Bağımsızlık mücadelesi veren bir halkın hikâyesi: “Asırda Onlar Yendi, Onlar Yenildi”

“Harami var diye korku verirler. Benim ipek yüklü kervanım mı var.” Karacaoğlan’dan bir alıntıyla başlıyor Ahmet Büke ‘Kırmızı Buğday’a. Sonra okuru öyle bir hikâyenin içine sokuyor ki tarihle edebiyatın birlikte harmanlandığı, menkıbelerle bezeli, toprak düzeni ve bölüşüm savaşıyla Milli Mücadele’nin sınıfsallığını, emperyal güçlerle savaşırken içerideki düzenin hakimi olanların işbirlikçiliğini okuyoruz.

Kitabı üzerine konuştuğumuz Ahmet Büke’ye hangi çalışmalardan yararlandığını sorduğumda Osmanlı toprak düzeni, Batı Anadolu toprak mülkiyeti, Cihan Harbi, Çanakkale cephesi, Millî Mücadele genel tarihi ve Batı Anadolu cephesi, ayrıca 20. yüzyıl başları İzmir şehriyle ilgili makale ve tezleri okuduğunu, hatıratlardan ve harp ceridelerinden faydalandığını söyledi. Yaklaşık dört yıl kitabı üzerine çalışan Büke bu konularda çalışmış uzman ve akademisyenlerden bir iletişim ağı kurduğunu, onlara ilgili bölümleri okuttuğunu, eleştirilerini ve katkılarını değerlendirdiğini belirtiyor. “Eğer bir gün vaktim olur ve elim değerse romanın kaynakçasını çıkartacağım” diyen Ahmet Büke’yle Kırmızı Buğday’ın hikâyesini konuştuk.

Kitabınızda başta toprak düzenini ve ağalığı işliyorsunuz. Kitabın kapağında Mustafa Kemal’i andıran bir silueti at sırtında buğday tarlasında görüyoruz. Milli Kurtuluş’a giden süreci okuyoruz ancak anlatılan tek başına Mustafa Kemal’in başarısı değil. Asıl geride nasıl bir mücadele verildiği, iktidarı ellerinde bulunduran toprak sahiplerinin düşmanla nasıl iş birliği yaptığı ve değişen dengeler karşısında işbirlikçilerinin nasıl dönüştüğünü ve halka ne olduğunu okuyoruz. Bu romanı yazarken temel meseleniz neydi?

Kapaktaki Mustafa Kemal değil aslında. Yirmili yaşlarında genç bir adam fiziğiyle Kuvvacı. Muhtemelen Arap Ali. Bu metin bir yönüyle Millî Mücadelenin de hikâyesi yani bizim hikâyemiz. Ama bugüne de bu dönemler daha çok münevverlerin, siyaset insanların, zabitlerin gözünden anlatıldı. Ben hikâyeyi asıl sahiplerine teslim ederek tarlada ırgat, cephenin en ön hattında piyade olan baldırı çıplak köylünün, reayanın, ırgatın ve beyin tütün tarlasını çapalayan ama içecek tütünü bile olmayan hizmetkârın nazarından ve tarafından anlatmaya çalıştım. Zira “Asırda onlar yendi, onlar yenildi!”

9789750765513-front-cover-1.jpg

“SINIF MÜCADELESİ DURMUYOR”

Karacaoğlan’dan bir sözle kitabınıza başlıyorsunuz. “Harami var diye korku verirler. Benim ipek yüklü kervanım mı var”. İpek yüklü kervanı olmayanlar mı mücadele verenler? Her devirde ipek yüklüler neden değişmez?

Çünkü tarihin sonuna henüz gelmedik! Tarih devam ediyor. Yani sınıf mücadelesi belki kimi zaman sakinliyor, geriliyor ama durmuyor.

