
Begüm Erdoğan
Emilia Pérez hakkında konuşmamız gerek
Bu hafta yazımı her zamankinden biraz daha farklı bir şekilde kaleme alıyorum. Bunun sebebi de Emilia Pérez adında bir film. Fransız yönetmen Jacques Audiard imzalı yapım, Altın Küre ödüllerinde “En iyi film” ödülünü alsa da, son zamanların en çok tartışılan yapımlarından biri oldu. Neden mi? Pek çok sebebi var.
Emilia Pérez, 2024 (MUBİ)
Bu film, bir müzikal gibi görünüyor ancak içinde birçok farklı türden izler taşıyor ve beklentilerimizle oynuyor. Ne drama ne komedi ne de aksiyon filmi kalıplarına sığıyor. Yani yeni bir ifade biçimi deniyor ve bu belki de Emilia Pérez hakkında söyleyebileceğimiz tek iyi şey. Filmi izlemek isteyenler için uyarı geçelim, filmin sonunu söylemeden ufak ufak hikayesinden bahsedeceğim, dikkat.
Film, kendi ahlak değerlerinden uzaklaşmış bir avukat olan Rita’ya (Zoe Saldana) bir uyuşturucu kartelinin başında olan Manitas’ın (Karla Sofía Gascón) kendisine ilginç bir teklif yapmasıyla başlıyor. Manitas aslında kadın olduğunu ve iki senedir hormon tedavisinde olduğunu söylüyor. Manitas, düşmanlarının haberi olmadan cinsiyet değişimi ameliyatlarını yaptırmak istiyor. Bunun için de Rita, gerekli hazırlıkları yürütüyor. Cinsiyet değişiminden sonraysa adeta bambaşka birine dönüşüyor. Bildiğiniz eli kanlı Manitas gidiyor, melek gibi bir kadın olan Emilia Pérez geliyor. Cerrahi müdahaleden sonraki süreci bir tür ölüm ve yeniden doğuş gibi değerlendiren film, trans insanlar hakkında yapılmış filmlerde kullanan tüm klişelere başvuruyor. Emilia, ameliyat olabilmek için eşini ve çocuklarını terk ediyor, yeni bir hayat kurmaya çalışıyor ve sonunda kayıp oğlunu arayan bir anneden etkilenerek karteller sebebiyle ölmüş ya da kaybolmuş insanları arayan bir dernek kuruyor.
Filmin en problemli kısımlarından biri, Emilia’nın ameliyattan sonraki hayatında tam bir karakter değişimi yaşaması ve kurduğu o dernekle bir azize gibi görülmesi. Yani sadece cinsiyet değiştirerek Emilia’nın tüm suçlarını bir anda silmemizi istiyor yönetmen. Dahası Meksika’da çok fazla insanın gerçek acılarını kullanarak, bir haz sineması oluşturması. Bu probleme ek olarak bir de filmin büyük kısmı Meksika’da geçse de neredeyse tamamı Paris’te çekilmiş. Yani Meksika hakkında Meksika’dan tamamen kopuk bir film yapılmış. Hatta öyle ki oyuncu kadrosundakilerin İspanyolcasının da çok zayıf olduğu (özellikle Selena Gomez’in) İspanyol izleyicilerin epeyce rahatsız oldukları konular arasında, zaten yönetmen de İspanyolca bilmiyor.
Tüm bunları filmin dilini bile konuşmayan, tüm ayrıcalıklarıyla beyaz Fransız bir yönetmenin yapması oldukça büyük bir ikiyüzlülük gibi geliyor. Altın Palmiye kazanan filmi Dheepan’da da Sri Lanka’dan gelen göçmenlerin Fransa’da tutunma güçlüğünü anlatmıştı ve yine filmin dilini bilmiyordu. Bunu büyük bir cesaret ve yönetmen becerisinin bir kanıtı olarak görenler olmuştu. Ancak bu kadar pembe gözlükler takmak pek uygun değil bana sorarsanız. Sri Lankalı ya da Meksikalı bir yönetmen, hiç Fransa’ya gitmeden ve Fransızca bilmeden, Fransızları anlatan Fransızca bir film yapsaydı, medya yine aynı güzellemeleri yapabilecek miydi, ne dersiniz?
Bu sene ilginç bir şekilde, Emilia Pérez’in antitezi gibi olan, onun yarım kaldığı, kırıcı olduğu yerde onarıcı olan başka bir film daha izleyiciyle buluştu. Bu filmse Dahomey’di.
Dahomey, 2024 (Mubi)
Mati Diop adlı Fransız ve Senegal kökenli yönetmenin ikinci filmi olan Dahomey, kısa olsa da epey güçlü bir film. 68 dakika boyunca 130 sene önce Fransa’nın Dahomey Krallığından çalınan hazinelerin, 26 parçasının ana vatanları olan Benin’e dönüşüne şahitlik ediyoruz. Film, belgesel formunda olsa da Diop, filmin anlatıcısı olarak yer değiştiren eserlerden birini seçiyor. Dahomey Krallarından, Kral Gezo’nun ‘Fon’ dilinde konuşan heykelinin perspektifinden bakıyoruz bu olaylara. Heykel, Fransa’daki 130 senelik esaret mekanı olan müzeden çıkıyor, adeta bir tabutu anımsatacak şekilde tahta bir kutuya yerleştiriliyor ve Benin Cumhuriyeti’ndeki yeni evine yollanıyor. Bu yolculukta tanınıp tanınmayacağından şüpheli, daha önemlisi, gittiği yeri kendisinin tanıyabileceğine kuşkuyla yaklaşıyor Kral Gezo’nun heykeli veya Fransızların verdiği isimle “26”.
Filmin ilk sahnesinde, sahibini göstermeden bir tezgah gösteriyor yönetmen. Bu tezgah beyaz bir bezden ibaret ve üzerinde kırmızı, beyaz ve mavi ışıklar saçan Eyfel kulecikleri var. Bu hediyelikleri satan kişi yasadışı çalışan biri olduğu için kadraj dışı bırakılmış ama onu görmesek de görseli tamamlamak zor değil. Afrika kökenli (muhtemelen Senegalli diye ekliyor bir konuşmasında yönetmen) bir göçmen. Ve aslında bu görüntü, filmin kalanıyla mükemmel bir tezat kuruyor. Afrikalı eski sömürge toplumlarının en kıymetli eserleri, Fransa gibi (eski) sömürgeci ülkelerin ellerindeyken göçmenlerin ellerindeyse Fransa’nın kültür hegemonyasının en büyük göstergelerinden birinin ucuz bir kopyası oluyor.
Filmi çekerken Diop, yeniden eve dönen eserlerin içlerinden, uzuv ve detaylarından kompozisyonlar kurarak Benin halkıyla onlara bir tür metamorfoz geçirtiyor. Her şey Kral Gezo için eskisi gibi olmasa da parçalar yerine oturuyor gibi hissediyorsunuz.
Emilia Pérez ve Dahomey’in mükemmel tezatlıkları ve anlattıkları kültürlere verdikleri değer şurada da ortaya çıkıyor. Emilia Pérez’de Meksika ne fiziksel varlığıyla ne de insanıyla anlamlı bir varlık gösteremezken, Mati Diop, Benin’de 26 eserin dönüşü hakkında öğrencilere bir münazara ortamı sağlanması gerektiğine inanıyor ve bunu tertipliyor. Üniversite öğrencilerinin düşünceleri, fikir ve soruları da dönen eserlerin arasında onun filminde önemli yer alıyor.
Skandal!
Ödüllerle ve beğeniyle donatılmış filmlerin sıkıntılı yüzleri hep vardı. Sonuçta bu konudaki dinamikleri anlamak için ödülleri kimlerin verdiğine dönüp bakmak lazım. İşte hafızalara kazınmış skandallardan bazılarını hatırlayalım:
- Bir Ulusun Doğuşu, Birth of A Nation, 1915
Amerikan sinemasının Kaliforniya’ya yerleşmesine öncülük eden ve dönemin en başarılı yönetmeni sayılan D.W. Griffith imzalı film, döneme damgasını vurmuştu. Film, sinemada “siyah surat” (blackface) uygulamasının ilk örneklerinden biri olması ve Ku Klux Klanını beyaz kurtarıcılar olarak gösterirken Afrikalı Amerikanları kadınlara saldıran vahşi hayvanlar gibi resmetmesi yüzünden “Hollywood’’da çekilmiş en sıkıntılı film” olarak da anılmaktadır. Hollywood’un ilk büyük filmlerinden birinin bu olması da çok ironik değil mi?
- Çarpışma, Crash, 2004
2005 Oscarlarında “Brokeback Mountain” filmiyle yarışan ve birçok kimseyi dehşete düşürerek büyük ödülü eve götüren bu film, aslında Los Angeles’ta yaşanan ırkçı gerilimleri konu alıyor. Ancak Kanadalı yönetmen Paul Haggis tarafından yazılan ve yönetilen filmde kullanılan dil, karakterlerin varoluş biçimleriyle ırkçı stereotipleri derinleştirmek ve bu kalıpları yeniden üretmekten başka bir şey yapmıyor. Baktığınızda Oscarların o sırada neredeyse tamamen beyaz insanlardan oluşan bir jürisinin kendi vicdanlarına daha yakın olan bu filme büyük ödülü vermesi hiç şaşırtıcı değil. Aynı şekilde yirmi sene önce “en iyi film” Oscar’ı almasına rağmen Haggis’in filminin tamamen unutulmuş durumda olması da kimseyi şaşırtmıyor.
- Mavi En Sıcak Renktir, La Vie d'Adèle, 2013
Cannes Film Festivalinde oybirliğiyle en büyük ödülü almış olan Abdellatif Kechiche imzalı film, Adele adlı genç bir kadının, mavi saçlı bir kadınla tanışıp aşık olmasını, bir büyüme hikayesi içerisinde anlatıyor. Film, çıktığı sene dünya çapında beğeni toplamış ve Altın Palmiye almış olsa da filmin iki yıldızı Léa Seydoux ile Adèle Exarchopoulos kamuya sette yaşananları anlatarak yönetmenin kendilerini cinsellik içeren sahnelerde aşırı zorladığını, “normal” olmadığını söylemişti. Filme konulan cinsellik sahnesinin yapımına dair detaylar, filmin üstünde büyük bir leke olarak kaldı ve iki sanatçı da Kechiche’le bir daha çalışmadı.