
Eda Yılmayan
Anlatmaktan Çok Anlamanın Peşinde Bir Yazar: Irmak Zileli
“Yazmanın öncelikle bana haz vermesi gerekir. Önce kendim için yazıyorum, o eylemin kendisinden zevk alıyorum. Keşfettirdiklerinden, kazı yapmaktan, derinleşmekten, yeni söyleme biçimlerini aramaktan… Anlatmaktan çok anlamanın yollarını aramaktan…” diyor Irmak Zileli.
Diğer kitaplarında olduğu gibi ‘Şimdi Buradaydı’ isimli kitabında da okuru insan zihninin karmaşık dehlizlerine sokuyor. İyilik ve kötülüğün bir arada olma halini, toplumsal baskıların, anne ve babayla kurulan ilişkilerin bireylerin yaşamlarını nasıl etkilediğini irdeliyor. Bunu yaparken de daha önceki kitaplarında da karşımıza çıkan bir teknikle, bilinç akışı yöntemiyle okuru adeta bir özne gibi hikâyenin içine sokuyor. Nasıl oluyor derseniz bir anda karakterlerin birbirleriyle karşılıklı konuşmalarını dinlerken buluveriyorsunuz kendinizi. Virginia Woolf, James Joyce ve William Faulkner gibi yazarların öncülüğünde ortaya çıkan bilinç akışı tekniği yaratılan her karakterde başka bir boyut kazanıyor. Irmak Zileli ile hem kullandığı bu tekniği hem de kitabına dair ayrıntıları konuştuk.
‘Şimdi Buradaydı’ farklı bir roman. Okuru şaşırtan son ana kadar ne olduğunu tam olarak anlayamadığımız sürprizli bir hikâye. Diyaloglar çok güçlü. Kurgu baştan belli miydi? Yoksa Birkan ve Yankı karakteriyle mi şekillendi?
Kurgu, hikâye, olay örgüsü, karakterler belli bir sıra halinde oluşmuyor bende. Yani önce biri sonra öteki tek sıra halinde arzı endam etmiyorlar. Genellikle bir mesele oluyor kafamda ve o mesele üzerine düşünürken kâh olay, kâh karakter, kâh kurguya ilişkin unsurlar yavaş yavaş oluşuyor. Defterlerime bakarsak, bir an gelmiştir mesela, aniden romanın anlatıcısının bir psikiyatrist olduğunu keşfetmişimdir. Sonra bunun nedenini düşünürüm. Neden böyle bir şey çıktı? Bunun meselemle bağını kurarım. Derim ki örneğin, insan ruhunun karanlık tarafına bakarken, bu alanda uzman bir kişi aynı zamanda normun belirleyicisi olarak hikâyenin anlatıcısı. Peki ben bu norm kurucu konuma nasıl bakacağım, onun iktidarını kabul mü edeceğim, tartışmaya mı açacağım, yoksa normun kendisine dair sorular mı soracağım bunu düşünmeye başlarım. Böylece anlatıcıya dair bir keşif, aynı zamanda romanın karakteriyle ilgili bir düşünme sürecine sokar beni ve hatta meselemle bağını, kendi bakış açımı irdelememi beraberinde getirir. Dolayısıyla hiçbiri birbirinden kopuk, ayrı kompartımanlar halinde oluşup şekillenmez. Daima birbirini etkiler, şekillendirir.
“KÖTÜLÜĞÜN KAYNAKLARINA DALDIM”
Yazım sürecinden önce farklı alanlarda okumalar yaptığınızı biliyorum. ‘Şimdi Buradaydı’ kitabınıza hazırlanırken neler okudunuz? Özellikle kitabın şekillenmesinde etkili olan, öne çıkan bir kitap oldu mu?