“ÇALIŞANLARA VERİLEN MARKET FİŞLERİ, YEMEK KARTLARI BUGÜNÜN AĞA PULLARIDIR”

Köylülerin tamamı borçlu. Hatta geleceğe borçlular. “Borçlanmak ve borçluluk Kayalıoğlu mülkünün genel biçimiydi” diye yazıyorsunuz. Kayalıoğlu mülkünün varisi Adnan Bey İngiliz işbirlikçilerinden esinle kendi parasını oluşturuyor. Arazisinde çalışana bunu veriyor. Gerçek paraya da değerinden düşürerek bozuyor. Bu, kurulan düzeni anlatmak için sizin roman kurgusu içinde geliştirdiğiniz bir şey mi yoksa okumalarınız sonucunda buna dair örnekler karşınıza çıktı mı?

Adnan Bey’in getirdiği çözüm onun bulduğu bir yöntem değil. Aslında 19. yüzyıl ve hatta kısmen 20. yüzyılın ilk yarısında görülen, Marks ve Engels’in de çalışmalarında bahsettiği “truck money” denilen kavram. Emeğin ücret karşılığının nakdi olarak değil de kısmen ya da tamamen ayni olarak dönemsel veya daimi şekilde ödenmesi. Batı’da ve hatta Amerika’da özellikle maden, demiryolu, tarımsal üretim alanlarında sık kullanılmış; zamanla sendikal mücadelenin odağına yerleşmiş, hatta bununla ilgili işçi sınıfı direnişlerinde kan dökülmesine sebep olmuş bir uygulama. Bizde de kullanılmış. Özellikle 1960’lı yıllara kadar madencilikte sürmüş. Aslında bugün de izlerini sürebiliriz. Çalışanlara verilen market fişleri, yemek kartları bugünün ağa pullarıdır.

“KURTULUŞ SAVAŞI EMPERYALİST BİR BÖLÜŞÜM SAVAŞININ DEVAMIYDI”

Hayati konularda kaderimizi kimin eline bırakacağız?” sorusu verilen mücadelede hep sorguladığımız, sizin de hatırlattığınız bir mesele. Kurtuluş Savaşı emperyalistlere karşı verilen bir mücadele miydi tartışması yapılır. Oysa karşımızda sadece Anadolu’yu bölüşmek isteyen emperyalist devletler yok. Onların ülke içindeki işbirlikçileri de var. Kitapta “harpten önce de harpten sonra da varlık içinde değildik. Bankalar, demiryolları, taşıt vasıtaları, imtiyazlı- imtiyazsız mali kurumlar, hep yabancıların elinde. İzmir’den Karşıyaka’ya bir biletle bineceğiniz vapurun geliri Belçikalılara ait” diye yazıyorsunuz. Hal böyleyken “Millî Mücadele emperyalistlere karşı verilmiş bir mücadele değildi” tartışmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu ciddiye alınacak bir tez değil. Kurtuluş Savaşı emperyalist bir bölüşüm savaşının devamıydı. Cihan Harbi 1918’de bitmemişti. Galiplerin kendi iç çelişkilerini de taşıyarak ganimet paylaşma safhasında verdikleri mücadele ve aşağılık harekata bir ulusun cevabı olarak yaşandı. Ama aynı zamanda bir iç harpti de. Yani emperyalistlerin yerli işbirlikçileri ile de mücadele edildi. Bu kadar mı? Değil elbette. Ayrıca bir halk savaşıydı ve bizim içimizde de bir yandan sınıf mücadelesi çeşitli düzeylerde ve farklı şiddette sürüyordu. Her taraf gücü yettiği oranda hem mücadeleyi hem gelecek zaferi hem de yeni düzeni kendi lehine bükmeye gayret ediyordu. Bu açılardan bakıldığında tarihi en karmaşık, şiddetli ve zorlu mücadele örneklerinden biriydi. Yani çok şeydi ve her şeydi ama sadece “anti-emperyalist bir özü yoktu” saçmalığı ile tek bir rabıtası yoktu.

