süredir beklenen bir şeyin gerçekleştiğini ima eden bir yaklaşıma sahipti.
İKTİDARDAN NEMALANAN YENİ SERMAYENİN OLUŞUMU
Bu ne zaman değişmeye başladı?
Büyük sermaye ile iktidar karşı karşıya gelip, iktidarın kendi gücünü sermayeye kabul ettirdiği zaman, Aydın Doğan’la uğraşmaya başladığı zamana denk geliyor. İktidar 2010 referandumundan sonra şöyle bir güç elde etti: Kamu kaynaklarının dağıtımı ve tasfiyesi konusunda yargı denetiminin zayıflamasına neden olacak bir referandum geçti. Mevcut zenginler dışında doğrudan iktidardan nemalanan yeni bir sermaye grubu oluştu. 2012-2013 sonrası kamu ihaleleri ile zenginleşen, beşli çete denilen grup bu grup. Sermayenin genel çıkarları aleyhine davranmayan ama sermaye içerisinde doğrudan kendisine bağlı olan, dolayısıyla siyaseti finanse eden grubu güçlendiren bir strateji izledi. Sermaye ile mevcut iktidar arasında yapısal bir krize neden olabilecek, iplerin koptuğunu gösterecek bir durum hala söz konusu değil! Sermayenin kendi içerisindeki çelişkileri siyasal alanda bir başka aktörün yükselmesine neden olabilecek açık bir çağrıya dönüştüğünü de göremiyoruz henüz. 2002’den önceki durumdan farklıyız. Hala dağıtılacak kamu kaynağı var çünkü.
ANAP Türkiye’de neoliberal dönüşümün lokomotifi haline geliyor. 12 Eylül rejimiyle birlikte kitlelerin depolitize edildiğini, magazinel yönü ağır basan politikacı tipinin oluştuğunu ve siyasette iş bitiriciliğin baş tacı edildiğini, iş adamlarının nasıl popüler hale geldiğini, medyanın dönüşümünü görüyoruz. Rıfat Bali ‘Tarz-ı Hayattan Lifestyle’a’ kitabında bunu çok güzel anlatır. Özal’la başlayan neoliberal süreci Tayyip Erdoğan tamamladı diyebilir miyiz?
Büyük bir ilerleme kaydedildi, bunu söyleyebiliriz. Neoliberal dönüşümün en temel özelliklerinden biri Türkiye’de devletin ekonomi ile kurduğu ilişkide radikal bir dönüşümdü. Tarımsal alanı desteklemekten uzaklaştı, sanayi üretiminden devlet geri çekildi, ihracatçıyı destekledi, hayali ihracatın patlamasına neden oldu. Uluslararası finans örgütlerinin baskısıyla hayali ihracata olan teşvikleri kıstı. Bu sefer yeni rant alanları yaratmak için madencilik ve turizmi genişletti, buradan zenginleşen yeni gruplar oluştu. Özelleştirme meselesinde ilk düzenlemeler 86’dan itibaren yapılsa da Türkiye 80’lerin ikinci yarısından 2000’lerin ortalarına kadar olan süreçte hızlı bir özelleştirme türbülansına girmedi. Sermaye bu konuda mütereddit kaldı. Çünkü Türkiye’de sermaye kendi alabileceği varlıkların uluslararası sermaye tarafından alınmasından çekiniyordu. Belirli bir güce ulaşana kadar orta yolcu bir tutum sergiledi.
Pastayı paylaşmak istemediler yani.
Evet istemediler. Diğeri de yargının rolüydü. Yargı kamu menfaati adına denetim yapıyordu, eli güçlüydü. Kamu ihalelerinin denetlenmesinde ve özelleştirme süreçlerinde yargı ciddi denetleyici bir role sahipti. 2000’lerden sonra 2001 krizi ve Kemal Derviş planıyla başlayan süreçte özelleştirmenin hız kazanmasını mümkün kılan yapısal dönüşümler gerçekleşti. AKP’nin Türkiye’de özelleştirme şampiyonu olmasının nedeni bu. Böyle bir zeminde bunu sağladı. 80’lerin neoliberal dönüşümünün tamamlanması ölçeğiyle bakarsak 2010’lara geldiğimizde bu süreç tamamlanmıştı ama ondan sonra başka bir aşamaya girildi. 2000’lerde kurulmuş özerk, finansal denetim sağlayan organizasyonların hızla siyasal iktidara tabi tutulmaya başladığı bir evreydi. Bu da başka bir neoliberal evreye, 2008-2009 dünya krizi sonrası döneme denk düşüyordu. AKP bunu batılı kapitalist ülkelerden daha önce hayata geçirdi.10-15 yılı öncesinden farklı değerlendirmek gerekiyor. Sermaye ile kurduğu ilişkide sadece kaynak sağlayıcı olmanın ötesinde sermaye adına stratejik düşünen bir iktidar pozisyonuna geldi.