Evet bütün romanlarıma hazırlanırken 2-2,5 yıla yayılan okuma dönemim oluyor. Bu süre içinde felsefeden psikolojiye, psikolojiden sosyolojiye, pek çok disiplin arasında mekik dokuyorum. Bu disiplinler arası seyahatten hem çok keyif alıyorum, benim için bir öğrenme ve keşif süreci oluyor, hem de romanımın meselesini derinleştirmeme, katmanlarını oluşturmama, bakış açımı zenginleştirip, karakterlerin psikolojik boyutunu işlememe yardımcı oluyor. Bu romanda da tabii uğraştığım meselelerin etrafında geniş halkalar çizerek okumalar yaptım. Kötülüğün kaynaklarına daldım, insan psikolojisinde kötülük üzerine okudum, ama aynı anda toplumsal kötülüklere baktım. Dolayısıyla ırkçılığın, ayrımcılığın, nefret suçlarının politik, sosyolojik ve psikolojik okumalarını yapan kitaplara daldım. Şiddetin hem bireysel hem toplumsal boyutlarda incelendiği metinlere düştü yolum. Örneğin Rene Girard’ın Şiddet ve Kutsal’ı, Byung Chul Han’ın Şiddetin Topolojisi, Arno Gruen’in Normalin Deliliği kitapları. Karakterleri psikanalitik açıdan okumak, anlamak için bu alandaki çalışan kuramcılara uğradım. Orada epey oyalandım. Otto F. Kernberg’in Sapıklıklarda ve Kişilik Bozukluklarında Saldırganlık kitabı veya Elda Abrevaya’nın Deliliğin Tutkusu/Tutkunun Deliliği gibi kitapları ilk aklıma gelenler. Tabii çok daha fazlası aslında. Sonra norm nedir, delilik normun neresindir, norm ile norm dışı birbirinden uzak diyarlar mıdır sorusuna yanıt ararken, Darian Leader’in Delilik Nedir? kitabıyla karşılaştım. Bir seans odasında geçecek olan bir roman yazıyorsam, orada terapist ile danışanı arasındaki ilişkiye çok daha yakından bakmam gerektiği düşüncesiyle psikanalizin aktarım ve karşı aktarım kavramı konusunda beni besleyecek kitaplar okumam gerekti. Konuya özellikle analistin cephesinden bakan, analiste ne olduğunu açık yüreklilikle ortaya koyan metinlere müteşekkir olduğumu söylemeliyim. Açıkçası bu sorunun yanıtı eksik kalmaya mahkûm, ben en iyisi burada durayım.
BİLİNÇ AKIŞI TEKNİĞİ NEDİR?
Daha önceki kitabınız Bende Ölen Sensin’de de ya da Arkadaşım İçin kitabınızda da karakterler arasındaki diyaloglar okuru sürükleyip götürüyor hatta hikâyenin içine sokup adeta bir tanık gibi kitabın içinde bulunmasını sağlıyordu. Bunu bilinç akışı tekniği gibi düşünebilir miyiz? Öyleyse biraz açar mısınız? Nasıl bir teknik bu? Bu teknik bir yandan sinemaya ve tiyatroya uyarlamaya da yatkın bir biçim, öyle değil mi?
Bilinç akışı tekniği, olay odaklı bir anlatı geleneğinin gerçekçilik anlayışının karşısına gerçekliğin ancak bireyin bilincini, öznelliğini metne yansıtarak temsil edilebileceğini savunan yazarların bulduğu bir teknik. Yani aslolan olaylar değildir, o olayların içindeki insandır. O insanın bilincinden geçenler, algıları, ruhsal dünyası, zihninin ritmi, sıçrayışları, seçtiği kelimeler, çağrışımları… Yani aslında nesnellik yoktur. Her olayın bir kişi tarafından yaşanma hali vardır. Bu anlamda da gerçek dediğimiz şey tek değildir, ona algılayan, yaşayan insan sayısı kadar çok sayıda farklı gerçeklikler söz konusudur. Virginia Woolf, James Joyce, William Faulkner gibi yazarların öncülüğünde bilinç akışı ortaya çıktı ve bugün de eskimemiş bir teknik olarak kullanılıyor. Eskimemiş olmasının en önemli sebebinin bir şablon haline getirilemeyişi olduğunu düşünüyorum. Yani kalıbı çıkarılamayan, her yazarda, hatta her metinde ve karakterde farklılaşabilen bir teknik bilinç akışı. Çünkü her karakterin bilinci biricik. O biricikliğin getirdiği bir bilinçten ve dilden doğuyor metnin sesi. Yazar da eğer arayış içindeyse ve karakterin öznelliğini kurma arzusu, çabası içindeyse ister istemez bilinç akışını her seferinde farklılaştırıp, yeni biçimlerde uygulayabiliyor. Bu da tekniğin sürekli yenilenmesi demek.