Asker kaçakları konusu da tartışılır. Siz ülkenin, şehirlerin, köylerin iktisadi durumunu, yaşamını anlatırken aslında bunun nedenlerini de anlatmış oluyorsunuz. Sakarya Muharebesi’nden sonra firarlar azalmaya başlıyor. Bunu sadece orduya olan inançla açıklayabilir miyiz?

ahmetbuke-can2025-0463-2.jpg
Ahmet Büke

Bu biraz da tarihçilerin ve akademinin alanına giriyor ama benim okuduklarımdan anladığım kadarıyla asker kaçaklığına yönelik ciddi mücadelenin de payı var. Özellikle işgal altındaki Batı cephesinin gerisine kaçan firarilerin suça karışmayanlarının suhuletle ikna edilmesi, halka karşı suç işleyenlerin ise şiddetle cezalandırılmasında Kuvayi Milliye milislerinin rolü dikkat çekiyor. Bir de işgalcilerin sivil halka yönelik fena muamelelerinin artması halk içinde asker kaçaklarına yönelik kızgınlığın dozunu giderek arttırmış. Ayrıca zaman içinde zafere ve orduya duyulan güvenin ve saygının artan payı var tabii.

İngilizlere ilişkin de önemli tespitleriniz var. “Kanları daha değersiz ve ucuz olan Yunan köylü çocukları, Anadolu Rumları, öfkeli Ermeni gençleri İngilizlerin tüfeğinde mermi olsun diye varlar, onlar bugünler için desteklendi” diye yazıyorsunuz. Hatta Türklerin askerlik mesleğinden men edileceğini, Fransız lejyonlarında düşük rütbeli askerlik yapmalı mı yapmamalı mı tartışmasının yapıldığını söylüyorsunuz ve Mustafa Kemal’in siyasi başarısını burada bir kez daha görüyoruz. İngilizler ondan o kadar kuşkulanmıyor ki Llyod George, “Mustafa Kemal Paşa derhal Erzurum valisi olmalı” diye izahat veriyor. Romanı oluştururken tüm bu toprak düzenini, sermaye sahiplerinin nasıl nemalandığını, dışarıdaki ve içerideki mücadeleyi araştırırken Mustafa Kemal’in siyasi hamlelerini nasıl değerlendirdiniz?

Burada yanıt olarak kitaptan bir alıntı yapayım. Adnan Bey ile Amerikalı Ambros Sheamus, 1920 Ocak ayının ilk günlerinde, İzmir’de Borsa Restoran’da bir iş yemeğinde buluşurlar; mevzu Anadolu direnişine ve elbette Mustafa Kemal’e gelir. Adnan Bey derin bir nefes aldı. “Mustafa Kemal Paşa’yı küçük de olsa bir ihtimal olarak mütalaa ediyorsunuz, öyle mi?” Sheamus gülümsedi. “Kuvvet dengesi, sahip olduğu imkânlara bakılırsa şansı yok derecesinde. Ama buralarda pek olmayan bir cevher sahibidir. Siz İngilizlere kanmak için çırpınırken, o İngilizleri atlattı! Mezkûr istihbarat raporlarını defalarca okudum. İngilizler ondan o kadar kuşkulanmıyor ki, Lloyd George, ‘Mustafa Kemal Paşa derhal Erzurum valisi olmalı,’ diye izahat veriyor. Lakin Samsun’a çıkar çıkmaz fiillerini gören İngiliz irtibat subaylarının aklı başlarından uçuyor ve derhal alarm zilleri çalıyor. İngilizlerin makul bulduğu birisi iki ay sonra Anadolu’daki baş düşmanları oluyor! Anadolu’ya geçmek için kurduğu tezgâh sanatkârane. Ama kabiliyet yetmez imkân da lazımdır. Ona sahip mi? Mevcut vaziyete göre hayır!” Tabii Gazi Paşa o günlerinde devamında Sheamus’u da yanılttı. Zira ne yaptığını bilen, nihai hedefine kilitlenmiş bir akılla dolu cüret taşıyordu. Böylesi bir cüret daima işe yarar.

Anlatımınızdaki sihir bir yandan da efsanelerle, masallarla örülü bir üslubunuz olması diye düşünüyorum. Örneğin karayılanın hikayesi ya da yörüklere dair anlattıklarınız… Masallar, mitolojik hikâyeler edebiyatınızı nasıl besliyor? Siz de Gördeslisiniz. Yaşadığınız toprakların bunda nasıl bir etkisi var?

Doğduğumda kulağıma ismini üflemişler sonra ezan okumuşlar. Biraz büyüdükten sonra ilk duyduğum şeyler masallar, efsaneler, eski hikâyeler oldu. O kadar çok dinledim ki çocukken bazen gerçeklik algımı kaybederdim bu hayata dair.