ÖZAL’A NE ZAMAN GELİR ADALETSİZLİĞİ SORULSA “KÖYE ELEKTRİK GİTTİ” DEDİ
1983’te ANAP’ın seçim beyannamesinde ülkeye “çağ atlattırdıkları” mesajı var. Bu çağ atlamayı da evlerde dayanıklı tüketim mallarının çoğalması olarak görüyoruz. Bu bana Erdoğan’ın “Biz iktidara geldik evlerde buzdolabı oldu” sözünü hatırlattı. Modernliği biçimsel yönüyle kavradığımızın bir göstergesi değil mi?
Kalkınma Türkiye sağı ölçeğinde gelirin adil bölüşümü gibi temel insani noktadan ziyade ekonomide büyüme odaklı bakış açısının onun da yolla, barajla test edildiği bir paradigma. Özal bu paradigmanın mirasçısı. Kendisine ne zaman gelir adaletsizliği, enflasyon ve benzeri ücretlerin üzerine yük olan politikalarla ilgili sorulsa Özal “Köye elektrik gitti, ev telefonu oldu” dedi. Bu gündelik hayatta elde edilen kolaylıkların makro dengesizlikleri göz ardı edecek kadar önemli olduğu inancına dayanıyor.
Bunu AKP’nin iktidar sürecinde de görüyoruz.
Evet, aynısını görüyoruz. Bu topraklarda modernleşme süreciyle gelen bir patolojik hal bu. Demokrasi insan hakları gibi ölçülmesi mümkün olmayan, elde tutulmayan şeyleri değil de büyük havaalanları, şehir hastaneleri, büyük otobanlar, kamu binaları gibi somut görünebilir şeylerle modernleşmeyi ölçmek. Bu eğilimi bildiği için sağ iktidarlar yığınağı da buraya yapıyorlar. Çünkü buralar aynı zamanda yeni rant mekanizmaları. Duble yol yapıyorsunuz ihalesini veriyorsunuz. Oradan yarattığınız rıza gelir adaletsizliğini artıran politikaların üstünü kapatıyor. Bir devamlılık var.
KANUN HÜKMÜNDE KARARNAMELERLE MECLİSİN AĞIRLIĞI ORTADAN KALKTI
Özal, ANAP iktidarının ilk döneminde Kanun Hükmünde Kararnameler ile ülkeyi yönetiyor. 1982-1990 arasında 305 KHK çıkarılıyor. 305 KHK’nin 261’i kamu yönetimiyle ilgili. Kanun hükmünde kararnameleri başkanlık düzenine giden sürecin yapıtaşı olarak düşünebilir miyiz?
Kanun hükmünde kararname meclis tartışmasını etkisiz kılmak için gerçekleştirilmiş, mümkün olduğu kadar 1982 Anayasası’nın imkanlarını suiistimal eden yönetim tarzı. O nedenle neoliberal siyasetin otoriter devletçilik dediğimiz tarzına uygun bir aparat. Bugün cumhurbaşkanı kararnamelerinden gördüğümüz şeyin de atası. Siz bununla kamu yönetimini yeniden dizayn ediyorsunuz. Kamu yönetimini yeniden dizayn ederken de halkın seçilmiş temsilcileri ile bunu müzakere etme ihtiyacı duymuyorsunuz. Hatta bu kararnameler örneğin Nisan 1990 Kararnamesi’ni özellikle yazdım, Olağanüstü Hal Valiliği’nin yetkilerini arttıran kararnameydi o. Ancak yasayla yapmanız mümkün olan özgürlükler üzerindeki kısıtlamaları da gerçekleştiriyorsunuz. Mecliste tartışılacak, gerekirse Anayasa Mahkemesi’ne gidecek. KHK bunlardan kurtulmanın yolu olarak ortaya çıktı. Sonra 2017 değişikliğiyle birlikte cumhurbaşkanına geniş bir kararname çıkarma hakkı tanındı. Her ne kadar temel haklar ve özgürlükler konusunda cumhurbaşkanı kararname çıkaramaz dense de cumhurbaşkanı kararnameleri bırakın meclisi, hükümeti de bypass eden işe dönüştü. Bu bize siyasal meşruiyetin odağının tümden kaydığını gösteriyor. 80’lerle farkı ne diye sorarsanız 80’lerde ve 90’larda KHK uygulanırken buna itiraz eden bir meclis gücü vardı. Çünkü meclis hale siyasal meşruiyetin odağıydı. Bugün o odak kişiye kaymış durumda. Meclisin ağırlığı kalmamış durumda. En büyük fark bu.