"KURMACA BİR OYUN ALANI"
Sizin sözünü ettiğiniz, okurun kitabın içine bir tanık gibi dahil edilmesi de aslında bahsettiğim bu tekniğin bir özelliğiyle ilgili. Çünkü bu teknik okura bir şey anlatmıyor aslında. Okur bir dinleyici konumunda olmaktan çok, karakterin zihninden geçenlere, bilincin akışına, ritmine, sesine maruz kalıyor. Karakter bir hikâye anlatıcısı gibi okuru karşısına alıp konuşmuyor. O sadece yaşamakla meşgul. Deneyimin içinde. Zihninden akıp gidenler de deneyiminin parçası. Böylece okur bunları aynı doğallıkla okurken ona bir şeyler bildiriliyor gibi hissetmiyor da olaylara aynı bilinçten bakıyormuş gibi hissediyor. Bırakın tanık olmayı, karakterle birlikte yaşıyormuş gibi. Bu -mış gibi durumu, oyun oynamaktan farksız. Aslında kurmaca bir oyun alanı. Yazar-karakter-okur arasında gerçekleşen bir oyun. Yazar yazarken, okur da okurken karakterin yerine geçiyor ve bir temsilin içine giriyor. O yüzden de muhtemelen sizin sözünü ettiğiniz sinema ya da tiyatroya uyarlanabilir duygusu oluşuyor. Çünkü kelimeler, cümleler okur gibi değil de karakterin yaşadıklarının sahnelendiği o mekâna girmiş ve olayların bir parçasıymışız gibi hissettiriyor bize bu teknik.
Yazılarınızda yeni yazım metotları aradığınızı söyleyebilir miyiz? Yani okurun farklı açılardan bakmasını sağlayan, klasik bir kurgu yerine karakterlerle başka türlü özdeşleşmesine yol açan bir yazım biçimi arayışı.
Ben röportajlarda bile aynı sorularla karşılaştığımda aynı yanıtları vermekten sıkılıyorum. Buna daha başka nasıl bir yanıt verebilirim, farklı bir şekilde nasıl ifade edebilirim diye soruyorum kendime. Bunun iki nedeni var, birincisi yaptığım herhangi bir şeyin benim için de bir macera, bir eğlence olmasını sağlamak, ikincisi de bu şekilde düşününce yeni keşiflerin, yeni düşünme biçimlerinin, yani bakış açılarının önünün açıldığını görmek. Bu sayede her röportajda hem edebiyat üzerinde düşüncelerimin derinleştiğini hem de kendi yapıp ettiklerimin sebepleri üzerine daha analitik bir düşünce geliştirebildiğimi görüyorum. Kurmaca metinlerde de benzer bir şey var. Yazmanın öncelikle bana haz vermesi gerekir. Önce kendim için yazıyorum, o eylemin kendisinden zevk alıyorum. Keşfettirdiklerinden, kazı yapmaktan, derinleşmekten, yeni söyleme biçimlerini aramaktan… Anlatmaktan çok anlamanın yollarını aramaktan… Bahsettiğiniz arayışın bir sebebi bu, tekrarların zevk veren bir yanı yok, zevk aldığım şey keşif çünkü. Derinleşme.
"KUSURSUZUN OLMADIĞINI BİLE BİLE NEDEN ARAR İNSAN?"
