Anlaşılamamak Unutulmaktan Acı Değil midir?* 

Köy Enstitülerinin komünistlikle suçlanmasıyla ilgili davada Yücel’in “Köy Enstitüleri’nin bütün günahlarını üzerime alıyorum. Sevabı başkalarının olsun. O kurumların günahı bile bana yeter.” dediği söylenir. Siyasi kimliği üzerinden koparılan fırtınalar bir tarafa Hasan Âli Yücel’in Türk Millî Eğitimine ve kültürel dünyasına kattıkları bile üzerinde uzun uzun konuşulmayı ve minnet duymayı gerektiriyor.

                “Gün geçtikçe daha iyi anlıyorum: Türk entelektüeli Türk aydını, Türk ülkesi denilen bu engin ve ıssız dünya içinde bir garip yalnız kişidir. Bir münzevi mi? Hayır; bir acayip yaratık demeliyim…Kendi vatanı addettiği memleketin dibine doğru ilerledikçe, kendi kökünden uzaklaştığını hissediyor. Hissetmese bile etrafında nasıl olan boşluk, soğuk ve itici hava, ona her an kendi toprağından sökülmüş bir aykırı, bir acayip nebat olduğunu bildiriyor. Her memleketin köylüsüyle okumuş yazmış zümresi arasında, aynı derin uçurum var mıdır? Bilmiyorum! Fakat okumuş bir İstanbul çocuğu ile bir Anadolu köylüsü arasındaki fark bir Londralı İngilizle bir Pencaplı Hintli arasındaki farktan daha büyüktür.”

                Türk edebiyatının usta kalemlerinden Yakup Kadri Karaosmanoğlu Osmanlı’dan beri unutulan köylü ile aydın/kentli arasındaki uçuruma “Yaban” kitabında bu sözlerle dikkat çekiyordu. Kimi yerde ağaların, kimi yerde şeyhlerin, zorbaların, eşkıyaların insafına terk edilen, üzerine cehlin safraları saçılmış kuru insan yığının cehalet karanlığına bırakıldığında neler yaşanabileceğine dair pek çok benzer örnek edebiyat dünyamızın satır aralarında okuyucularını bekliyor hâlâ. 1920 şafağının ardından Cumhuriyet’in ilanı ile aydınlığa kavuşan, tebaa olmaktan, kul kalmaktan vatandaş olmaya terfi eden halkın zamanın gereklerine yetişmesi, hak ettiği yaşama ulaşması için kaybedilecek zaman yoktur. Şimdi insanlığın en eski ve en kara hastalığı cehalete karşı savaşma zamanıdır. Atatürk önderliğinde başlayan süreç onun ölümünden sonra da sürdürülmeye çalışılmıştır. Bu sürecin en önemli iki kahramanı kuşkusuz Köy Enstitüleri’nin kurulup yaygınlaştırılmasında canla başla mücadele eden, köylüyü yüzlerce yıl yalnız bırakıldığı cehlin elinden kurtarmaya çalışan Hasan Âli Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’tur. Köy Enstitüleri’ni ve İsmail Hakkı Tonguç’u bir başka yazıya bırakıp Cumhuriyet tarihinin en uzun süre görev yapan eğitim bakanı Hasan Âli Yücel’in yaşamına ve mücadelesine bir pencere açalım bu yazıda.

                Hem sağ hem sol cenahtan sevenleri olduğu kadar onu yerden yere vuranlar da çoktur. Siyasi bir figür olmasının yanı sıra bir eylem adamı, düşünür ve yazar kimlikleriyle de öne çıkan Hasan Âli Yücel’in yaşamına dair en derli toplu bilgilere Tanıl Bora’nın geçtiğimiz yıl okurla buluşan biyografi kitabında ulaşabiliyoruz. Ancak yayınlandığı andan itibaren bu hacimli kitap da Yücel’in kaderine ortak olmuş hemen her çevreden eleştirilere maruz kalmıştı. Hatırlatalım!**