CUMHURİYET’İN ANKARA’SINA KARŞIN OSMANLI’NIN İSTANBUL’U
Ekrem İmamoğlu İstanbul Belediye Başkanlığını kazanmadan Tayyip Erdoğan “İstanbul’u kazanan Türkiye’yi kazanır” diyordu ama AKP kaybetti. Fakat İmamoğlu’nun belediyeciliği boyunca iktidar partisi tarafından hamleler, davalar sonunda diploma iptaline ve hapse kadar uzanan bir süreç yaşadık, yaşıyoruz. Siz kitabınızda önemli bir hatırlatma da bulunuyorsunuz. Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanı seçilmesi ve İstanbul’un alınmasını Refah Partisi “İstanbul’un ikinci fethi” olarak değerlendiriyor. Dolayısıyla İstanbul’un alınmasını fetih olan gören bir siyasi anlayış, kaybetmeyi işgal olarak mı görüyor? İşgal edilen bir yeri kurtarma muradı mı var?
İstanbul çok kritik. Büyükşehir belediye başkanlığı seçimlerinden önce çeşitli belediyelerde ara seçimler var. Aslında Refah Partisi kendisini İslamcı olarak nitelendirmeyen insanların da adalet arayışına cevap verebilecek bir söylem üretmeye başlamış. O dönem CHP ve DSP’nin ayrı aday çıkarması bu süreci onun için çok kolaylaştırdı ama en büyük iddia Müslümanları yönetime geri getirmekti. İstanbul darülharpti ve geri alınacaktı. Büyükşehir belediye başkanı olduktan sonraki sürecine de bakacak olursak Türk sağının İslamcı ve muhafazakâr kanatlarının İstanbul üzerine konuştukları bütün mitlerin yeniden canlandığını görürsünüz.
Nedir o mitler?
İstanbul yeniden merkez olmalıdır. Cumhuriyetin Ankara’sına karşın Osmanlı’nın İstanbul’unu ihya etmek. Ankara bugün çok sembolik kalmıştır. Yönetsel mekanizmalar İstanbul’a taşınmıştır. Finans Kent de geldikten sonra külliye oradadır ama Erdoğan Ankara’dan çok İstanbul’da vakit geçirir. Cumhuriyet rövanşizminin parçası olarak görülür. İkincisi de İslam alemine yön verecek bir ihya projesinin başlangıcı olarak da görülür. Yani Refah Partisi adil düzeni uygulayacaktır ve bu bütün ümmete yayılacaktır. Daha İstanbul seçimleri öncesinde Erbakan’ın Ayasofya’ya gitmek ve namaz kılmak söyleminde de gördüğümüz gibi aslında sembolik gücü çok kuvvetlidir. İstanbul alındıktan sonra da bir daha bırakılmamak üzere alınır. Başka yerlerde hataya az çok tolerans gösterilir ama İstanbul’da gösterilmez. Bu yüzden 2019 çok büyük bir kırılma. İstanbul kaynakların büyük bir kısmını üretiyor, iktidar için şüphesiz önemli ama bunun yanı sıra sembolik anlamı da var. O aslında fetih edilmiş bir yerin elinden kayması. Bundan önceki yerel seçimde de en büyük tartışma İstanbul’du. 25 yıl İstanbul’u yönetmek demek Türkiye’nin bütününü yönetmenin ötesinde ümmete ışık saçma iddiası. Ayasofya’nın ibadete açılması da o zincirin son halkasıydı. 1960’lardan beri gelen en önemli iddiayı alt alta koysak medeni hukuk dışındaki her şeyi değiştirmiş durumdalar.
2002’de iktidara AKP’nin gelmesiyle başlayan ve tek adam yönetimine dönüşen süreci de yazacak mısınız?
Evet yazacağım. Sadece AKP üzerinden değil, MHP ne oldu, merkez sağda neler oldu. Bu kitabımda yaptığım gibi yazacağım.