Resimli öyküler, öykülü resimler

Odalık-I

Rönesans’la birlikte çıplak kadın bedeni resimde bir tabu olmaktan çıktıysa da, konu edilen kadınlar hep uzak tarih ya da mitolojidendir; yaşayan, sıradan bir kadının çıplak resmedilmesi düşünülemez pek. O yüzden neredeyse 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar, bir sanat eserinde çıplak gösterilen kadın figürleri Venüs’tür çoğunlukla.

Sayfada Dominique Ingres’in 1814’te yaptığı “Has Odalık” (La Grande Odalisque) eserini  göreceksiniz. Sanatçının Napoléon Bonaparte’ın kız kardeşi Napoli Kraliçesi Caroline Murat’ın siparişi üzerine yaptığı resim hem olumlu hem olumsuz yorumlar alır sergilendiğinde. Eserin en çok eleştirilen yönü, -anatomiye aykırı olarak- sağ kol ve sırtın gereğinden uzun, başın da küçük resmedilmesi olur. Ingres gibi bir ustanın bunu farkında olmadan yapması çok olası değil; muhtemelen ressam, odalığı daha zarif görünmesi için ince ve uzun resmetmiştir.

Bir divanda sırtı dönük olarak kaykılmış, sağ omuzu üzerinden izleyiciye bakan bir cariyenin betimlendiği resim Oryantal Sanatın en ünlü eserlerinden biri olarak görülür. Resmedilen bir harem odası olsa da, cariyenin, solgun teni ve mavi gözleriyle, Doğuludan çok Avrupalıya benzemesi göze çarpar. Eserin Titian’ın “Urbino Venüsü” ya da Giorgione’nin “Uyuyan Venüs”üyle benzerliği de açıktır. Resimdeki Doğululuk, modelin fiziksel özelliklerinden çok, başına sardığı türban, elindeki tavus kuşu tüyü yelpaze ve nargile çubuğu gibi Doğu’yla ilişkilendirilen nesnelerden kaynaklanır.

[Sanatçının bundan 25 yıl sonra yapacağı “Odalık ve Köle” resmindeki cariye de, ten renginden yüz ve beden hatlarına kadar, tipik bir Venüs’tür. Tambur çalan diğer cariye de Avrupalıdır, onun dışındaki her şey, köşede dikilen siyahi hadımdan haremin dekorasyonuna kadar, Doğu’nun izlerini taşır. Bunun nedenini Ingres’in, döneminin ve kendi coğrafyasının estetik ölçütleriyle uyumlu bir güzellik anlayışını benimsemesinden çok ahlaki normlarda aramak gerekir. Rönesans’la birlikte çıplak kadın bedeni resimde bir tabu olmaktan çıktıysa da, konu edilen kadınlar hep uzak tarih ya da mitolojidendir; yaşayan, sıradan bir kadının çıplak resmedilmesi düşünülemez pek. O yüzden neredeyse 19. yüzyılın ikinci yarısına dek sanat eserlerindeki çıplak kadın figürleri ya Venüs’tür ya da onun imgesinde resmedilmiştir. Ingres de harem resimlerinde, çıplak Venüs’ün toplumca “kabul edilebilir” olmasından yararlanmak istemiş, cariyelerini Venüs’e benzetmiştir muhtemelen.]

Harem

Belki “Odalisaque” yani “Odalık” sözcüğünden söz etmek gerek önce. Tahmin edeceğiniz gibi “Odalık” Türkçe bir sözcük, “Cariye” anlamına geliyor, diğer bir deyişle “Kadın köle”. Odalık ve cariye sözcükleri sıkça birbiri yerine kullanılmış olmakla birlikte, Osmanlı tarihi boyunca anlamlarında kimi değişiklikler de olmamış değil. Özünde ikisi de “Sahibine hizmet etmekle yükümlü kadın köle” anlamına gelse de Osmanlı saraylarında “Odalık” genellikle “Padişah ya da şehzadelere cinsel hizmet sunan cariye” demek. Ingres’in eserinin adındaki “La Grande” de “Büyük” değil “Baş” anlamında, yani ilk sırada gelen, en “Has” anlamında.

[Osmanlı sarayında harem, üç bölümden oluşur; ilki, yani asıl harem kapısına kadarki “Hareme Medhal”, haremağalarının buyruğu altındaki erkek kölelere ayrılmıştır ve burada cariye bulunmaz. İkincisi, ev hizmetleriyle ilgilenen cariyelerin yaşadığı bölümdür. Üçüncü bölümdeyse, kadın efendiler, valide sultanlar ve şehzade haremleri bulunur; buradaki cariyeler padişah ve şehzadelere cinsel hizmet de sunar(1).

Osmanlı haremi yukarıdan aşağı sıkı bir sıralanmaya sahiptir; en tepede padişahın annesi “Valide Sultan” bulunur ve haremi yönetir. Onun altında padişaha erkek oğul vermiş “Haseki Sultan”lar ve kız çocuk doğurmuş “Haseki Kadın”lar vardır. Bunların altında “İkbal” ya da “Hasodalık” olarak çağrılan en gözde cariyeler yer alır. Onlardan sonra “Gözde” ya da “Gedikli” denilen ve padişah yatağını birden fazla ziyaret eden cariyeler gelir. En altta da, hareme yeni katılmış ve padişah huzuruna çıkmadan önce, şarkı söyleme, müzik aleti çalma, dans gibi konularda eğitim gören, Türkçe, Farsça ve din dersleri alan cariyeler bulunur(2).]

Ingres’in sayısı bir düzineye yaklaşan harem ve Türk Hamamı resimleriyle dahil olduğu Oryantalist Sanat’ın ilk örnekleri 19. yüzyıldan çok daha öncesine dayanır aslında. Avrupa ortalarına kadar yayılmayı başaran Osmanlı’nın Avrupa’da uyandırdığı korku ve merak, ilk olarak İtalyan ressamların Doğu’yu konu alan eserlerinde kendini gösterir (büyük olasılıkla Venedik’in Osmanlı’yla kurduğu yakın ticari bağlar nedeniyle). Ancak başlangıçta, 18. ve 19. yüzyıldaki eserlerin her yanına sinecek olan küçümseme göze çarpmaz, baskın duygu meraktır henüz. Fakat özellikle sömürgelerin yağmalanmasıyla eş zamanlı olarak yaygın bir ticaret ve finans ağının oluşturulması, daha zengin ve seküler bir kentsoylu sınıfının ortaya çıkması, Aydınlanma Çağı’yla birlikte aklın ve bilimin egemen kılınması gibi değişimlerle Batı’yla  Doğu arasındaki zenginlik ve teknoloji farkı giderek açılır; bunun sonucu, Avrupa’nın Doğu’ya artık korkuyla değil küçümser bir tavırla bakması olacaktır.

Nils Blommér, Bir Siyahinin Portresi, 1835-1853.

Mısır Seferi

Oryantalizm’in bugünkü biçimine kavuşmasındaki önemli etkenlerden biri de Napoléon Bonaparte'ın 1798-1801 yılları arasında çıktığı Mısır Seferi olur. Fransa’nın, doğudaki ticaret yollarında üstünlük kazanma amacıyla başlattığı askeri sefere, yüzlerce botanikçi, hayvanbilimci, mimar, mühendis yanında tarihçiler, arkeologlar, yazarlar, ressamlar ve heykeltraşlar eşlik eder.  

1801’de, aradan geçen üç yılda donanması İngilizler tarafından batırılan ve ülkede kalıcı bir yönetim kurmaya gücü yetmeyen Fransızlar, geri dönerken yanlarında Mısır’a özgü bitki, hayvan ve mineraller yanında Mısır tarihi, kültürü, sanatı, coğrafyası ve doğası hakkında önemli bilgiler içeren kitaplar, el yazmaları, haritalar, çizimler ve gravürler de getirir; tabii bunlara ülkeden çalınan sayısız arkeolojik buluntu ve eseri de eklemeliyiz.

Mısır’dan taşınanlar Fransız toplumunda Mısır ve diğer antik Doğu uygarlıklarına karşı büyük bir ilgi uyandırır (Layard’ın 1850’lerde Ninova ve Nimrud’ta gün yüzüne çıkardığı ve British Museum’a kaçırdığı devasa Asur heykel ve rölyefleri de İngiltere’de benzer bir coşku ve merak uyandıracaktır).   Doğu’dan çalınan bu eserlerin ilgi yanında akılda bir soru uyandırması da doğaldır, “3-4 bin yıl önce böylesi uygarlıkların geliştiği topraklar bugün niye bu halde?”

Bu noktada Batı’nın kendi dışındaki dünyaya bakışı da konumuza giriyor doğal olarak. 15. yüzyıl sonlarından 19. yüzyıla dek Kuzey ve Güney Amerika’nın tamamı, Filipinler, Karayipler, Angola, Mozambik, Hindistan, Doğu Timor, Endonezya, Surinam, Madagaskar gibi ülkeleri, yani Afrika ve Güneydoğu Asya’nın çoğunu sömürgeleştirmiş bir Batı’dan söz ediyoruz. Yerel halkların neredeyse ortadan silindiği bu süreçte yapılan kıyımlar başlangıçta onların “Tanrıtanımaz vahşiler” oldukları gerekçesiyle meşrulaştırılabilirken, 18. yüzyıldan başlayarak sözde bilim de yayılmacıların yardımına koşar. Georges-Louis Leclerc, Johann Friedrich Blumenbach, Arthur de Gobineau, Houston Stewart Chamberlain ve Paul Broca gibi sözde bilim adamı ve düşünürler, sömürgeciliği aklamak için, beyazlar dışındakilerin ikinci sınıf, hatta maymunla insan arasında farklı bir tür olduğuna ikna etmeye çalışırlar toplumu.

[Yoksa Avrupa’nın o çok hassas vicdanı, sömürgeleştirilen ülkelerdeki toplulukların kıyıma uğratılmasına ve neredeyse silinip süpürülmesine dayanabilir miydi? Siyahlar beyazlarla türdeş olsa, hangi iyi Hristiyan, aynı tanrının yarattığı siyahların sıkış tepiş dolduruldukları havasız gemi ambarlarında haftalarca tutulmasına ve Afrika’dan Amerika’ya köle olarak götürülmesine sessiz kalırdı? Ama neyse ki siyahlar düşük bir ırktı da o sayede Batılıların nazik vicdanları sızlamak zorunda kalmadı.]

Sigismund Goetze, Britannia Pacificatrix, 1921 (Londra’daki İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nda asılı duvar resmi).

Oryantalizm

Oryantalizm, 20. yüzyıla dek daha çok sanatta Doğu’yu, özellikle Levant(3)  ve Kuzey Afrika’yla birlikte kısmen Uzakdoğu’yu konu edinme anlamına gelirken, Edward Said'in 1978 tarihli önemli kitabıyla birlikte bu terim, Doğu'nun Batı toplumları tarafından nasıl algılandığına ve temsil edildiğine ilişkin bir dizi önyargılı, kalıplaşmış inanç ve görüşler bütününü anlatır olmuştur.

Said'e göre Oryantalizm, Batılı sömürgeciliğin, yayılmacılığın ve kültürel üstünlük duygusunun bir dışavurumudur ve bunda, Doğulu insanların/toplumların "egzotik", "ilkel" ve "vahşi" olduğu düşüncesi içkindir. Oryantalizm, Batılıların Doğulu "diğer" hakkındaki bilgi ve anlayışlarının yanı sıra, Doğu'ya karşı politik, askeri ve ekonomik etkilerini de şekillendirdiği için, aynı zamanda sömürgeciliğin ve kültürel yayılmacılığın güçlü bir aracı olarak kullanılagelmiştir.

Önümüzdeki hafta, 18. yüzyıl Oryantalist sanatın bugünkü anlamıyla Oryantalizm’e çok uzak düşmeyecek bir işlev taşıdığını, hem ırkçılık hem de cinsiyetçilikle “malûl” olduğunu ve  bilerek ya da bilmeyerek yayılmacılığa hizmet ettiğini anlatmaya çalışacağız dilimiz döndüğünce.

  1. Ahmet Akgündüz,  "Osmanlı'da Harem", İstanbul Osmanlı Araştırmaları Vakfı Yayınları, 1995.
  2. Godfred Goodwin,  "Osmanlı Kadınının Özel Dünyası", Sabah Kitapları, 1998.
  3. Doğu Akdeniz.  

 Sigismund Goetze, Britannia Pacificatrix, 1921 (Londra’daki İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nda asılı duvar resmi).

Önceki ve Sonraki Yazılar
Oğuz Pancar Arşivi