“MİRALAY BEKİR SAMİ BEY’İN HARP CERİDELERİNİ OKUDUM”

Ova ve dağ arasındaki farkı da ortaya koyuyorsunuz. Ovalarda büyük toprak sahipleri var. Paranın kaynağı ovalar. Yani iktisadiyat her şey demek. Bunu görerek ve olaylara, durumlara bu temel anlayışla bakmamız bize ne sağlar?

Ben bu romanı yazarken bir sorudan da yola çıktım. Batı Anadolu’da birbirine çok yakın kimi yerlerde işgale karşı en azından başlangıç dönemlerinde farklı tavır alışlar, pozisyon alışlar olmuş. Bunların bazıları çok çarpıcı. Örneğin yaveri Yüzbaşı Selahattin olan ve aynı adlı romanında da bahsedilen Miralay Bekir Sami Bey’in harp ceridelerini ve günlüklerini okuyunca bu durumun vahametini hemen anlıyorsunuz. Acaba bu durumda bölgeler arasındaki ticari potansiyel, toprak mülkiyeti ve bunlara bağla olarak sınıf meseleleri var mıydı? Biraz bu sorunun da peşine düşerek anlamaya çalıştım romanın meselesini.

“TOPRAK TAKSİMATI CİHAN HARBİNDEN BERİ TARTIŞILAN BİR MESELE”

Toprak taksimatının önemini de roman boyunca okuyoruz. Bu taksimat toprağın sahibi olduğunu düşünen ağa ile emeği sömürülen reaya arasında nasıl bir etki yaratacaktı?

Bu meselenin Millî Mücadele sürecinde belli derecelerde etkisi olmuş. Hatta iktisat tarihçisi Prof. Alp Yücel Kaya’nın TÜSTAV’ın düzenlediği Cumhuriyet Kurulurken Sempozyumunda sunduğu bununla ilgili güzel bir makalesi de var. Örneğin savaş halindeki Büyük Millet Meclisi’nin çıkardığı -ve dikkatinizi çekerim 39 numaralı; yani neredeyse ilk kanunlardan biri olan- 14 Ekim 1920 tarihli Baltalık Kanununa dikkat çekmek isterim. Bu tamamen küçük ve hatta topraksız köylüyü ağa ve beylere karşı kayıran ve dönemine göre hayli ileride olan sonuç olarak onların lehine yapılan bir düzenleme. Toprak taksimatı meselesi de aslında Cihan Harbinden beri tartışılan bir konu. Hatta İttihatçıların bir kanadı bunu özellikle Sultan Çiftliklerinde tecrübe etmeyi çalışmışlar. Bunların hepsi yaklaşan ya da girilen fırtınada köylü ve yoksul halkı bir çeşitli düzeylerde müttefik olarak düşünme yaklaşımı. Ama bunlarla ilgili asıl gümbürtü elbette zaferden sonra kopuyor. Sınıf mücadelesinde zayıf ve teşkilatsız olan kesimler zaman içinde avantajlarını yitirmeye başlıyor.

Bir önceki romanınız ‘Deli İbram Divanı’ çok sevilmiş, herhangi bir pazarlama taktiğiyle değil, okurların yorumlarıyla ağızdan ağıza yayılmış, çokça okunmuştu. Edebiyatın da pazarlandığı bir dünyada siz çok okunmanızı, kaleminizin gücünü neye bağlıyorsunuz? Bunu toplumsal gerçekçi bir bakış açınızla açıklayabilir miyiz?

Bunlar göreceli değerlendirmeler. Çok okundu mu bilmiyorum. Ama ben var olan ezberin tersine toplumcu gerçekçi ve nitelikli bir edebiyatın bu deli gömleğini yırtıp atacağını yazmaya başladığım ilk günden beri düşünürüm. Gök kubbenin altında muazzam bir kaos var, koşullar bizim için gayet uygun. Hür ve müstakil olmak ve elbette iyi edebiyat yapmak şartı ile cüretle ve de gayretle yazdığımız, çizdiğimiz her şey, emek verdiğimiz her iş toplumsallaşabilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Eda Yılmayan Arşivi