Yoksulluğun görünmeyen gözyaşları

Sabahattin Ali her biri diğerinden kıymetli öykülerinde sıradan insanların yürek burkan hikayelerini sunar okuyucuya. O öyküler içinde en unutulmazlarından biri “Isıtmak İçin” öyküsüdür kendi adıma. Anadolu’nun makus tarihi olan yoksulluk anlatır bu acıklı öyküde. Kendisi de yoklukla mücadele eden bir adamın yoksul çamaşırcı kadına yardım yapmak/yapamamak arasında yaşadığı  git geller anlatılmıştır. Hasta kızı için yardım isteyen kadının çaresiz görüntüsü gözünün önünden hiç gitmez kahramanımızın. Pişmanlık duygusu içinde kendisiyle hesaplaşmaya başlar:

            - “Körleşen ruhum, rahatının ve muvazenesinin bozulmasından korkuyordu. İnsanlığımın üzerini kaplayan miskinlik ve alakasızlık kabuğu parçalanmak tehlikesindeydi. Hodbin bir kuvvet beni içeri çekti. Buna mukavemet etmek itiyadını kaybettiğim için kapıyı açıp taşlığa girdim…’Ne yapabilirdim? Elimden ne gelirdi? Ben kimim ki?’ diyor, fakat yine kendim: ‘Hiç olmazsa kaçmazdın... Hiç olmazsa dinlerdin. Kim olursan ol... Dünyada kendisi için hiçbir şeyi olmayan bir insanın bile başkalarına yardım edecek bir şeyi vardır... Hiç olmazsa bir tek sözü...’ diye cevap veriyordum.”

            Kadını bulmaya ve borç aldığı iki lirayla da olsun ona yardımcı olmaya karar verir. Şehrin kıyısında kalmış, yoksulluğun avuçlarına sıkışmış insanlardan mürekkep bir mahallede bulur onu.

            - “Ayın ışığı, kapı arasında duran kadının yüzüne vurmuş ve yarısını aydınlatmıştı. Her tarafım titremeye başladı. Karşımda kımıldamadan duran bu çehrenin bir ölüden farkı yoktu. Çukurdaki gözleri büsbütün kaybolmuş, dişsiz ağzının etrafındaki dudakları daha çok incelmiş ve buruşmuştu. Aklımdan derhal iki lirayı eline sıkıştırarak oradan kaçmak geçti. Kaçmak, her zamanki gibi, her şeyden kaçmak... Görmekten, duymaktan ve beraber ıstırap çekmekten kaçmak.”

            Karşısında yardım istediği adamı gören kadıncağız titreyen sesiyle anlatmaya başlar:

            - "Kusura bakma... Gelemedim… Çok ağladı. Zaten aylardan beri durmaz ağlardı ya, bu sefer çok ağladı. Eskisi gibi açlıktan değil, bu sefer soğuktan ağladı. Anacığım üşüyorum! diye arkamdan bağırdıkça divaneye dönerdim. Odunun okkası doksan para, nereden alayım? Haftada bir çamaşıra, temizliğe gidip yirmi beş kuruş alsam onu da yağa, pirince verir, bir sıcak çorba yapayım da yüreğine can gelsin derdim. Oduna para verecek halimiz mi var?… Ama bir haftadır boğazından çorba da geçmez oldu…Donuyorum anacığım, donuyorum! diye söylendikçe dört yana saldım. Çırpı toplayıp ocakta ateşledim, bir parlayıp bir söndü, kızımın gözünü bile ısıtmadı. Beş on okka odun parası bulayım diye her bir yanı dolaştım, Allah rızkımızı kapamış, kapısını açan olmadı. Eve geldim ki kızım hala seslenir: Ana nerede kaldın, elim kolum dondu, gayrı soğuk yüreğime varıyor! diye yalvarır. Sesi de artık çıkmaz olmuştu. Hani yavru kedi gibi vızlanırdı. Girdim yanına yattım. Dünyada varıp halimi dökecek kimsem yoktu, kimselerden bir umudum kalmamıştı. Elim ayağımla kızcağızımı sardım. Bir daha yanından çıkmadım. Yavrumun her yanı buz olmuştu. Ben ona sokuldukça: Aman ana, daha sarıl, daha sarıl, içim çekiliyor, diye yalvardı. Isıtacak yeri kalmamıştı ki, her bir tarafı kuru kemikti. Ama ne de olsa biraz sesi kesildi. Birkaç kere uyur gibi oldu. Ondan sonra aralıkta uyanıp: Aman ana, ısıt beni! dedi, hemen uykuya daldı. Ne yiyecek istedi, ne içecek istedi; uyudu, uyandı, ısıt beni dedi. Ben ondan kuru, nesini ısıtayım ki... Ama kızım rahat etti. Artık bilemiyorum, üç gün mü oldu, dört gün mü, hep sarılıp yattık. O gözünü açtıkça ben sarıldım. Başcağızını bağrıma bastım, ayaklarını bacaklarımın arasına aldım, onu gene uyuttum. Bugün öğleye doğru bir daha gözlerini açar gibi oldu. Garip garip yüzüme baktı... Bir daha da gözlerini kapamadı.”