Bir diğer sebebi ise şu; roman hayat ile anlam arasındaki kopukluktan doğdu. O kopuşu yeniden kurmak için. Çok yitirilmiş bir bütünlüğü geri alma çabası. Epik anlatılardan ayrıldığı nokta o. Dolayısıyla kusursuz bir bütünlük, kusursuz bir biçim olmadığını bilir romancı. Bunu bilmesi ise onu aramasına engel değildir, aksine önceden bulduğu biçimlerin kusurlu olduğunu kabul edebilirse yapabilir bunu da. Edebiyat tarihinde yeni biçimlerin, yeni anlatım olanaklarının yolunu açan bu bakış açısıdır. Eğer Virginia Woolf yazdığı her metnin ve başkaları tarafından da yazılan metinlerin biçimsel olarak eksik, kusurlu olduğunu bilmeseydi Viktoryen dönem edebiyatının geleneksel anlatı kalıplarını kıramazdı. Bilinç akışını bulamazdı. Her metninde arayışını sürdürmesinin sebebi ise kusursuzluğun imkansızlığının farkında olmasıdır. Bunun farkında olmasaydı, ben yaptım oldu işte derdi, madem kusursuzu bulduk, aynısını tekrar tekrar yapalım olsun bu iş. Peki kusursuzun olmadığını bile bile neden arar insan? Öyle ya insan bulamayacağını bildiği şeyi arar mı? Arar. Çünkü mesele bulmak değildir, aramaktır, o arayış esnasında bulunan başka şeylerdir. İnsana dair keşiflerdir, hayat ile anlam arasındaki bağın kurulduğu kısa, geçici anları yaşamaktır, gerçekliği bütün olarak ele geçiremesen de bir parçasını hissedebilmektir. Şimdi Buradaydı’da insan ruhunun karanlık tarafına, kötülüğe, deliliğe, bozukluğa, bozulma anlarına bakmak istedim. Bu gerçekliği eksiksiz bir şekilde anlatamayacağımın bilinciyle ama ona yaklaşma arzusuyla. Arayışımın kaynağında o arzu var, yani eksiksizliğe yaklaşma arzusu. Arayışımın her romanda devam etmesinin kaynağında ise her zaman eksik olacağı bilgisi.
İnsan zihninin dehlizlerinde dolaşıyorsunuz. Bu önce kendinizi arama, anlama çabasının bir sonucu mu?
Kendimi ve başkalarını. Zaten bu ikisi birbiriyle ilişkili. İnsan ancak bir öteki varsa kendini bilir, fark eder. Kendine bakış ötekine bakıştan azade olamaz. İnsan tüm dünyadan soyutlanmış bir biçimde kendini göremez. Başkalarıyla etkileşim halinde varız ve kendimizi ancak onların bize tuttuğu aynada görerek anlayabiliriz. Annemiz, babamız, evladımız, sevgilimiz bize sürekli aynalar tutar. Ama iyi ama kötü bir yansıma görürüz orada, ona bakarız, bu sayede kendimizi algılarız. Ama o esnada gördüğümüz sadece kendimiz değiliz. Bize ayna tutan ötekini de görmüş oluruz, zaten biz de sürekli başkalarına ayna tutarız. Bu varoluşumuza içkin bir şey. Öteki her yerde, doğduğumuz andan itibaren bizi çevreleyen dünyanın kendisi öteki. Bedenimizin çarptığı her sınır ötekinin varlığını bize hatırlatıyor. Nasıl ki evin içinde koşturan çocuk masaya çarptığında canı acıyor ama bu sayede bedeninin sınırları olduğunu, dolayısıyla varoluşunu idrak ediyor, ruhumuz da karşılaştığımız her ötekide bunu yaşıyor. Sadece gündelik hayat içinde, kişisel ilişkilerimizde değil, okuduğumuz kitaplar yoluyla da ötekiyle temas ederiz. Ama kurmaca dünyadaki bu deneyimin gerçeklikteki deneyimden bir farkı var. Romanlardaki karakterler ötekidir ve biz onunla kurduğumuz ilişki sayesinde hem kendimizi hem dünyayı anlarız. O karakterle özdeşim kurarız bazen. Bu bize tutulan bir ayna olur. Aynı zamanda onu bir öteki olarak da tanırız. Hayattaki karşılaşmalar gibi. Fakat aynı zamanda onun yerine geçeriz. Bize hiç benzemese de özdeş taraflarımız olmasa da yani gerçek hayatta karşılaşsak özdeşlik kuramayacağımız bir kişiyle de kurmaca içinde bunu yaşarız. Ötekinin yerine geçerek, onun deneyimlerini hayal dünyamızda yaşarken gerçeklikte yapamadığımız bir şey yapmış oluruz, başkası olma deneyimini yaşarız. Bu başkası olma hali, bizim kendimizi de o başkanın gözünden yeniden görmemizi sağlar. Tebdili mekânda ferahlık vardır diyorlar ya, mekânımız değişince az önce durduğumuz yere yeni bir gözle bakmış oluruz. Beden ve ruhu da bir mekân olarak düşünebiliriz bence. Böylece aslında başkası olma deneyimi hem başkasının durduğu yerden hayata baktırdığı için ötekini anlamaya, hem de kendimizin dışına çıkardığı için kendimizi anlamaya yarar. İşte bunu ancak insan zihninin dehlizlerine girersem yapabileceğimi hissediyorum ben.