***

                Büyük değişimlerin, dönüşümlerin yaşandığı 19.yy’ın sonlarında, 1897 yılında dünyaya gelir  Hasan Âli Yücel. Baba tarafından posta nazırı Göreleli Hasan Ali Efendi'nin, anne tarafından ise Japon sularında batan Ertuğrul Fırkateyni süvarisi deniz albay Ali Bey'in torunudur. Babası Ali Rıza Bey, annesi Neyyire Hanım’dır. Dinî değerlerin baskın olduğu ailede tek çocuk olarak yetişir Hasan Âli Yücel. Yaşamı boyunca farklı derecelerde izlerine rastladığımız mevlevîlikle bağı hiç bir zaman kopmamıştır. Dinin yorumlanışına dair eleştirileri, kaleme aldığı eserlerinde sıkça karşımıza çıkar. Örneğin bugün bile hâla tartışmaları yapılan İslâmiyet’in Araplaştırılmasına şu ifadelerle karşı çıkar: Müslümanlık, Arablık demek değildir…Müslümanlığı Araplık haline getirme, İslâm’ın özündeki âlemşümûl ruha uymaz.” Bir başka yerde inanç özgürlüğüne dair şunları ifade ettiğini görürüz: “Gerek İslâm dininin ruhu, gerekse Anayasanın tesbit ettiği vicdan hürriyeti, itikadlara saygıyı emreder. İmanlar, münakaşa edilmez. Ancak onlara hürmet edilir. Etmiyenlere de hürmet etmesi öğretilir.” Mevleviliğin günümüzde artık kitsch hâle getirilen ayini Semâ gösterisi içinse o zamanlardan şu uyarıyı yapıyordur: “Mevlevî’nin mutrıbı, bir mehter takımı değil.”

                Tanıl Bora’ya göre Yücel’in çocukluğu dinle doluyken gençliği ve orta yaşları da milliyetçilikle doludur. Türk devriminin ana taşıyıcılarından biri olan Hasan Âli Yücel, Tonguç’la beraber kuracağı Köy Enstitüleri ile yapmak istediklerinin ipuçlarını şu sözlerle anlatır: “Bizim bütün düşüncemiz, derisi katılaşmış eline sapanını tutan, çatlak topuklu, çorapsız ayağıyla Türk topraklarının göbeğine basan yurttaşlarımızın söylediğini anlamak, istediğini yapmak, yapmasını istediğimizi ona kolayca anlatmaktır.”

***

                İnsan sevgisi ve filizlendirmeye çalıştıkları aydınlanmanın verdiği şevk Hasan Âli Yücel’in öğrenme ve öğretme iştahını daima canlı tutmuştur. Yazdığı kitaplar, makaleler, denemeler yaşama dair tecrübelerini paylaşma gayretinin eseridir adeta. Otobiyografik nitelikteki “Geçtiğim Günlerden”de ya da didaktik bir tarzda kaleme aldığı “İyi Vatandaş İyi İnsan”da hep bu gayretin izlerini görürsünüz. Son derece yalın ve samimiyetle yazılmış eserlerdir bunlar. Eğitime, insana dair hemen her hususta fikirlerini paylaşmış, Anadolu insanının kadük bırakılmış kültürel yönünü geliştirmek için çabalamıştır. Bora’nın da temas ettiği üzere güzel sanatlara özel önem veriyordur. İlk Türk oratoryosu Yunus Emre’nin bestelenmesini sağlamış; ilk kez onun zamanında ve desteğiyle 1939’da Devlet Resim ve Heykel Sergisi düzenlenmiştir. 1941’de -ikincisi asla yapılamayan- I. Coğrafya Kongresi’ ve 1946’da yapılan I. Beden Eğitimi ve Spor Şûrası da yine onun önderliğinde gerçekleştirilmiştir.

                Yazar ve şairlerle yakından ilgilenmesi, onları kitap yazma konusunda teşvik etmesi, Tercüme Bürosu’nun kurulmasını sağlayarak bugün bile kültür dünyamızı renklendiren Dünya Klasiklerinin dilimize kazandırılmasına ön ayak olması başlı başına pek çok selefinin erişemediği bir seviyeyi işaret ediyor.

                Radyodan her yıl bir kaç kez ebeveynlere seslenmesi ve onları da -bugünün moda tabiriyle- eğitim-öğretimin paydaşlarından biri haline getirmeye çabalaması uzun süre benzerine şahit olunamayacak bir çalışmadır. “Ekseriyetle öğretmen konferansçı ve talebe de ezbercidir. Talebe sabahtan akşama kadar ders olarak kendisine anlatılan şeyleri dinliyor. Bunlar üzerinde zihin yoracak, çalışacak vakit bulamıyor; dersler hazmedilmeden dimağındadır. Çalışkansa vazifelerini tamam yapabilmek için sıhhatinden kaybediyor." derken adeta günümüzü anlatıyordu.

                Oğlu Can Yücel “Babamın çocuğu yoktu, Cumhuriyet’i vardı” derken onun görevine ve cumhuriyete olan bağlılığını özetliyordu. Coşkun ve azimli çalışması kimi çevrelerde romantik bir tavır olarak görülüp eleştirilse de -özellikle Nihal Atsız, Yücel’e kimi zaman ağıza alınmayacak kadar sert ifadelerle yüklenmiştir- Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde yaptığı bir konuşmada onun gerçekçi yüzünü görürüz: “Turan’a gidip hayal ülkelerinde kâşaneler kuracağınıza gidin bir Türk köyüne abdesthane yapın. Bundan büyük ideal olamaz.”

