Mutlu Hesapçı

Mutlu Hesapçı

“Hâlâ dünyada sinemacılıktan başka bir mesleğin nasıl olduğuna şaşmaktayım”

Ne kadar şanslıyım ki kendisiyle yaşarken uzun sohbet etme imkânı bulmuştum. İzlediğim hemen hemen bütün filmlerin senaristiydi, yaşayan büyük bir ustaydı. Türk sinemasının en önemli ustalarından birini kaybettik bu hafta. Safa Önal’ı uğurladı sinema dünyası… Şimdi ondan geriye unutmadığımız filmleri ve güzel cümleleri kaldı. Ustaya vedayı en anlamlı şekilde nasıl yapabiliriz diye düşünürken buldum kendimi ve sonra da elime bir kitap geçti. Safa Önal ile yapılmış en kapsamlı söyleşi… Söyleşiyi yapan kişi meslektaşımız, değerli büyüğüm Yasemin Arpa. Yasemin Arpa ile “Ne kadar Gamlı Bu Akşam Vakti - Bir Safa Önal Kitabı” nehir söyleşisi üzerine bir röportaj gerçekleştirdim. Ustayı onun sözleriyle andık. Güle güle büyük usta, huzur içinde uyu, rahmet yağsın toprağına. Vesikalı Yarim’de ne diyordunuz; “Sevgi de yetmiyormuş. Çok eskiden rastlaşacaktık…” Ahhh, bu cümleye kalbimi her seferinde bırakıyorum ve ustaya kaleminize sağlık diyorum!


Safa Bey öldüğünde neler hissetiniz, kendisiyle nasıl bir bağ kurmuşsunuz ve sizce bu hayatı nasıl yaşadı?

Keşke hislerimi aynı yoğunlukta anlatabilecek sözcükleri bulabilsem. Onun artık hayatta olmayanları anlatırken söylediği, “Artık olmayan o elleriyle” sözü geldi aklıma, ölüm haberini duyduğum ilk anda. Artık onun yüzlerce senaryo yazan, hep yazan elleri de yok mu olmuştu, olacaktı…  

“Onun senaryo atölyesinde öğrencisi oldum”

Safa Önal’ın hayatını söyleşi tarzında kaleme alma fikri nasıl doğdu, kitap nasıl ortaya çıktı ve hayata geçti?

Senaryo Yazarları Derneği’nin (SENDER) kursuna gittiğimde… Safa Hoca ile ilk orada tanıştım. Onun senaryo atölyesinde öğrencisi oldum. Derslerinde Türk ve dünya edebiyatından anlattıkları, okuduğu şiirler, öyküler, yaşadığı döneme dair tanıklıkları… Öyle zengin ve büyülü bir dünyanın kapılarını araladı ki bende… Nasıl olup da birileri o zamana kadar onunla ilgili bir kitap ya da söyleşi yapmamış diye şaşkınlık yaşadım önce. Sonrasında da bu düşüncelerimi, kendisiyle nehir söyleşi yapılması gerektiğini paylaştım. Kitap projesi için evinde birkaç görüşme, söyleşi yaptıktan sonra proje dosyasını yayınevine sundum. Sanırım üç gün içinde, jet hızıyla olumlu yanıt geldi, hem de 17 Aralık’ta. Safa Hoca’nın doğum gününde…

“Onun neden böyle bir dizeyi kitap adı olarak seçtiğini anlayabiliyorum”

Kitabın ismi nasıl çıktı?

Ahmet Haşim’in “Bahçe” adlı şiirinden bir dize ‘’Ne Kadar Gamlı Bu Akşam Vakti’’. Ben kitabın isminin ‘’Yeşilçam’ın Ellerinden Öperim’’ ya da ‘’Yaşadığımdan Daha Çok Yaşadım’’ olmasını isterdim. Safa Hoca, “Hayal etmek çok daha kolay, çok daha keyifli. Hatırlamak çok yorucu’’ demişti söyleştiğimiz bir günün sonunda. Bir ömrü, yaşanmışlıkları; bütün ‘iyi ki’leri, ‘keşke’leri, ‘pişmanlık’larıyla yeniden bugüne, bu ana taşımak elbette çok yorucu olmalı. Ve geri gelmeyecek olana, imkânsızlıklara bugünün duygu ve aklıyla bakmak; yetmişli yaşlarını hayatının akşam vakti gibi görmek ve keder duymak… Onun neden böyle bir dizeyi kitap adı olarak seçtiğini anlayabiliyorum, sanırım.

Safa'nın yayınlanan ilk fotoğrafı. Son Saat gazetesi Senaryo Ödülü. 1953.
Kanlı Para.

“Söyleşilerimiz iki yıldan uzun sürdü”

Kitabın hazırlık süreci ne kadar sürdü ve nasıl zamanlar geçirdiniz, hatıralarını, kendini anlatırken çok zorlandı mı, duygulandı mı?

Söyleşilerimiz iki yıldan uzun sürdü. Düzeltiler, eklemeler, çıkarmalar da neredeyse bir yılı aşkın sürdü. Söyleşiyle ilgili sözleşmeyi imzalarken yayınevine altı ayda bitiririz demiştik ama öyle olmadı tabii. Safa Hoca’nın titizliği ve mükemmeliyetçiliği sürenin bu kadar uzun sürmesinde etkili oldu. Söyleşi için zaman zaman senaryolarının çekildiği ya da Safa Hoca’nın gitmekten hoşlandığı mekânlara da gittik ama çoğunlukla onun evinde gerçekleşti söyleşilerimiz. Onun arşiv ve kütüphanesine başvurmak için bu daha konforlu bir alandı.

Safa Hoca, örneğine pek az rastlanılabilecek bir anlatma ustasıydı. Türkçeyi hakkını vererek kullanan, sözcük haznesi çok zengin biri. Eğer bir zorluk varsa -ki vardı- geçmişi bugüne taşımanın verdiği duygusal zorlukla ilgiliydi. Anlatılan bir ayrılıksa, bir pişmanlıksa ya da bir daha geri gelmeyecek bir dostun kaybıysa… Elbette o duygu yoğunluğunun içinden çıkmakta her ikimizin de zorlandığı zamanlar oluyordu. Biraz susarak, dinlenerek ve konuyu değiştirerek bir şekilde devam ediyorduk böyle zamanlarda. “Bütün dünleri bugün gibi anımsıyorsunuz” demişimdir sık sık Safa Hoca’ya. Müthiş bir hafıza, gördüğünü, duyduğunu, okuduğunu asla unutmayan ve bunları çok güzel bir Türkçeyle anlatan.

  • “İnsan bir defa yaşadığını fark etmeli. Yani üç arkadaş bir yerde oturmuşsun, akşam vakti içmektesin, bir sohbeti hazırlamaktasın. ‘Ben buradayım, iki tane de arkadaşım burada. Masamızda şunlar var yenecek, elim şu kadehi şöyle tutmakta. Kadeh de bana şunu vaat etmekte’ der gibi çevreye bakılacak sanki yazılacak ve yarınlara kalması gerekecek bir hadise gibi… Yani bu anlamları sözcüklere bölmek, her birini tekrar yaşar hale getirmek gerekiyor…’’ (syf. 75)

“Uzun, zor, öğretici ama bir o kadar da keyifli bir yol arkadaşlığıydı”

Onun hayatına tanıklık etmek nasıl bir yolculuktu, siz nasıl duygular yaşadınız?

Hayatına tanıklık etmek sözü üzerinde çok uzun süre düşünülmesi gereken bir söz. Söyleşi serüvenine, iki kişilik bir yolculuk gibi başlıyorsunuz ama öyle olmadığını ilk dakikadan anlıyorsunuz. Hayatına giren herkes sizin de hayatınıza girmiş gibi oluyor. Ve bütün bunlara söyleşi yapan kişi olarak hem belli bir mesafeden bakmak zorundasınız hem de anlamak için çok daha yakınlaşmak… Gerilimli an ve anılardan hemen uzaklaşıp yolculuğa hasarsız devam etmek için yeni rotalar oluşturmak; ayağınızı sürekli frende tutmak zorundasınız. Uzun, zor, öğretici ama bir o kadar da keyifli bir yol arkadaşlığıydı. İyi ki yollarımız kesişmiş, çok şanslı hissediyorum kendimi.

“Yeşilçam bir sinemacı kazandı ama edebiyat bir öykücüyü kaybetti”

 “Sinemanın kazancı ama edebiyat dünyasının kaybı” deniyormuş kendisi için, edebiyat dünyasında olmadığı için pişmanlığı var mıydı, bu konuda düşünceleri nelerdi?

Safa hocanın pişmanlık duymadığını şu sözlerinden anlayabiliriz:

  • ‘’Yani, Yeşilçam meselesi değil, bunlar roman olabilirdi, yani senaryo yazmasaydım romana yönelecektim. Başarırdım- başaramazdım, onu bilemem, bilemeyiz; ama başarılı bir öykücüydüm ben. Pek çok edebiyatçı dostum ‘Yeşilçam bir sinemacı kazandı ama edebiyat bir öykücüyü kaybetti’ demiştir. Doğrudur. O zaman başka bir yere yönelecektim. Yani o serüven duygusu, ille dışarıya çıkmak, ülkeler görmek… Hayır, benim içimdeki dünya ki bunu kabul ettirmişim seyirciye, yapımcı da para vererek sinema filmi haline getirmiş, bu bana yetiyordu…’’ (syf. 414)

“Yaşamının son anına kadar da sinemanın içinde kaldı”

Sinemadan başka bir şey düşünmeyip ve sadece sinemayı meslek olarak görmek nasıl bir aşktır, bu aşktan vazgeçmek istediği dönemler olmuş mu, hiç küsmemiş mi ve bu aşk ölene kadar sizce devam etti mi?

  • ‘’Sevdim film çekmeyi, realize etmeyi, hele kendi yazdıklarımı, kendi düşündüğümü, hayal ettiklerimi… O insanlar benim istediğim gibi yürüdüler, benim istediğim gibi güldüler ya da ağladılar, benim istediğim gibi öldüler ya da yaşadılar, bunlar çok önemliydi benim için. Yani yönetmen olarak da başarılı oldum, ödül aldım. Ama ne oldu? Yazmak güzel geldi. Ayrıca senaryo dalında çok yüklenildi bana. Böylesine bir ilgiyle çok da mutlu olunca yazmayı seçtim.’’ demişti.

Yaşamının son anına kadar da sinemanın içinde kaldı; hep hayata geçirmek istediği, yazmak istediği, çekmek istediği projeler… Sinemacılıktan başka mesleklerin nasıl yapıldığına şaşırdığını, merak ettiğini söylemişti:

  • ‘’ Öyle seviyordum ki bu serüvenleri ve yazmayı ve gitmeleri gelmeleri. Bana hiç öyle zahmetli, beni yorucu falan gelmiyordu. Ben başka bir şey düşünemiyordum ki!... Hala dünyada sinemacılıktan başka bir mesleğin nasıl olduğuna şaşmaktayım. Yani senaryocu ve yönetmen ve ışıkçı ve kameracı ve oyuncu, stüdyocu ve set işçisinin dışında başka meslekler nasıl yapılır? Merakımdır. Ciddiyim.’’

Tutku böyle bir şey. Aşk, tutku… Ne derseniz deyin. Ölene kadar, belki ölümden sonra da devam edecek olan…

“Kitap 2009’da yayımlandı, daha sonra başka bir yayınevi tarafından genişletilmiş ikinci baskısı yapıldı”

Kitap, hayatının hangi dönemlerini kapsıyor ve nasıl bir otobiyografik söyleşi oldu. Dünden bugüne Safa Önal kitabı diyebilir miyiz?

Yayınevinin nehir söyleşi dizisinin bizden istediği bir format vardı; zaman sırası, aile, okul yaşamı, ilk gençlik vs… gibi bir akış içinde istenmişti. Fakat söyleşiyi yaparken böyle bir sınırlamanın içine hapsetmedik kendimizi. Sorular, çağrışımlarla gidebildiğimiz her yere gittik söyleşiler sırasında. Daha sonra, söyleşiler tamamlanıp da editöryel aşamaya gelince böyle zamansal bir sıralamaya uymaya çalıştık elden geldiğince. Kitap 2009’da yayımlandı, daha sonra başka bir yayınevi tarafından genişletilmiş ikinci basısı yapıldı. Bu her iki basıya girmeyen, Safa Önal’a ait çok az şey vardır diye düşünüyorum.  

“Bu sorulara verilen yanıtlar ‘kayıt dışı’dır”

Kendisini en çok etkileyen, beğendiği ve sadece onun için rol yazdığı aktör ve aktrist var mı?

Mutlaka, vardır. Ancak siz de iyi bilirsiniz ki bu sorulara verilen yanıtlar ‘kayıt dışı’dır.

“Görsel işi Türk insanının kitap tembelliğine ve kolaycılığına uymuştur”

Yüzlerce senaryoyu nasıl yazabilmiş, konuları nasıl bulmuş ve sürekli üretken olmayı nasıl başarmış?

Tutkuyla… Hem çocuk yaşlarda başlayan okuma, sonrasında yazma tutkusu ile, diye kestirme bir yanıt versem… Yeterli olmaz biliyorum. Röportajı okuyan meraklı okurlar, Safa Önal’ın hayatı hakkında yazılan kitaplardan, televizyonlara, gazetelere verdiği söyleşilerden takip ederek sorunuzun yanıtına ulaşmayı denemeliler.

  • “… Bunlarla ne kadar ilgilenmektedir bugün benim toplumum, yeni yetişen kuşaklar, şüphelerim var. Son sekiz yılım bazı sinema okullarında üniversite mezunu ya da üniversitede okumakta olan gençlerle sinema sohbetleri, senaryo çalışmaları yaparak geçmekte (ders demeyelim). Ve onların bu konuda ne kadar hazırlıksız, ne kadar okumamış, hatta hiç okumamış, yani hafif argo ile ne kadar ‘tın tın’ olduklarını görmenin kederi vardır bende. Haberleri yoktur bunlardan. Yani bir Halide Edip Hanım okunmazsa, Bir Handan, bir Tatarcık, özellikle Sinekli Bakkal… Hadi Vurun Kahpeye devamlı film olmuştur. Gören olmuştur. Görsel işi Türk insanının kitap tembelliğine ve kolaycılığına uymuştur. Okuyacağına seyrediyor. Okumak zor geliyor. Uğraşamıyor. Bir sevgili gibi almıyor kitabı…’’ (syf. 53)

Kendisinin hayatımın senaryosu, filmi dediği en beğendiği senaryosu hangisi?

Safa Hoca’nın bu soruya yanıt vermeyeceğini bilmeme rağmen ben de şansımı deneyip böyle bir soruyu ona sordum kuşkusuz ama yanıtını aldığımı söyleyemem.

“Belki oradaki sevgiye ulaşırız şanslı olanlarımız”

Sizin en beğendiğiniz Safa Önal senaryosu hangi film? Ayrıca o kadar güzel diyalogları var ki anlamlı ve özel…

‘Vesikalı Yarim’… Üzerine o kadar çok şey yazıldı ve söylendi ki… Yazılmaya ve söylenmeye de devam edecek kuşkusuz. Yeniden, tekrar tekrar izleyelim; belki oradaki sevgiye ulaşırız şanslı olanlarımız.

“Yeterince değerini bildiğimizi söylemem aşırı iyimserlik ve gerçeği net görmemek olur”

Safa Önal’ın yaşarken yeterince değeri anlaşıldı mı, değerini bilebildik mi, pamuklara sarmaladık mı?

Mutlu Hanım, bu son derece kapsamlı ve zor bir soru. Yeterince değerini bildiğimizi söylemem aşırı iyimserlik ve gerçeği net görmemek olur. Ama değerini yeterince bildik, diyebilmeyi çok isterim. Değerini bilenler ve anlayanlar mutlaka var; yok denemez. Sinema meslek örgütlerinden, sinemayla ilgili kurumlardan, dostlarından, öğrencilerinden, izleyicilerden… Onun kıymetini bilip anlayanlar çıkmıştır. Ama yeterli olmadığını düşünüyorum. Daha çok çaba harcamamız, daha çok üzerine düşmemiz, takdir etmemiz için şimdi de geç değil. Yazdığı senaryoları, çektiği filmleri, yazdığı öyküleri alıp gitmedi; düşünmedi değil ama… Bir de Yeşilçam’da senaryoculuğun, senaryocunun kıymetinin bugünkü kadar dahi bilinmediği zamanlardan da geçmiş o kuşak. Safa Hoca, senaryoculuğun son derece yorucu ve yalnızlık içinde geçen bir meslek olduğunu anlatmıştır:

  • ‘’Çünkü senaryocunun uzun bir süre kıymeti harbiyesi, ayrı ve özel bir değeri yoktu. Bizimle başlamıştır diyebilirim, bu kadir kıymet bilmek!.. İş yönetmende biterdi. Set diye bir şenlik vardı, ama senaryocu ve senaryocunun çalıştığı yer akıllarına bile gelmezdi!..
  • … Siz ister evde, ufacık bir odada, ister merdiven altında, ister Sultansuyu’nda bir tahta masada, isterseniz Ada vapurunda alt kamarada, nerede isterseniz yazın, kimse sizi arayıp sormaz. Yapayalnızsındır!.. Senaryocu sadece film çekimine yakın bir süreçte hatırlanır. ‘şunu bir arayın’ denir ya da kendisi arar, ‘Bitiyor, geliyorum’ der…’’(syf. 149)

“Delice yazı yazıyordum”

Ailesi senarist olmasını desteklemiş mi çünkü o dönem popüler bir meslek değil senaryo yazmak üstelik bugün ki gibi paralar da yok…

Sorunuzun yanıtını Safa Hoca versin mi, Mutlu Hanım:

  • ‘’Hoca ders anlatırdı, ben öykü yazardım Nişantaşı Ortaokulu’nda. Bir gün geldim, son ders gününden sonra, benim bir valizim vardı, yazdıklarımı orada biriktiriyordum. Öykü yayımlıyordum o yaşta. İlk imzalı yazım 1945 Eylül’dür, Bilmece çocuk dergisi sayı 45. Kapağı Semih Balcıoğlu’nundur. Babam yırtıyordu yazdığım her şeyi.

‘’Babanızın sizinle ilgili gelecek tasarısı neydi?’’ diye sorduğumda şöyle yanıtlamıştı Safa Hocam: 

  • ‘’Bu memlekette Abdülhak Hamit şair-i azamdı. Veziriazam en büyük vezir, o da en büyük şair. Yamalı pantolonla öldü. Sen ne bekliyorsun yazıdan? Tabii kızamadım, kızamazdım. Ama yırtması içime dokundu. Şiddet vardı. Yani onları kapatıp kilitlese, alsa bir çekmecede saklasa hoştu da, yırtması… Ben başka bir şey sevmiyordum ki… Fena bir şey de yapmıyordum. Delice yazı yazıyordum. Tutku halinde. (syf 61)

“Hakkının milyonda birini alamadan öbür tarafa alacaklı gitti”

Senarist olarak yeterince para kazanabilmiş mi?

Emeğinin, alın terinin karşılığını alabilen şanslı kişilerden olmadığını biliyorum. Şans doğru sözcük değil, bizim uygulamalar ve yasalarımızdan kaynaklanan eksiklikler demek daha doğru. Sigortası, emekli maaşı olmadığını, telif haklarıyla ilgili yaşadığı haksızlıkları pek çok kez dile getirdi. Telif haklarıyla ilgili mücadelesini yaşamının son anına kadar sürdürdü ama yürürlükteki telif hakları ile ilgili yasanın eksiklikleri nedeniyle alması gereken hakkının milyonda birini alamadan öbür tarafa alacaklı gitti.

“Dünya ölçeğinde bir yarışta tescili elbette önemli”

400’e yakın senaryoyla aynı zamanda dünya rekorunun da sahibi kendisi... Bu rekor ona neler hissettiriyordu, bu konudaki görüşü neydi?

Onun gibi mesleğini tutkuyla yapan biri için hakkının, emeğinin, çabasının tescili anlamına  gelen böyle bir sonuç elbette sevindirdi. Çabasının, yeteneğinin görünür olması ve bunun dünya ölçeğinde bir yarışta tescili elbette önemli. Oğlu Umut’un bu konudaki çabasının olumlu sonuç vermesi onu ayrıca sevindi diyebilirim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Mutlu Hesapçı Arşivi