“ERİLLİK SADECE ERKEĞE MAHSUS DEĞİL”
Romanda anne tahakkümü öne çıkıyor fakat bir yandan da babalar ortada yok.
Karakterlerin çocukluğuna inmeniz ya da tahakkümün sadece eril bireyden değil anneden de gelebileceğini göstermeniz bireyi esaret altına alan şiddet biçimleriyle okuru yüzleştirmek için mi?
Erillik sadece erkeğe mahsus değil. Patriarkal sistemin eril kültürü, kadını da erkeği de etkisine alabiliyor. Yani aslında konu biyolojik olarak hangi cinsiyete sahip olduğumuz değil. Öte yandan romanda anne karakterlerinin davranışlarının sebebi de insanı duygularına yabancılaştıran toplum ve kültür. E o da zaten patriarkal bir yapının içinde oluşuyor. Annelerin hikayesine dönüp baktığımızda, yani kaynağa, kökte yatan travmaya kadar gittiğimizde de eril şiddeti ve tahakkümü görüyoruz. Kendi travmatik deneyimiyle yüzleşemeyen, onu dönüştüremeyen annenin geliştirdiği savunma mekanizması, evladı kapsamasının önüne geçiyor, onu sadece iyi yanlarıyla kabul etmesine, içindeki olumsuz duyguları kabul etmemesine, bastırmasına, dolayısıyla da öfkenin ve şiddetin sağaltılması yerine irine dönüşmesine yol açıyor. Toplum şiddet uygulayanlar ile buna maruz kalanların kesin ve net sınırlarla ayrıştığı bir arena değil. Şiddete maruz kalanın yarın şiddetin failine dönüşmesi pekâlâ mümkün, eğer deneyimine gözünü dikip bakmaz ve dönüştürmezse.
“HAKSIZLIĞA UĞRAYAN BİRİNİN ÇIĞLIĞIDIR HANİ BANA”
Son olarak kitabın sonunda yer alan “hani bana hani bana” ifadesi çarpıcı. İnsanın bitmek bilmeyen arzularını, taleplerini ifade eden bir yandan da okuru çocukluğuna, kendimizi merkez sandığımız döneme götüren bir ifade. “Hani bana” sizin için ne ifade ediyor?
Biri tutmuş, biri getirmiş, biri pişirmiş, biri yemiş… Öteki de hani bana hani bana demiş. Çocukken bu hikâyede hani bana diyene hep acımışımdır. O, eylemin parçası olamayan, dışarıda bırakılan, gözetilmeyen, ihmal edilen. Hani bana diyen hep serçe parmaktır. Zayıf, çelimsiz, küçük olan. Bende merhamet duygusu uyandırmasının bir nedeni odur belki. Haksızlığa uğrayan birinin çığlığıdır hani bana. Aslında ilginçtir, kolektif bir çalışma anlatılır oyunda. Herkes bir bütünün parçasıdır. Hani bana diyen, neden ben yiyemiyorum dememektedir, neden bu ortak faaliyetin dışında kaldım demektedir. Toplumun, ailenin, arkadaşlığın, bağların dışında kalmaktır anlatılan. Öteki olmak. Dışlanmak. Bu dışarıda bırakılma ne yaratır bir insanda? Acı verir, öfke uyandırır. Mağduriyete isyanı görürüz o çığlıkta. Bir çocuk oyunu olarak kurulması ise enteresan. Bu oyun yoluyla çocuğa ne söylenmekte, onu düşünmek gerek belki de. Hani bana demeye hakkın var mı denmektedir, yoksa hani bana diyen sen değilsin, ona birlikte gülebiliriz mi? Belki de hep dışarıda kalan biri vardır mesajı veriliyordur ve oyun bunu ifade etmenin, sağaltmanın ve kabullenmenin bir aracıdır.