                Yücel’i eleştirenler arasında dostu Ahmet Hamdi Tanpınar da vardır. Tanpınar’ın bir eleştirisi dostunun hemen her konuya dair meraklı ve atılgan yönünedir. Bunu “Hiçbir şeyi yakından bilen adam değildi.” ifadeleriyle özetler. Bir diğer eleştirisi ise Yücel’in İsmet İnönü’ye yaranma çabasında olduğuna dairdir: “Atatürk devrinde açıkça dalkavuk, İsmet Paşa devrinde aşikâr şekilde parvenue (sonradan görme)”

                Yücel’in 1941 Gençlik ve Spor Bayramında İsmet İnönü’yü kastederek “Türk milletinin varacağı her iyi karar, her türlü korunma ve yaşama kudretlerini onun yüce şahsında görüyoruz. Ona inanıyoruz. Yurttaşlarım; Ona inanıyoruz. Çünkü o da bize inanmaktadır. İnönü şefimizdir; İnönü Başbuğumuzdur. İnönü Türk Milletinin duyan kalbi ve düşünen başıdır.” diyordu. Bu ve benzeri ifadelerdi belki de Tanpınar’ı ve pek çoklarını Yücel’le ilgili böyle bir düşünceye sevkeden. Tanıl Bora’ya göreyse Yücel’in projelerini yürütme şevki veya onlara destek ve güvence bulma kaygısıydı arka plandaki sebep.

                28 Aralık 1938’de başlayıp 5 Ağustos 1946’da biten görev süresi içinde (Yücel’e göre 7 yıl 7 ay 7 gün) Yücel’in kıymetini bugün daha iyi anladığımız en büyük çalışması şüphesiz yukarıda da ifade edildiği üzere Köy Enstitüleri idi. 17 Nisan 1940’da kabul edilen Köy Enstitüleri Kanunu ile elde etmek istediklerini şu sözleriyle anlatmaktadır: “(Köylüyü) köy hayatında amil, prestij sahibi, kendisine fikir sorulabilecek, reyi alınabilecek insan olmaları.”

                ***

                Büyük tartışmalara neden olan enstitüler onu geliştirip niteliğini artırmaya kalibresi yetmeyenlerin hiç değişmeyen tavrının, KapatalımGitsinci zihniyetin kurbanı olmuştur. Bu kapama kararının arkasındaki temel gayeyi ise Yücel’in selefi konumundaki Reşat Şemsettin Sirer’e atfedilen “Bindiğim atın benden akıllı olmasını istemem” sözü anlatıyordur sanırım. 

                Köy Enstitülerinin komünistlikle suçlanmasıyla ilgili davada Yücel’in “Köy Enstitüleri’nin bütün günahlarını üzerime alıyorum. Sevabı başkalarının olsun. O kurumların günahı bile bana yeter.” dediği söylenir. Siyasi kimliği üzerinden koparılan fırtınalar bir tarafa Hasan Âli Yücel’in Türk Millî Eğitimine ve kültürel dünyasına kattıkları bile üzerinde uzun uzun konuşulmayı ve minnet duymayı gerektiriyor. Onun eğitim, sanat ve kültür adına yaptıkları bu köşenin sınırlılığı yanında çok daha büyük bir evreni ifade ediyor. Haliyle bu satırlar ancak ona ve fikirlerine ulaşmanın ilk merdiven basamağı olabilir. Yazının amacı da onu anlatmaktan ziyade Tanıl Bora’nın biyografisini merkeze alarak bu büyük eğitimci, yazar, düşünür ve eylem adamına -naçizane- bir saygı duruşunda bulunmaktır.

(Bu satırların müellifi bir meslektaşı olarak 21 yıldır Anadolu’nun farklı yerlerinde cehaletle olan mücadelesinde Hasan Âli Yücel’in fikirlerini, eserlerini ve eylemlerini cehlin karanlığını aydınlatan bir bir meşale olarak kabul etmiş onun siyasi yönünü yazmayı ve eleştirmeyi daha maharetli ellere bırakmıştır.)

*Tanıl Bora kitabını Hasan Âli Yücel’in 7 Ağustos 1950’de söylediği şu sözlerle bitirir: “Anlaşılamamak… Unutulmak bile bunun yanında başlı başına bir bahtiyarlıktır.”

**Tanıl Bora’nın kitabına yönelik Ayhan Aktar ve İştar Gözaydın’ın t24’de yayınlanan “Homo Kemalismusolarak Hasan Âli Yücel: Bir değerlendirme” yazısı ile hem bu yazıya hem de diğer eleştirilere cevaben Bora’nın Birikim Dergisi internet sitesinde kaleme aldığı “Hasan Âli Yücel ve Kemalizm - eleştirilere eleştiriler” yazısı meraklıları için oldukça faydalı olacaktır sanırım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi