Mark Rothko-IV/Sanatın Demokratikleşmesi

Rothko bir keresinde “Yaşamımda korktuğum tek şey var, bir gün siyahın kırmızıyı yutması” der; sonunda korktuğu olur ve tuvali boydan boya siyaha boyanır...

Dizinin başında, Mark Rothko’nun 1946’dan başlayarak ürettiği, yenilikçi “çok biçimli” (multi-form) ve “renk alanı” (color field) eserleriyle Soyut Dışavurumcu Sanat’a yeni bir soluk getirdiğini anlatmış, geçen hafta da Soyut Sanat’ın Avrupa’da ilk ortaya çıkması ve ağırlık merkezinin 1930’ların ortasından başlayarak Yeni Dünya’ya taşınmasından söz etmiştik.

Yine Rothko’yla sürdürelim.

1940’ların ikinci yarısından başlayarak ürettiği, farklı renk ve boyutlardaki - önceleri dikey, sonra yatay- dikdörtgenlerden oluşan “renk alanı” çalışmaları Rothko’nun imzası olur; sanatçı, yaşamının sonuna dek neredeyse artık yalnızca bu türde eserler verecektir.

New York’taki “Sanat Piyasası”nın da eş zamanlı olarak gelişmesi ve soyut resimlerin, önceden hayal edilemeyecek rakamlarla alıcı bulması, diğerleri gibi Rothko’yu da parasal olarak rahatlatır. Birkaç yıl sonra eserleri Japonya, Avrupa ve Güney Amerika ülkelerinde sergilenmeye başlar. Rothko, -başka bir soyut biçemi yeğleyen- Jackson Pollock’la birlikte bu akımın adı ilk akla gelen sanatçılarından biri olsa da “tüccar-sanatçı”lardan değildir. Resimlerini satın almak isteyenlerle mutlaka önceden görüşmek ister; eğer alıcı, resmin karşısında Rothko’nun beklediği/umduğu tepkiyi vermezse eserini satmaktan vazgeçer örneğin; resimlerine, onlardan gerçekten etkilenen kişilerin sahip olmasını ister.

Seagram Duvar Resimleri

Rothko’nun, sanatı konusunda kimseye minneti olmamasına en güzel örnek Seagram duvar resimleridir. 1958’de dikilen Seagram gökdelenindeki lüks Four Seasons restoranıyla, tüm duvarları resimleriyle kaplamak üzere anlaşan sanatçı, iki yıl içinde 30 kadar resim yapar. Ancak eserleri restoranın duvarlarına asıldıktan sonra anlaşmadan cayarak resimlerini alır ve aldığı bütün parayı geri öder. Resimlerinin, onlarla hiç ilgilenmeyen zengin ve züppe restoran müşterilerine “dekor” olmasını içine sindirememiştir (Seagram resimlerinin tümünü daha sonra “Tate”e(1) bağışlayacaktır).

Rothko’nun son büyük projesi 1964’te başladığı “Rothko Şapeli(2)” olur. Teksas Houston’daki De Menil Vakfı için inşa edilen şapel, başlangıçta soyut sanatla bezenmiş bir Katolik Kilisesi olarak düşünülse de, tasarı sonradan tüm dinler ve mezhepler için bir sanat(la ibadet)evine dönüşür.

[Rothko’nun rüyası bu şapelleri yaygınlaştırmaktır ancak Houston’dakinin tamamlandığını bile  göremeyecek, şapel ancak onun ölümünden bir yıl sonra halka açılabilecektir.]

Kızıl ile Kara

Mark Rothko’nun önceleri kırmızı ve turuncuların baskın olduğu resimleri zamanla koyu yeşil ve koyu maviye dönüşür; bu dönem, depresyonunun derinleştiği ve bedensel sağlığının bozulduğu dönemdir aynı zamanda; o kötüleştikçe, renkleri de kahverengi, gri ve siyaha kayar. Sonunda, eşinin onu terk etmesinden birkaç hafta sonra, sabah stüdyo-evine gelen yardımcısı tarafından mutfakta cansız bedeni bulunur Rothko’nun. Avuç dolusu yatıştırıcı içmiş, sonra da bileklerini jiletle kesmiştir. 66 yaşındadır öldüğünde.

Rothko bir keresinde “Yaşamımda korktuğum tek şey var, bir gün siyahın kırmızıyı yutması” der; sonunda korktuğu olur ve tuvali boydan boya siyaha boyanır...

Soyut Sanatın fiziksel dünyayı temsil etme savını baştan terk ettiğini, söze dökülemeyeni, bir şekle sokulamayanı göstermeyi amaçladığından söz etmiş ve bir mesajı olmadığını, onun yerine izleyiciye bir deneyim vaat ettiğini söylemiştik. Soyut sanatın bence en az bunun kadar önemli bir özelliği daha var; Dışavurumculukla başlayan, Dadacılık, Kübizm ve Gerçeküstücülükle süren akımların bir mirası bu; o da sanatın, sıradan insanların da kendilerini ifade edebilecekleri bir araç durumuna gelmesi, “sanatın demokratikleşmesi” de diyebiliriz belki buna.

Chauvet, Altamira ya da Lascaux mağaralarının duvarlarındaki, Üst Paleolitik döneme ait resim örneklerinden kimilerini  görmüş olmalısınız. Bu resimleri mağara duvarlarına çizenler sanatçılar değildi; kendini ifade etmek, geride bir iz bırakmak isteyen, hayal gücü yüksek ama onun dışında sıradan avcı-toplayıcılardı, ya da resimleri aracılığıyla atalarının/avlarının ruhlarıyla konuşabileceğine inanmış büyücü/şamanlardı.

Ne zaman ki insan toplulukları yerleşik yaşama geçti, iş bölümü ve meslekler doğdu yavaş yavaş; - yontuculuğu ve belki çömlekçiliği de kapsayan tek bir meslek dalı olarak- ressamlık da bu mesleklerden biriydi büyük olasılıkla.

[Bundan 5 bin yıl önce Eski Mısır’da yapılmış duvar resimlerine baktığınız zaman bunların, işi resim yapmak olan kişilerin elinden çıktığını fark etmemek olanaksız; bu zanaatkârlar/sanatkârlar, çırak olarak ustalarından öğrendiklerini, uzun zaman sonra usta olunca kendi çıraklarına aktararak bu “mesleği” sürekli kılan kişiler.]

Demokratik Sanat

İlk mağara resimlerinden bu yana, resim yapmak, önceleri usta-çırak düzeni içinde, 16. yüzyıldan başlayarak da akademilerde uzun ve zorlu bir eğitimi gerektiren bir mesleğe dönüşmüştür. Ancak Soyut Sanat ve Gerçeküstücülük başta olmak üzere, Dışavurumculuğun mirasçısı olan akımların sıradan insanlara sunduğu bir olanak, sanat eğitimi almadan da kendini sanatla ifade edebilme. Düşünsenize, hangimiz Caravaggio’nun, Ingres’in ya da Lucian Freud’un eğitimine ve yeteneğine sahibiz? Ancak Soyut Sanat bize diyor ki, “Resim eğitimi almamış olabilirsin, sorun değil; perspektif  ya da ışık hakkında da bir şey bilmiyor olabilirsin, o da önemsiz; duygularını resimle anlatmak istiyorsan, nasıl istiyorsan ve nasıl elinden geliyorsa, o şekilde yap...”

Sayfada, soldan sağa, Bonnat, Souza ve Lee-Elliott’ın yaptıkları, -sırasıyla- Klasik, Ham Sanat ve Soyut Dışavurumcu biçemlerdeki “Çarmıha Gerilme” resimlerini göreceksiniz. Sağa doğru gittikçe soyutlaşan bu resimlerden hangisi daha etkileyici ve hangilerini siz de yapabilirsiniz, bir düşünün…

  • Tate Müzeleri ya da kısa adıyla Tate, Britanya’nın en zengin müze kurumlarından biridir; ikisi Londra, biri Liverpool ve diğeri Cornwall’daki dört müzeyi kapsar.
  • Şapel, içinde ibadet edilen ve genellikle kiliseden küçük binalara ya da kilise içinde ibadet için ayrılmış özel bölümlere verilen addır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Oğuz Pancar Arşivi