•••

            Yoksulluk insanoğlunun bu dünyadan silmeyi başaramadığı acı gerçeklerden. Tüm o böbürlenmesine, kibrine, başarılarına, övünmelerine karşın başaramadı bunu insanlık. Mars’ta koloni hayalleri kurup, yapay zekayla sohbet etmenin hülyalarına dalanlar yoksulluk gerçeği karşısında dut yemiş bülbüle dönmeyi, üç maymunu oynamayı çok seviyor. Oysa geçtiğimiz hafta OXFAM tarafından yayınlanan rapor bu gerçeği bir kez daha gözler önüne seriyor. Rapora göre, dünyadaki en zengin %1'lik kesim 2020'den bu yana 26 trilyon dolar (21 trilyon sterlin) yeni servet edindi; bu, dünya nüfusunun diğer yüzde 99'unun neredeyse iki katına denk gelen bir rakam. Oxfam Ceo’su Danny Sriskandarajah ise “25 yıldır ilk kez aşırı yoksulluk artıyor... ama milyarderler için her gün bir nimet." yorumunu yapıyor.

•••

            Her geçen gün zenginlerle yoksullar arasındaki makas daha da açılıyor. Türkiye’nin bu acı gerçekten kaçması ise olası değil. “Yoksulluk Günlükleri-Askıda Hayatlar” kitabında aktivist Hacer Foggo tam da bu konuya değiniyor. Başta kentsel dönüşüm tsunamisinin vurduğu insanlar olmak üzere hayatın kıyısında kalmış, yaşayanlar hariç içinde nasıl bir yaşam mücadelesi verildiğinin asla anlaşılamayacağı, hayatın bir kafes dövüşüne dönüştüğü mahallelerden insanların hikayeleri bunlar. Özellikle büyük şehirlerde çoğumuzun yanından geçip gittiği, bir ağaç ya da kaldırımı işgal eden bir scooter kadar bile dikkatimizi çekmeyen Salih’in, Cevahir’in, Hasan’ın, Zeynep ile Nergis’in hepsi birbirinden hüzünlü hikayeleri var satır aralarında.

•••

            Yoksulun evladına tek mirasının yoksulluk olduğunu da görüyorsunuz aynı satırlarda. Foggo bu konuya Birleşmiş Milletler, Aşırı Yoksulluk ve İnsan Hakları Özel Raportörü Olivier De Schutter’in 2021 tarihli raporundan alıntılarla değiniyor. De Schutter, erken çocukluk eğitimi ve bakımına yapılan yatırımlar, kapsayıcı eğitim, gençler için evrensel bir temel gelir sağlanması ve sosyoekonomik dezavantaj temelinde ayrımcılığın yasaklanmasının sürekli yoksulluğu devam ettiren döngüleri kırmanın tek yolu olduğunu vurguluyor. Yoksulluk içinde yaşayan ailelerde doğan çocukların yetişkin olduklarında yeterli bir yaşam standardına ulaşma şanslarının, varlıklı ailelerde doğan çocuklara göre önemli ölçüde az olduğunu ifade ediyor.”

            Yoksulluğun bir miras olarak ana babadan evlatlara geçmesi bir kısır döngü yaratıyor. Bu kısır döngüden çıkış içinse yoksulun elindeki en önemli avantaj eğitim. Eğitimde fırsat eşitliği yaratıldığında çocuklar üzerlerine yüklenen bu ağır yüke rağmen fasit daireden kurtulma şansına sahiptiler. Özel okul-devlet okulu ayrımının kreş seviyesine kadar indirilmesi, insan yaşamının her alanıyla birlikte eğitimin de özelleştirmeye kurban edilmesi yoksulluk mirası zincirinin daha da muhkem hale gelmesine neden oluyor. Ancak eğitimin bu işlevi de esasında zeki ve becerikliysen iyi yaşarsın gibi çarpık bir durum ortaya çıkarıyor. Haliyle eğitimi bir eşik olarak kullanıp bu eşiği geçenlerin insanca yaşayabileceği mesajını vermek de kendi içinde çelişkiler barındırıyor.

•••

            Foggo kitabında özellikle yoksulluğun insanlarda yarattığı erozyona vurgu yapıyor ve çevrenin yoksul insanlara bakış açısındaki eksikliklere, yetersizliklere değiniyor. “Dünya artık yoksulluğu sadece gelir üzerinden tartışmıyor, yoksunluğun insani boyutunu da ölçüyor, yoksulluğun özünde utanmanın yattığını, yoksulluğun parasal yoksulluktan daha fazlası olduğunu

anlatarak sağlık, eğitim, barınma, beslenme, çocuk ölümü, yaşam standardı, pişirme yakıtı, tuvalet, su, elektrik kullanımı gibi göstergeleri tartışıyor. Yardımların teşhir edilmesinin sosyal dışlanmayı ve utancı artırdığına, bireyde derin yoksulluktan kaynaklanan kabullenilmiş çaresizliğe yol açtığına, bunun da kalıcı yoksulluğa neden olabileceğine yönelik yoksulluk araştırmaları var. Utanç, damgalanma, aşağılanma hissi, bireyin sosyal ilişkilerini kısıtlarken, örgütlü bir hayattan uzak

kalmasına ve sosyal yardımlara bağımlı olacak bir hayatı devam ettirmesine neden oluyor!”

            Bugün dünyada yoksulluğa karşı uygulanan politikalar hakça bir paylaşımdan ziyade yara bandı misali günü kurtarmaya yönelik çabalardan ileriye gidemiyor. Bu duruma Foggo şu satırlarla dikkat çekiyor: “Sosyal destekler yoksullara karşı biat ve itaat talep eden, önyargılı ve kibirli bir bakış açısıyla gerçekleştirildiğinde kimi zaman yoksulluğu derinleştiren siyasi baskı aracına dönüşür. Öte yandan hak temelli yaklaşım, yoksulun ‘ihtiyaç sahibi’ değil, ‘hak sahibi’ olduğunu savunur.”

•••

            Habertürk’de yayınlanan ve haberi yapan muhabirin işinden olmasına neden olan “Karne hediyesi olarak et.” haberi Türkiye’de yoksulluk tartışmalarını tekrar alevlendirdi. Kimileri haberin sahte olduğunu vurgu yapıp kandırıldığımızı söylüyor, kimileri de uygulanan ekonomi politikalarının ülkeyi getirdiği durumun bu olduğunu iddia ediyordu. Günlerce süren tartışma sonrası haberi yapan muhabirin bağlı olduğu Habertürk, ilgili haberin düzmece olduğuna dair bir açıklama yayınlıyor, “yurttan sesler korosu” ise canhıraş şekilde zaten böyle bir şeyin olabilme ihtimalinin imkansızlığı üzerine yayınlar yapıyordu. Sonuçta dünya bir cennet, Türkiye o cennette akan ırmağın kenarındaki söğüt gölgesiydi. Ve her aile en az o haberdekiler gibi haftada üç kez kasaptan et alabilecek refaha sahipti(!).

•••

            Gerek Hacer Foggo’nun kitabı gerekse gerçekleri görmek için baktığımız pencerenin dışındaki dünya, yoksullukla nasıl iç içe yaşadığımızı görmemizi sağlayacaktır. Yeter ki görmek istensin. Yoksa bu dünyada görmek istemeyenden daha kör kim olabilir ki?

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi